Featured Post

20 December 2018

Şiddetsiz İletişim Mümkün...

Geçenlerde yine bir yazı yazmışım, yayınlamamışım. Dün o yazıyı yayınladım. 2019'da yazmaya niyetliyim ve de paylaşmaya...2018'in son günlerinden girizgahı yapmış olayım...

Biraz önce bitirdiğim bir kitaptan bahsetmek istiyorum. "Şiddetsiz İletişim". Bu kitabın uzun süredir takibindeydim ancak bir sıra baskısı tükenmişti, okumak bu günlere kısmetmiş...



Klinik Psikolog, Akademisyen Dr Marshall Rosenberg, 1940'lı yıllarda Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş ve bu sebeple çok genç yaşta şiddetle tanışmış. Rosenberg sadece fiziksel şiddetten bahsetmiyor kitabında, hatta daha çok; davranışlarımıza, sözlerimize işlemiş, fiziksel olmayan günlük şiddetten bahsediyor. Kitabın her bölümünde durup; kendimle ve çevremle olan iletişimimi gözden geçirdim. Zira kitap düşündürtüyor insanı. Aslında biraz dursak, durabilsek, neleri neleri görüp farkedeceğiz ya, neyse...

Şimdilik kitapta duralım ve başlayalım anlatmaya:

Rosenberg'e göre, Şiddetsiz İletişim'in 4 öğesi var:
1-Gözlem
2-Duygu
3-İhtiyaçlar
4-İstek/Rica

"Şiddetsiz İletişim"'de kendimizi bu 4 öğeyi içerecek şekilde ifade etmeyi, aynı şekilde bu 4 öğe aracılığıyla karşımızdakini de empati yoluyla dinlemeyi öneriyor.
-İletişimde gözlemlediğimiz somut davranışlar neler? (Gözlem)
-Bu gözlemlere bağlı olarak, kendimizi nasıl hissediyoruz? (Duygu)
-Peki ihtiyaçlarımız, isteklerimiz neler? (İhtiyaçlar)
-Bu ihtiyaçları karşılamak için çevremizden rica ettiğimiz/istediğimiz davranışlar neler?(İstek/Rica)

Oldukça basit görünüyor değil mi? Öyle, peki uygulaması? Maalesef; kolay değil. Rosenberg; yargılamalar, karşılaştırmalar, talepler ve etiketlemelerin bizi hayata yabancılaştıran bir iletişim ortamına sürüklediğini söylüyor. Ayrıca, hayata yabancılaştıran iletişimin; kendi düşüncelerimizden, duygularımızdan ve eylemlerimizden sorumlu olduğumuzu fark etmemizi engellediğini belirtiyor.

Ve örneklerle, alıştırmalarla bu yabancılaşmayı bize hatırlatarak, bizi kendi hayatımızla ilgili sorumluluğumuzu almaya çağırıyor. Biraz daha detaya girersek,  Şiddetsiz İletişim için bize şu bileşenleri uygulamamızı salık veriyor:

1-Değerlendirme yapmadan gözlem yap: Bu sürecin ilk adımı: Genellemelerden ve yargılardan kaçınarak, zamana ve veriye dayanan gözlemler yapmamızı söylüyor. (Kitapta bol bol alıştırma var, kendinizi gözlemlemek açısından da bu alıştırmalar etkili.)

2-Hissettiklerini ifade et: Rosenberg diyor ki; "Kendimizle bağlantıda olmak yerine, başkalarına odaklı olma yönünde eğitildik. Hep zihnimizde akıllı olmayı ve başkaları neyi söylememi ve yapmamı doğru bulur diye kafa yormayı öğrendik."
Bu eğitilme şekliyle; duygularımıza ve hislerimize yabancılaştığımızı, düşüncelerimizle hislerimizi birbirine karıştırdığımızı söylüyor. Kitaptan bir örnek verirsem, konu daha iyi anlaşılacak. Mesela "Gitarist olarak kendimi yetersiz hissediyorum" gerçek bir duygu ifadesi değil, daha çok kişinin kendi yeteneğini değerlendirdiği bir düşünce. Kişi; "Gitarist olarak kendimi hayal kırıklığına uğrattığımı hissediyorum" derse, duyguyu konuşmaya başlayacak. Yetersizlik düşüncesinin altındaki duygu neden kaynaklanıyor, bunu fark edip, dile getirmek önemli...

Duygularımızı net ve somut sözcüklerle ifade edebilmek, üzerinde çalışılması gereken konulardan biri bence...

Kırılganlığımızı ifade etmenin kolay olmasa da, gerekli olduğunu düşünürüm. Rosenberg de, yaralanabilirliğimizi ifade etmenin, gerçek iletişimin kurulmasında önemli bir rolü olduğunu vurguluyor.

3-Duygularının kaynağını bul ve kabul et: Bu bölüm, duygularımızın ardındaki ihtiyaçlarımızın farkına varmakla ilgili. Rosenberg, başkalarının söyledikleri ve yaptıklarının, duygularımızın sebebi değil, tetikleyicileri olduğunu belirtiyor. Başkaları olumsuz bir iletişim kurduğunda, 4 seçeneğimiz olduğunu söylüyor: Kendimizi suçlamak, başkalarını suçlamak, kendi duygu ve ihtiyaçlarımızı sezmek, diğer kişinin olumsuz mesajının altında yer alan duygu ve ihtiyaçları sezmek.

Burada duygularımızdan dolayı başkalarını suçlamak yerine; kendi ihtiyaç, arzu, beklenti ve düşüncelerimizin varlığını kabul etmemizi, duygularımızın tüm sorumluluğunu üstlenip, ihtiyaçlarımızı dile getirmemizi öneriyor. Duygumuzla ihtiyacımızı birbirine bağlamamızı söylüyor.

Diyor ki; "Çoğumuz ihtiyaçlar doğrultusunda düşünmeyi öğrenmedik. İhtiyaçlarımız karşılanmadığında, otomatik olarak diğerlerinin hata ve kusurları üzerinde düşünmeye alışığız."
O yüzden şu sorulara odaklanmamız önemli:

-Karşılıklı olarak ihtiyaçlarımız neler?
-Bu ihtiyaçlarla ilgili karşılıklı rica ve isteklerimiz neler?

İhtiyacı dile getirmek kolay olmayabilir ama getirmemenin acısı çok daha zor, kitapta konuyla ilgili dramatik örnekler bulunuyor.

Dün bu konuda, ergenlik çağında olan kızımla bir diyalog geçti aramızda. Okuldan geldiğinde, canı sıkkın ve sinirliydi. Her an patlamaya hazır bir durumdaydı. "Anne çok yorgunum ve pizza yemek istiyorum" dedi. Normalde, böyle bir talebe, pizza sağlıksız bir yemek olduğu için, hemen karşı çıkardım ama bu sefer derin bir nefes alarak; "Hastalığın henüz geçmedi, bu da yorgun hissettiriyor olabilir seni, sinirlisin, moralin bozuk ve moralini düzeltecek bir şey yapmak istiyorsun, öyle mi?" dedim ve bingooo!!! "Evet" dedi ve on kaplan gücündeki sesi yumuşayıverdi. Yaşasın!!! "Peki o zaman, pizza ısmarlayacağım. Bu tür konulara itiraz etmem, tamamen senin sağlıklı ve iyi beslenerek büyümeni istememden ama seni de anlıyorum" dedim. Gülümsedi. Pizzasının yanında, hazırladığım salatayı yedi. (Ben hiçbir şey dememiştim:) İnsanlık için küçük, bizim için büyük bir adım oldu. Pizza yerine moralini düzeltecek başka bir şey bulabilir miydim? Belki ama o an için bulduğum çözümde karşılıklı birbirimizi anladığımızı gördüm. Özellikle ergenlik dönemleri test dönemleri diye düşünüyorum. Kitap bu açıdan da, işime yarayacak gibi görünüyor.

4-Başkalarından ne istediğini/ricanı netleştir ve açık, olumlu bir şekilde ifade et: Bu bölümde bence söylediği en güzel şey şu: "İstemediklerimizi değil istediklerimizi dile getirelim." Olumsuz ricalara direncin fazla olduğunu da belirtiyor. Bu konuyla ilgili verdiği örnek, sizin de kafanızı netleştirecektir. Eşi işte çok zaman geçiren bir kadın, kocasından işte bu kadar çok zaman harcamamasını istemiş ve bu istek neticesinde kocası 3 hafta sonra golf turnuvasına kayıt olmuş. Kadının esas isteği; en az bir geceyi eşinin kendisi ve çocuklarıyla geçirmesiymiş. Ama bunu açıklıkla eşine söylemediği için, eşi başka bir aksiyon almış. (Masal gibi oldu;)

Tabi ne şekilde ricada bulunduğumuz da önemli. Soruş şeklimiz, karşımızdaki kişi tarafından talep veya saldırı olarak da algılanabilir. Burada önemli olan, karşılıklı ihtiyaçların karşılanması. Gene kitaptan bir örnekle açıklayayım. Bir gence ailesi direkt olarak "Neden saçını kestirmiyorsun?" diye sorarsa, gençten tepkisel bir cevap alıyorlar. Ancak ailesi önce kendi duygu ve ihtiyaçlarını açıklarsa, soruları daha fazla rica olarak duyulabiliyor: "Saçın o kadar uzamış ki, özellikle bisiklete binerken önünü görmeni engellemesinden endişeleniyoruz. Kestirmeye ne dersin?"

Empati: Bu konuyu ayrı bir başlık yaptım zira, iletişim iki yönlü. Biz yukarıdakileri yapsak da, karşıyı anlamadığımız sürece iletişimin bir bacağı eksik kalıyor. Rosenberg'in şu empati tanımını sevdim: Empati, diğerleriyle ilgili tüm yorum ve önyargılarımızdan arındığımızda gerçekleşir. Kendinden verdiği örneği de sevdim. Bir gün kızı aynaya bakıp "bir domuz gibi çirkinim" dediğinde, o da kızına "sen Tanrı'nın dünyaya getirdiği en harika yaratıksın" diye cevap vermiş ve ne olmuş dersiniz? Kızı kapıyı çarptığı gibi odayı terk etmiş. Teselli etmek yerine biraz empati gösterip
"Bugünkü görüntünden hoşnut değilsin galiba?" diye sorabilirdim diyor...(Bir ebeveyn olarak, ben de Rosenberg'inkine benzer bir tepki verebilirdim ama o tepkiler bir işe yaramıyor gerçekten)

Empati hakkında;
"Tavsiyede bulunmadan veya tavsiye istemeden önce sorun", "Bunu istiyorlar mı?"
"Durumu düzeltmemiz ve diğerlerinin kendilerini iyi hissetmelerini sağlamak için bir şeyler yapmamız gerektiğine inanmak, kendimizi o ana vermekten alıkoyar. Kendini ana vermek, anda hazır bulunmaktır. Karşımızdakine ve onun yaşadıklarına kendimizi tamamen vermektir. Önemli olan, karşıdakinin içinde neler olup bittiğine, yani o anda ne hissettiğine ve nelere ihtiyacı olduğuna duyarlı olabilmektir.
Eğer insanların sizin hakkınızdaki düşüncelerine odaklanmak yerine neye ihtiyaç duyduklarını duyabilirseniz, onları daha az tehditkar bulursunuz. "
gibi dikkate değer sözleri var.
Rosenberg'in de bahsettiği gibi; anladıklarımızı kendi sözlerimizle karşımızdakine geri yansıtmak da, iyi bir empatik iletişim kurma şekli. Gerçekten doğru duymuş muyuz, teyitleşmekte fayda var.

Kendine Empati: Bana göre de kitabın en can alıcı kısmı burası. Kendimizle iletişimimiz nasıl? Kendimizle şiddet dolu bir iletişimimiz varsa, başkalarına karşı şefkatli olmamız zor.

Rosenberg diyor ki; İçimizde yargılayıcı bir diyalog varsa, ihtiyaçlarımızdan uzaklaşır, onlara yabancılaşırız ve dolayısıyla da, bu ihtiyaçları karşılayacak şekilde harekete geçemeyiz. Depresyon, kendi ihtiyaçlarımıza yabancılaştığımızın bir göstergesidir.

Kendimize şefkatli olmak için;

-Kendimizi yargılamadan; pişman olduğumuz bir davranışın bizde uyandırdığı duygularla ve karşılanmamış ihtiyaçlarımızla bağlantı kurmamızı öneriyor. (Bir yas tutma ve kendimizi bağışlama süreci)

-"Kendimize şefkat göstermenin önemli bir yöntemi; korku, suçluluk, utanç, görev veya zorunluluk duygularına odaklanan seçimler yerine, sadece yaşama katkıda bulunma arzumuzdan kaynaklanan seçimler yapmaktır. Davranışımızın ardındaki hayatı zenginleştirme amacını fark ettiğimizde ve bizi harekete geçiren enerjinin arkasında yalnızca hem kendimizin hem başkalarının yaşamını güzelleştirmek isteği olduğunda, zor işlerin bile keyifli yanlarını görür oluruz."

Beni kitapta en çok etkileyen sözler bunlar oldu. Zira bu söylediklerine yürekten inanıyorum. Korku, suçluluk, görev veya zorunluluk duygusuyla hareket ettiğim durumlarda, yaşam enerjimin düştüğünü biliyorum. Böyle zamanlarda varoluşuma yeterince sahip çıkmadığımı düşünüyorum. O yüzden kendimle bağlantıda olmak, benim için çok kıymetli.

Kendimize şefkatimizi derinleştirebilmemiz için etkili bir alıştırma yapıyor kitapta. Ben de yaptım bu uygulamayı ve kendimle ilgili ilginç çıkarımlarda bulundum. Siz de yapmak isterseniz;

Mecburum'u Seçiyorum'a Çevirmek

1.adım: Yaşamınızda keyif almadan yaptığınız, yapmak zorunda olduğunuz her şeyi liste olarak bir kağıda yazın.
2.adım: Bu yaptıklarınızı mecbur olduğunuz için değil, seçtiğiniz için yaptığınızı yazın. (...yapmayı seçiyorum.)
3.adım: Seçiminiz ardındaki niyetle bağlantı kurmak için "Ben ...yapmayı seçiyorum, çünkü ... istiyorum." cümlesini tamamlayın.

Sonuçlardan oldukça etkilendim. Bazı zorunlu gördüğüm durumları, seçim olarak yazmakta zorlandım ama 3. adımda bağlantıyı kurduğumda, bu zorunluluğun aslında beni çok da üzmediğini gördüm. Neyi neden yaptığımı daha net görünce, kendime karşı hoşgörüm de arttı. Bazı konular içinse, gereksiz yere ne kadar enerji sarfettiğimi fark ettim, iyi bir hatırlatma oldu bana.

Kitap hakkında yazmaya başladığımda, tüm kitaptan bahsetmeyi düşünmüyordum ama konular birbiriyle ilintili olduğu için, ister istemez çoğu konudan bahsettim. Öfke konusuna burada girmiyorum, kitap ilginizi çekmişse, okursunuz zaten.

Sadece takdirle ilgili birkaç şey yazıp yazıyı sonlandıracağım. Zira kitabın bu bölümünde göz yaşlarımı tutamadım. Çoğu insan için takdirin yeterince takdir edilmediğini kitapta da gördüm. Çoğu kişi, ben de dahil, hep birşeyleri düzeltme ve iyileştirme derdinde yaşarken, yolunda giden şeyleri görmeyi ve kutlamayı atlayabiliyoruz. Ya da karşımızdakinin bu takdir hissiyatımızı bildiğini varsayıyoruz. Rosenberg'e göre, "harikasın, supersin" gibi övgü içeren takdirler de bir yargı içeriyor. Onun bahsettiği takdir daha çok şu şekilde; "Yaptığın şudur. Bu davranışınla şu ihtiyaçlarım karşılandığından şöyle hissediyorum." Örnek verelim, daha iyi anlaşılsın: " Leyla, çok teşekkürler, bu kitap kulübünü kurduğunda, umutlandım ve heyecanlandım çünkü farklı bakış açılarını duymaya ve düşüncelerimi paylaşmaya ihtiyacım vardı."

(Bu örnek benden oldu, isim farklı, olay gerçek:). Arkadaşım bu kitap kulübünü kurdu diye çok sevinmiştim ancak sevincimi kendi içimde yaşıyordum, arkadaşıma açıklamalı teşekkür ettiğimde, kendimi tamamlanmış hissettim.)

Rosenberg'in en sevdiğim yanı samimiyeti oldu. Burada kitapta verdiği örnekleri çok anlatmadım ama kitabı okuyunca siz de, insana yaklaşımını seveceksiniz diye düşünüyorum.

Yine onun sözleriyle yazıyı bitireyim:

"Evet, sözcükler gönülden geçen gerçekleri aktarmakta yetersiz bir araç olabilirler ama öğrendiğime göre"yapmaya değecek herhangi bir şey, yetersiz olsa da, yapılmaya değerdir"

2019'da yapmaya değeceğine inandığınız şeyleri hayata geçirmeniz dileğiyle,

Sevgiler,

Füs


19 December 2018

Sadeleşme Yolunda, Füsun2.0

Geçenlerde iki yazı yazdım bloga, sonra hoop geri çektim. Sonra eski blog yazılarımı okumaya başladım. Sevdim yazdıklarımı... Yazdığım dönemde, yazdıklarımı şu anki kadar sevmemiştim ama üstünden zaman geçince, daha bir güzel geldi yazdıklarım...Heyecanımı, kendimle olan ilişkimi, paylaşma isteğimi sevdim. Gördüğüm o ki, kendimle iletişimim kuvvetli olunca, başkalarıyla da iletişim kurmaya daha açık oluyorum.

Uzun dönem buraya yazmadım belki ama bol bol günlüğüme yazdım. Hazır bugün 1 Kasım iken, tekrar bloga başlayayım dedim. Ne de olsa, severim ay başlarını...Hesaplaması kolay oluyor;)

Hemen hemen her sene yaptığım "sadeleşme hareketi"ni, bu sonbahar daha radikal bir şekilde yaptım. Kafamda zaten böyle bir plan vardı ama yazın Şebnemler'e gitmemiz planımı hızlandırdı! Şebnem az eşyayla, konforlu bir düzen yaratabilen bir kişidir. Bu özelliğini çok severim ama bu düzenini ilk defa alıcı gözle değerlendirdim! Ve döner dönmez sadeleşme çalışmasına başladım. Afferim bana;) (Bağzı şeylerin bir zamanı vardır.)

Aslında olay sadece evi sadeleştirmek değil tabi. Hepten sadeleşmek; zihni sadeleştirmek, iletişimi sadeleştirmek, ilişkileri sadeleştirmek, hayatı sadeleştirmek...Önce evden başlayayım: Tam 1 ay sürdü evi sadeleştirmek. Evde çok eşyamız olduğundan değil, tüm eşyaları tek tek elden geçirdiğim için, uzun sürdü bu süreç. Sistem yeniliği diyelim. Defne, Füsun2.0 ismini taktı zaten bana:) (4.0'a daha yolumuz var.)Yılların birikmişliği... Kullanmadığımız her eşyayı verdim. Sadece gereklileri mutfakta tuttum. Ne kadar çok gereksiz mutfak eşyamız varmış, hem göz yoruyor hem de fiziksel olarak yoruyor insanı. Anladım yıllarca mutfak işlerinin neden bu kadar gözümde büyüdüğünü...Üstümden büyük bir yük kalktı. Sonra bir hamarat oldum, bir hamarat oldum, ben bile içimden çıkan cevhere şaştım. 40'lı yaşlarda mutfağımı keşfettim anlayacağınız...

Sırasıyla diğer odalar, salon ve kitaplıklar...Evin yarısını çıkardım dersem abartmış olmam sanırım. Defne'nin odası tamamen değişti. Çocuk odasından genç kız odasına geçiş...Gene de beni en çok oyalayan kitaplıklar oldu...Her türlü eşyayı veriyorum da, kitapları tek tek elden geçirmek başlı başına bir iş oldu benim için. Her kitapta olmasa da, bazı kitaplarda, altını çizdiğim satırları okumaya başlayınca, zaman su gibi aktı gitti. Nihayetinde onları da ayırabildim ve ihtiyacı olabilecek gerekli yerlere verdim. En sona günlüklerimi bıraktım. Vakti zamanında atmayı düşünmüştüm günlüklerimi. Ne kadar yazık olurmuş...Ne de olsa, bir nevi kişisel tarihimi yansıtıyor o günlükler benim...Mesela 19 yaşında ne kadar meraklı, neşeli, hayat dolu bir kişiymişim, hiçbirşeyi kafaya çok fazla takmıyormuşum. Tabi seneler geçtikçe, işin rengi ufak ufak değişmeye başlamış ama en boktan halimde bile, mizahı unutmamışım, kendimle dalga geçebilmişim. Bir de arkadaşlar ve sanat; İstanbul'daki en büyük hayat damarlarım olmuş gördüğüm...Yazılar, şiirler, mektuplar, fotoğraflar...26 yıllık İstanbul hayatım film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti diyebilirim...Böyle toplu bakınca, tüm sıkıntılı zamanları da dahil olmak üzere, güzel bir hayat geçirmiş olduğumu gördüm. Nelerin benim için önemli olduğunu, nelerin eksikliğinde dengemin şaştığını da...

Yani ev deyip geçmemek gerek, bana çok iyi geldi evi sadeleştirmek. Mithat'la Defne'ye de;)Evle birlikte kafam da sakinledi. Eve dışardan baktığınızda çok fazla bir değişiklik farkedilmeyebilir ama ben biliyorum neyin nerde olduğunu artık. Kaybettiğimizi düşündüğümüz kaç eşyamız, bu sayede ortaya çıktı. Sistem, hayatımızı kolaylaştırdı.

Hadi evi hallettik diyelim, peki digital dünyayı ne yapacağız? Gün içinde o kadar çok uyarana maruz kalıyoruz ki...Okuduklarınız, izledikleriniz, whatsup, facebook, instagram, twitter... sizi de gün sonunda serseme çevirmiyor mu? Hem iş hem sosyal hayat hızla dijitalleşiyor. Bana fazla geliyor. Bilgi iyi hoş da, hepsini sünger bob gibi içimize çekemeyeceğimize göre, biraz seçici olmamız gerekmiyor mu? Gün içinde kaç kişiyle dijital olarak sosyalleşmek durumundayız? Kaç kişiyi takip edebiliriz? Kendi odağımızı koruyabilmek gittikçe önem kazanıyor diye düşünüyorum. O yüzden zihni sade tutabilmek önemli. Neye ihtiyacım var? Ben ne verebilirim başkasına? Sınırım nerde başlıyor? Nerede bitiyor? Peki ya enerjimiz?

Geçen gün Engin Geçtan&Timuçin Oral'ın 18 sene sonra Açık Radyo'da tekrar yayınlanan Dünya Hali programında konuşulan bir konu vardı. İnsanların birarada olup, birbiriyle ilişkide olmama durumundan, yani yabancılaşmadan bahsetmişlerdi. 18 yıl içinde, yabancılaşma konusunda boyut atladık gibi geliyor bana. Çok iletişiyoruz ama çoğu zaman boş iletişiyoruz...

Şimdilik telefonuma "time limit" koydum sosyal medya ile ilgili. Belli bir zamanı doldurunca, uyarı geliyor. Bu kısıtlama, bir parça da olsa, disipline ediyor beni.

Bu konu derin bir konu. Girizgahı yapmış olayım, sonra devam ederiz belki?

Haydi iyi geceler...

Füs




Yürürken gördüğüm kasımpatılar, saksıda daha güzeller:)