Featured Post

04 December 2012

gözlerimiz konuşsun...

dün 20 yıllık arkadaşımla bi güsel kafaları çektik. şahane bir akşamdı, ee dünden kalma olduğum için de, şu an biras leylayım ama değer...
o yüzden, bugün bir arkadaşımın gönderdiği alıntıyı sizinle paylaşarak kapatacağım geceyi...
*
Hintli bir ermiş, öğrencileri ile gezinirken Ganj nehri kenarında birbirlerine öfke içinde bağıran bir aile görmüş. 
Öğrencilerine dönüp “insanlar neden birbirlerine öfke ile bağırırlar?” diye sormuş.
Öğrencilerden biri “çünkü sükûnetimizi kaybederiz” deyince ermiş “ama öfkelendiğimiz insan yanı başımızdayken neden bağırırız? O kişiye söylemek istediklerimizi daha
alçak bir ses tonu ile de aktarabilecekken niye bağırırız?” diye tekrar sormuş.
Öğrencilerden ses çıkmayınca anlatmaya başlamış: “İki insan birbirine öfkelendiği zaman, kalpleri birbirinden uzaklaşır. Bu uzak mesafeden birbirlerinin kalplerine seslerini duyurabilmek için bağırmak zorunda kalırlar. Ne kadar çok öfkelenirlerse, arada açılan mesafeyi kapatabilmek için o kadar çok bağırmaları gerekir.”
“Peki, iki insan birbirini sevdiğinde ne olur? Birbirlerine bağırmak yerine sakince konuşurlar, çünkü kalpleri birbirine yakındır, arada mesafe ya yoktur ya da çok azdır. Peki, iki insan birbirini daha da fazla severse ne olur? Artık konuşmazlar, sadece fısıldaşırlar çünkü kalpleri birbirlerine daha da yakınlaşmıştır. Artık bir süre sonra konuşmalarına bile gerek kalmaz, sadece birbirlerine bakmaları yeterli olur. İşte birbirini gerçek anlamda seven iki insanın yakınlığı böyle bir şeydir.”
Daha sonra ermiş öğrencilerine bakarak şöyle devam etmiş: “Bu nedenle tartıştığınız zaman kalplerinizin arasına mesafe girmesine izin vermeyin. Aranıza mesafe koyacak sözcüklerden uzak durun. Aksi takdirde mesafenin arttığı öyle bir gün gelir ki, geriye dönüp birbirinize yakınlaşacak yolu bulamayabilirsiniz..

not:gene de arada ses ayarı yapmak iyi gelir bünyeye, rahatlanır, karşıdaki bi sarsılır, sonra sakin sakin oturulup konuşulur...tabi dozu abartmamak kaydıyla... hani içki için "kararında içiniz" diyorlar ya, o misal...


iyi geceler...

03 December 2012

oblivion

gerçekçi olmak gerekirse, her gün yazmak kolay iş değil. ama kendimi bu şekilde disipline etmezsem de, yazmayı erteledikçe erteliyorum...çok abartmadan yazmak lazım işte...bu ay böyle yazayım, sonra bir düzene girer elbet yazı düzenim:)
*
iş çok yoğundu bugün, ki hala bitmiş sayılmaz. ama bir ara vermek istedim.
bundan önceki aramda da, gözlerimi kapayıp bir müzik dinledim.
dün gazetede okumuştum. dot'un tiyatro oyuncularından gonca vuslateri, her sabah uyandığında; astor piazzolla'dan "oblivion"'u dinlermiş. astor piazzolla'yı ben de dinlerim ama bugün özellikle belirttiği parçayı dinledim, gözlerimi kapayarak...ofis ortamında bile, iyi geldi.
burada da paylaşayım. belki siz de seversiniz.
not: oblivion'un anlamını bilmiyordum, "unutulma, farkında olmama, kayıtsızlık" gibi bir anlamı varmış, hüzünlü bir hikaye anlatılıyor sanırım...


günün sözü de müzikle ilgili gelsin o halde...

müzik doğruca ruha seslenir, ruh da kendisini ancak müzik yardımıyla en iyi şekilde anlatabilir.
goethe

*
bu arada, her gün TED'den bir konuşma da dinleyemiyorum tabi ki ama o da dursun bir kenarda. belli mi olur, bir gün oturur birkaç konuşma birden dinlerim. hediye konusunu ayrıca yazacağım.
hadi hoşçakalın...




iyi geceler:)

bugünü de bitirdik! internetimiz çok yavaş ve uykum var. bugünü önümüzdeki günlerde telafi ederiz...
*
minik 1-2 şey yazıp yatıyorum...

tai-chi hocamız diyor ki;
nefesinizi iyi vermeye odaklanın, nefesinizi iyi verin ki, iyi nefes alabilesiniz...

gerçekten hep iyi nefes almaya çalışıyoruz. halbuki nefesimizi iyi verebilirsek, zaten doğal olarak iyi nefes de alabileceğiz...

herşeyde olduğu gibi; bu konuda da almaktan ziyade vermeye odaklanmak gerek zannımca...

*
günün sözü de, arkadaşımın bana bugün hediye ettiği bir kitaptan, kitabı okuyunca detaylarını da paylaşırım...

her çocuk bir sanatçıdır. sorun, büyüdükten sonra da sanatçı olarak kalabilmektir.
pablo picasso



bu sözü yazarken, aklıma defne'nin picasso'nun bir eserine bakarak çizdiği resim geldi, onu da paylaşayım istedim:)

iyi geceler,

01 December 2012

büyük dünya tarihi belgeseli

bugün sabah çocuklara kitap okumaya gitmem haricinde, tüm gün evdeydim. çok sakin, keyifli bir gün geçirdim.
yağmur yağıyor, seller akıyor, arap kızı camdan bakıyor modunda çayımı içip, gazete, kitap okudum.  defne ile; heidi ve aslan kral'ı seyrettik, müzik dinledik, evin tadını çıkarttık. mithat'ın dürtmesiyle akşamüstü hepbirlikte parka yürümeye gittik. başta çok nazlandık ana-kız ama iyi ki gitmişiz. yağmur sonrası mis gibi toprak kokusunu ve temiz havayı içimize çekerek yürüdük.
aralık'ın ilk gününü sevdim.
birazdan da ntv'de yayınlanacak bbc yapımı "büyük dünya tarihi"ni seyredeceğim. belgesel; tarihin önemli dönemlerini sıkmadan, güzel bir kurguda anlatıyor. tavsiye ederim.
cumartesi günleri 22.00'de yayınlanıyor. kaçırırsanız pazar 23.00'te tekrarı var.

sadece savaş sahneleri yok, geçen hafta buda ve konfüçyus dönemi anlatıldı mesela, çok hoşuma gitti. buda'nın hikayesini yazarım belki ama beni en çok etkileyen, buda'nın bir incir ağacının altında (bodhi ağacıymış) 49 gün sonunda aydınlanmış olduğunu öğrenmek oldu. buda bile 49 günde aydınlanıyorsa, çok yüklenmeyeyim kendime, bu hayat içinde aydınlana aydınlana yol alayım bana yeter...

buda'nın bir sözüyle iyi geceler...

önce gideceğin yolu öğren, sonra öğretmeye kalk...

not: bu yazıyı yayınlayana kadar, bu bölümü de seyrettim; bölümde; çin'in ünlü terracota askerleri, hindistan'ın büyük dönüşüm yaşayan imparatoru asoka, hristiyanlığın ve islamiyet'in doğuşu genel hatlarıyla anlatıldı. ilginiz varsa, yarınki tekrarı kaçırmayın derim.

30 November 2012

kaldığımız yerden devam...

görüyorum ki, tutarlı bir şekilde tutarsız aralıklarla yazıyorum...beni okuyan az sayıda kişi bilir, geçen sene aralık'ta, tam bir ay boyunca, her gün yazmış idim. bu sene de aralık'ta her gün yazmaya niyetlendim.

bugünkü yazı; kısa bir toparlama yazısı olsun. yarın, artık gün ne getirirse bize, onu yazarız...

yazmayalı neler yaptım? en son yazımda, mr'a girdiğimi yazmışım. nice mr çekimi ve doktordan sonra boyun fıtığı olduğum ortaya çıktı. yaklaşık 20 gün taktığım sevimsiz bir boyunluk, anlamsızca aldığım ilaçlar ve sadece lokal teşhis koyup, bende bir türlü iyileştirme sağlayamayan doktorlardan sonra; isyan ettim ve kendimi ancak kendimin tedavi edebileceğine hükmettim. yıllar önce okuduğum "düşünce gücüyle tedavi" kitabını aldım elime. hastalığın sonucundan ziyade, hastalığa sebep olan şeyler(!) üzerine yoğunlaştım. bu şeyleri çözdüğümde, ağrılarım da sızılarım da geçti. bir yeriniz ağrıyorsa, bu kitaba da bir göz atmanızı tavsiye ederim.
Kitap kapak resmi çok sevimli olmasa da, takılmayın, faydalı bir kitap!
bir konuyu belirtmeden de geçmeyim. hastalık sırasında 15 günlük fizik tedavi gördüm. fizik tedavi nedir diye merak ederdim. bana göre fizik tedavi; şefkat gösterme ve iyi hissettirme merkezi. öncelikle; 1 saat boyunca dünyayla tüm ilişiğini kesip sadece yattığın için, dinleniyorsun. sonra omzuna ılık ılık düşük voltajda bir elektrik akımı veriliyor, üzerine de, bir güzel masaj yapılıyor omzuna. en sonda da, rahatlatan hafif egzersizler yapıyorsun.
bu fizik tedaviden öğrendiğim; kendini sağlıklı tutmak istiyorsan; fiziksel egzersizini, hareketini aksatmayacaksın, enseyi hiçbir zaman karartmayacaksın, masaj, hamam gibi güzellikleri kendine çok görmeyeceksin. şanslıyım ki; defne çok güzel masaj yapıyor. ailemizin masözü oldu kendileri:)
neyse, sabahları artık hem boyun egzersizlerimi hem de tibet hareketlerini yapıyorum. güne iyi başlıyorum...

önce sağlık, diğerlerini zamanı geldikçe yazarım...

bakalım bu bir ay neler yapacağım?
yapmak istediklerimi yazayım gene de, bir şekilde lafta kalmasın, yapayım:)

-her gün blog yazacağım.
-her gün TED Talks'dan bir konuşma izlemeye çalışacağım. (izleyeceğim desem ya:)
-her gün egzersizlerimi yapacağım. (yarım saat yürüyüşü de ekleyelim buna füs)
-her gün beğendiğim bir sözü sevdiklerimle ve blogda paylaşacağım.
-her gün foto çekeceğim. (bundan hala emin değilim ama özeniyorum güzel foto çekmeye)
-her gün sevdiklerime, çevreme minik de olsa, bir hediye vermeye çalışacağım.(bu mithat'ın da yazısında belirttiği gibi; üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir konu bence...)

hadi bakalım, bugünün sözüyle kapatayım yazıyı...

insanda güzel olan sözdür.
yüzde güzel olan gözdür.
ama insanı insan yapan ağızdan çıkan sözdür...

mevlana

02 October 2012

daldan dala...

film ekimi'nden bahsedeceğim dedim ama bu gidişle kaçırdığım filmleri yazacağım sanırım:) dün işi kendimce gayet güsel ayarlamıştım ancak acil bir iş çıkınca, haliyle işten de geç çıktım ve 5 dakika ile filmi kaçırdım. eskiden azıcık gecikince, emek'te ne güsel filme alırlardı arka sıradan, nefes nefese koştuğumla kaldım. neyse, beyoğlu'na gitmişken hadi başka bir filme gireyim bari dedim ve "araf'"a girdim. film hakkında çok olumlu yorumlar okumuştum ancak gerçekçi sahneleriyle dünkü ruh halime çok hitap eden bir film olduğunu söyleyemeyeceğim. filmin üstüne bir de MR çektirdiğim düşünülürse, şahane bir film seçimi yapmadığım da ortada, neyse dünün de öyle bir gün olacağı varmış. geçti, gitti...

film ekimi'nde kayde değer bir film seyredersem, mutlaka yazacağım....

şimdiyse; okuduğum kitaplardan beğendiğim birkaç bölüm yazmak istiyorum:

"...Dünyamızda alışılmışın dışındaki her şeyin açıklanması gerekir ve bu hiç de masum bir gereklilik değildir. Açıklama yaparsınız, neden gösterirsiniz, makul gerekçeler sunarsınız, sonra bir de bakmışsınız tam da sizden açıklama bekleyenlerin dilini kullanıyorsunuz, kendi dilinizi değil. Birilerine açıklama borçluysanız, borcunuzu daima kendi dilinizi harcayarak ödersiniz. " 

(Sinek Isırıklarının Müellefi/Barış Bıçakçı-Yasmin'in verdiği bir kitap, okuması rahat, akıcı bir kitap)

"...Dünya karmaşık bir yer olduğu için bu oyuna katılmanız gerekmez. Bunun yerine, konu beslenmeden, fiziksel ya da zihinsel sağlığa ve mutluluğa kadar herhangi bir şey olduğunda sizi sadeliğin ve basitliğin yönlendirmesine izin verin."

(Tibet'in Gençlik Pınarı/Peter Kelder)

bu kitabı, tibet egzersizlerini yapmaya başladıktan sonra okudum, kitap işin daha çok felsefesini anlatıyor ancak ben işin egzersiz kısmından daha çok etkilendim. egzersizleri yapmaya mithat sayesinde başlamıştım. belki daha önceleri de yazmışımdır, spora çok yatkın bir tip değilim ancak tibet egzersizlerini her sabah yapıyorum kendimden beklenmeyecek bir disiplinle. iyi geliyor, bir kere zor değil, yani çok zor değil, topu topu 10-15 dakika sürüyor ve güne daha iyi bir nefesle, modla başlıyorum.
tibet egzersizleriyle ilgili bir video buldum internette, tabi ki ben bu adam gibi yapamıyorum hareketleri ama yaptığınız kadarıyla bile denemeye değer! gençlik pınarında yıkanıp gençleşeceğinizi düşünmediğiniz sürece, egzersizler gayet iyi geliyor bedene:)
tibet egzersiz videosu için tık!

iki kitap daha var bahsetmek istediğim...

birini banu tavsiye etmişti ısrarla, sen kesin seversin diye. adı "küçük vahşi". 40'lı yaşlara merdiven dayamış, maddeten oldukça iyi durumda ancak ruhen yolunu kaybetmiş bir adamın çocukluğuna yani özüne dönme isteğini konu edinen bir kitap. kitabı sevdim, hızlı okunuyor ancak hüzünlü bir hikayesi var, okuduktan sonra etkisinde kalıyorsun bir süre. çocukluğumuza dönme isteğimiz belki hepimizin içinde bir yerlerde var ama ne kadar olası, ne kadar gerçekçi? tartışılır...

diğer kitabın adı "cesur sorular"! onu ayrıntılı olarak başka yazıda yazacağım.

şimdi sizi çok severek izlediğim "take this waltz" filmine de isim babalığı yapmış leonard cohen'le başbaşa bırakıyorum. (take this waltz, son zamanlarda izlediğim en iyi filmlerden biriydi. asıl amacım, filmin içinde bu şarkıyı da kullandıkları müthiş sahneleri size izletmekti ancak öyle bir çalışma bulamadım youtube'da:( siz en iyisi filmi izleyin:)
bu arada geçtiğimiz ay, leonard cohen'i tekrar izleme fırsatı yakaladım istoş'ta ancak gerek mekanın anlamsız büyüklüğü gerek her saniye flashlı fotoğraf çekerek dikkat dağıtan izleyiciler, açıkhava'daki konserin tadını yaşatmadı bana. sen gene de bize bakma leo, çok yaşa, gene gel güzel insan buralara...)



üff çok şeyi bir anda yazdım, biriktirmeden yazmak istiyorum aslında. ama bunları yazmasam da aklımda kalacaktı...

hadi görüşmek üzere...

28 September 2012

yazmak, okumak üzerine...

uzun zaman oldu yazmayalı. keyfimden değil, babam rahatsızlandı, elim gitmedi yazmaya. çok şükür ki, iyi şu an babam...
o kadar çok şey vardı ki yazacağım...hepsi uçtu gitti aklımdan, daha doğrusu önemini yitirdi babam rahatsızlanınca...önemli zannettiğim ne varsa, hiçbir önemi olmadığını görüverdim o dönem. sevdiklerimize hiçbirşey olmazmış gibi yaşıyoruz, ya da hiç ölmeyecekmişiz gibi...halbuki hiçbir şey sür git değil bu hayatta, bir gün biz de çekip gideceğiz işte... bunu bilerek, zaman zaman bunu hatırlayarak yaşamak gerek...ben çok mu böyle yaşıyorum? elbette hayır ama azaltabileceğim ve çoğaltabileceğim birçok şey var hayatta, mesela ota boka takılarak, üzülerek geçirdiğim vakitleri azaltabilirim. sevdiklerime daha çok vakit ayırabilirim, onların tadını daha çok çıkartabilirim. gereksiz birçok şeyi hayatımdan atabilirim...
bu yapabileceklerim ve yapmayı tercih etmeyeceklerimin listesi uzun, şimdi o listeye girmeyeceğim...
ama şunu söyleyebilirim, daha çok yapmak istediklerimin içinde daha sık blog yazmak da var.
*
kendimizi ne kadar tanıyoruz? peki ya sevdiklerimizi? yazarak kendimi daha iyi tanıdığımı düşünüyorum, çok bilmediğim ya da görmezden geldiğim bazı hallerimi bu sayede farkediyorum belki de...aslında sevdiklerimizi de tam anlamıyla tanıdığımızdan emin değilim. hepimiz kendi bakış açımızla karşımızdaki kişiyi değerlendiriyoruz ve bu değerlendirmeye göre onu tanımlıyoruz. ama belki de bizim çizdiğimiz şablonla o kişinin özü, birbirleriyle çok da örtüşmüyor. demek istediğimi tam anlamıyla anlatabildiğimden emin değilim, belki bir örnekle daha net açıklayabilirim. mithat da blog tutmaya başladı, çok sık yazmıyor ama, arada yazıyor. onun yazılarını okuduğumda, şaşırıyorum zaman zaman. "aa mithat demek bu olayı bu şekilde görmüş, bu şekilde aktarmak istemiş. şu olaydan etkilenmiş, diğer olayı ne kadar komik gözlemlemiş, yazmış vs vs..."yani aynı evde yaşadığımız eşimin bile farklı yönlerini yazı ile görüyorum.
*
yazarak, okuyarak sanki daha çok özümüze dönüyoruz. o yüzden de belki, okuduğum kitaplardaki karakterleri bazen çevremdeki herkesten daha yakın hissedebiliyorum kendime. günlük hayatta doğal olarak, her duyguyu, düşünceyi dile getirmiyoruz, çoğu zaman yüzeysel yaşıyoruz. mesela çok da iyi tanımadığımız bir kişinin o an, o şekilde bakışının, gülümsemesinin veya kaşlarını çatmasının ardında neler yattığını çoğu zaman bilmiyoruz, düşünmüyoruz bile sebebini. etrafımızda çoğu dikkat etmediğimiz kişinin kimbilir nasıl bir iç dünyası, hayal gücü var? genelde aşık olduğumuzda büyülü geliyor karşımızdaki kişinin özellikleri, ya da o zaman farkına varıyoruz onun iç dünyasının özelliklerine, kendimizce...
*
bu sıralar sabahattin ali'nin "kürk mantolu madonna" kitabını okuyorum. bu kitabı yıllar önce okumuştum ama kimbilir nasıl okumuşum, hiçbirşey hatırlamıyorum. halbuki şu sıra çok da ilgiyle okuyorum. hikayenin kahramanı da sessiz, sakin biri dışardan bakıldığında, hatta silik biri ama gerçekte öyle olmadığını okudukça görüyoruz...belki herkesin derinliklerine inebilecek kadar vaktimiz ve halimiz yok hayatta ama en azından sevdiklerimizi daha fazla anlayabileceğimiz bir payımız vardır gibi geliyor bana...
*
hem kendime hem de bu satırları okuyanlara; her daim zengin hayal dünyası ve dünyayı sevme, güzellikleri, özellikleri görebilme becerisi diliyorum. (çalıştığım şirketlerin performans görüşmelerinde, hangi yetkinliklere sahip olmamız gerektiği konuşulurdu zamanında, bu beceriyi söyleyebilsem o yıllarda, güzel olurmuş:)

ted konuşmaları, son okuduğum kitaplar, film ekimi, etkilendiğim filmler gibi konular var aklımda, en kısa zamanda görüşmek üzere...