Featured Post

31 October 2013

Bir Kitap Tavsiyesi: Onlar Benim Kahramanım

Niyet ettim, son zamanlarda beni etkileyen kitapları yazmaya...

Son okuduğum kitaptan başlıyorum...

Onlar Benim Kahramanım-Doğan Cüceloğlu

Defne'yi, psikiyatrist Prof Dr. Yankı Yazgan'ın kitaplarını okuyarak büyüttüm. Kendimi de...Daha önceki yazılarımda da bahsettim; Yankı Yazgan gibi "gerçek ve samimi insanların varlığı" beni hayat konusunda heyecanlandırıyor, umutlandırıyor, sevindiriyor.
*
Yazın, Yasmin'le Yankı Yazgan'dan konuşurken, Yasmin bana Yankı Yazgan'ın babasından bahsetti. Babası Gültekin Yazgan'ın kör olduğunu, hatta hayat hikayesini anlattığı "Kör Uçuş" adlı bir kitabı bulunduğunu söyledi. Doğan Cüceloğlu'nun da; Gültekin Yazgan ve eşi Tülay Yazgan'la yapmış olduğu sohbetlerinden derlediği bir kitabı olduğunu belirtti.
*
Yankı Yazgan'ı takip etmeme rağmen, hayatıyla ilgili bu önemli ayrıntıyı kaçırmışım. Yankı Yazgan gibi birini yetiştiren, üstelik biri kör olan, bu iki insanın hayatını çok merak ettim. "Onlar Benim Kahramanım" adlı kitabı bayram tatilinde bir solukta okudum. Kitabı okurken Yasmin gibi bir arkadaşım olduğu için de kendimi çok şanslı hissettim.

Kitapla ilgili yazılacak, konuşulacak çok şey var. Ama ben size sadece "kitabı okuyun lütfen" demek istiyorum. Tüm sevdiklerime bu kitaptan bahsediyorum. Hatta yakın çevreme kitabı alıyorum da...Yankı Yazgan'ın blogunu farklı bir gözle tekrar inceliyorum...

Hayata hakkını vererek yaşamış bu iki güzel ve güçlü insanı; herkesin okumasını, tanımasını canı gönülden diliyorum.

Aslında kitabın arka kapak yazısını okumanız bile kitabı okumak konusunda sizi heyecanlandıracaktır...

Dikkatli baktığımızda, çevremizin şikayet yarışçılarıyla dolu olduğunu görürüz. Öyle bir yarıştır ki bu, galip geldiğini sananların aslında yaptığı, ne denli güçsüz ve işe yaramaz olduklarını, hem kendilerine hem de çevrelerine kanıtlamaktır.

Elbette şikayet yarışına katılmayanlar da var; kimsenin dikkatini çekmeyen ve yapacak çok şeyi olan bu insanların gerçeğe koşulsuz saygısı vardır. Gerçeği bilmek, kabullenmek ve ona göre hareket etmek onlar için vazgeçilmez bir önkoşuldur.

Abartmayan, yalan söylemeyen, alçakgönüllü ve hoşgörülü bu insanlar, kişisel bütünlük içinde yaşama hizmet etmekten mutluluk duyar. Aslında, yaşıyor olmanın da bir sorumluluğudur yaşama hizmet etmek. Onları bilmeyiz, duymayız ama toplum akıl sağlığını ve dengesini onlar sayesinde korur. Onlar gizli, kahramanlardır. 

Bu kitap, iki gizli kahramanın yaşam öyküsünü anlatıyor. 

Doğan Cüceloğlu

Bu yazıyı, kitabı okumamı sağlayan Yasmin arkadaşıma hediye ediyorum. İyi ki varsın Yasmin:)

30 October 2013

Başka bir annem olsa ne olurdu?

Sen misin havalara girip basket oynamaya kalkan? Hala geçmedi dizimin ağrısı. Hangi tanıdığımla konuşsam, "diz ihmale gelmez!" dedi. Tırsa tırsa doktora gittim dün.
"İyice dinleneceksiniz, bu ilaçları da alın, cumaya kontrol edeceğim, geçmezse, MR"
 "Ya hemen de MR diyorsunuz!"
 "Bakın hemen MR demiyorum" dedi. Uzatmayına getirdi konuyu. Ben de MR çektirmeden, konu büyümeden iyileşmek için, evde mütemadiyen dizlerimi uzatıyorum. Hemen geçsin istedikçe, geçmiyor meret. Önce ağrının varlığını kabul etmek gerekiyor sanırım. Tamam kabul ettim!
*
Bir taraftan da, evde oturmak çok iyi geldi. Ne zamandan beri, Defne'nin resimlerini düzenlemek istiyordum. Bacaklarımı pufa uzatıp oturdum koltuğa, miniklikten beri yaptığı tüm resimlerine baktım, kimilerini eledim, kimilerini özenle dosyaya yerleştirdim.
Defne resimli hikaye yapar ara ara. Ben resimlerine bakarken, arada zımbalı boş bir kitapçık buldum. "Bak tam resimli hikaye yapmaya uygun kağıtlar, ister misin?" dedim. "Aaa dur yapayım" dedi. Ve yaptı:)
*
Sözü çok uzatmadan ona devrediyorum:)
Kapak Resmi
Hikayenin adı: Başka bir annem olsa ne olurdu?
Kırlarda gece lambası ve komodin:)

İyi cevap vermişim:)

"Defne'nin soruları ona zor gelmişti..."
Halaa gülüyorum...:)))


28 October 2013

3 güseller

Oğuz Aral, genç çizerlere "gereksiz taramalardan kaçının" diye öğüt verirmiş. Ben de yazı yazarken, gereksiz lafları budamaya çalışıyorum ama daha yolun çok başında hissediyorum kendimi...

Özetle, sizlere 3 güsel haber vererek iyi geceler dilemek istiyorum...

1. Baskasinema.com ile Bize Her Gün Festival Olacak:): Her gün bağımsız sinema izleyebileceğimiz sinemalarımız olacak:) Yıllardır bu işi, Beyoğlu Beyoğlu sineması sırtlanmış gidiyordu, bu işin büyümesi, destek bulması heyecanlandırdı beni. Muhtemelen çoğu festival filmi olacak. Festivalde kaçırdığımız filmleri bu sinemalarda izleyebileceğiz. Sayıları henüz az ancak artabilir. 1 Kasım'da Onur Ünlü'nün "Sen Aydınlatırsın Geceyi" filmiyle açılışı yapacaklarmış. Festivalde kaçırmıştım filmi, gelecek diğer filmleri de merak ediyorum!

2. Masumiyet Müzesi'nde Sesli Rehber Dönemi Başlıyor!: Hem de bu rehberde bize müzeyi Orhan Pamuk anlatacak. Yazar olarak çok sevdiğim Orhan Pamuk'un sesli rehberi nasıl seslendirdiğini çok merak ediyorum. Evet konuşmacı olarak çok akıcı bir konuşmacı olduğunu düşünmüyorum ancak bir kitabı kimse yazarından daha iyi aktaramaz diye de düşünüyorum...

Merak edenlere, Radikal'de Cem Erciyes'in Orhan Pamuk'la yaptığı söyleşisi...

Söyleşi metni için tık

3-Leyla ile Mecnun Ekibi "Ben de Özledim" ile Sahalara Döndü:): Leyla ile Mecnun'u bilenler bilir, absürd komedi deniyor yaptıkları tarz çalışmaya ama bunun da ötesinde birşeyler yapıyorlar bence:) Bu ülkede böyle kafaların olmasına seviniyorum. Geçen sene malum sebeplerden TRT'den ayrıldılar (ki bence bu kadar uzun süre orada devam edebilmeleri de takdire şayandı). Bu sene Star'da cuma saat 23.30'da "Ben de Özledim" dizisiyle sahalara döndüler. İlk bölüm biraz Leyla&Mecnun ile helalleşmek üzerine kuruluydu. İlk defa seyredenler sıkılmış olabilir, biraz hüzünlüydü de...Olsun, ben sevdim...Bakalım bu sene neler olacak?

Eskilerden...





Bu da Leyla ile Mecnun'la vedalaşılan final bölümü, merak edenlere...

yaktın beni body ekrem!

Bu yazıyı bacağımı uzatarak yazıyorum. (Genelde de öyle yazarım aslında:) Ama bu sefer bacağımı zorunlu olarak uzatıyorum, voltaren desteğiyle...Niye mi? Niyesi şöyle...
*
Kabul edelim ki, düzenli spor yapma alışkanlığı olan bir millet değiliz. Hadi millet adına konuşmayayım, kendime bakayım. Hareketli bir insanım, yürüyüşü, dansı severim ancak spor disiplini bambaşka birşey. O disiplin bende pek yok. Disiplinle yaptığım en iyi sporum, her gün yaptığım 15 dakikalık tibet egzersizleri... (ki bu da kendi adıma oldukça iyi bir aşama diyebilirim.)
*
Neyse, ağaç yaşken eğilir mantığından, Defne'ye spor alışkanlığını daha küçük yaşta vermeye çalışıyoruz. Ama Defne de anasının kızı. Geçen sene bir dönem, yüzmeye gitmişti ancak sene başında yüzmeye gitmeyeceğini, zira "serbest yüzme"yi daha çok sevdiğini buyurdu biz kullarına. Kendisine; jimnastik, aikido, voleybol gibi seçenekler sunsak da, hiç oralı olmadı. O zaman dedik ki; "Madem bunları istemiyorsun çekirge, o zaman senin spor hocaların biz olacağız." Fikir hoşuna gitti. Mithat daha artist bir spor hocası oldu da, benim çalışmalarım biraz uyduruk oluyor haliyle. Bir yerden bir yere, araca binmeden, yürümek gibi egzersizler yaptırıyorum kendisine, normalde hiç hoşlanmaz yürümekten ancak spor hocası ayağına yürüttürüyorum kendisini işte:). Tabi lafını söylemeden de durmuyor: "Mithat Hoca daha eğlenceli şeyler yaptırıyor."
*
Mesela bugün, baba-kız, kayınvalidelerin orada bulunan basket sahasında basket oynayacaklardı. "Ben de geleyim" dedim. İşte Body Ekrem'in kadın versiyonu orada cortladı!
Başta, hafif hafif koşup, gayet güsel ısınmıştık. İyi kötü topun peşinde koşturup, arada basket de atıyorduk. Sonra biraz havaya girdim tabi, ortaokulda erkek basket takımında, fasulyeden de olsa, nasıl basket oynadığımı anlatmaya başladım. Artistik hareketlerle coşuyordum. Taa ki... Bir sıra Mit'ten havalı bir şekilde topu kapmaya çalışıyordum ki, Mit'in ayağına takıldım, önce dizimle, son saniyede avuçlarımla yere kapaklandım. Uzun zamandır böyle okkalı düşmemiştim. Çok canım yandı. Tabi yaralı ceylan olarak saha kenarına çekildim.
*
Bu sırada 2-3 Alman aile de gelmişti basket sahasına. Onların da elinde basket topları; anneler-babalar-çocuklar keyifle oynamaya başladılar. Hem fiziklerinden hem de sahadaki rahat tavırlarından buraya sık geldikleri belliydi. Zaten sonra yanımıza gelip, beraber oynamayı teklif ettiler. O sıra sohbet de ettik. Orada oturuyorlarmış ve her hafta basket oynamaya geliyorlarmış. Defne'nin yaşından lise çağına uzanan bir çocuk-genç profili vardı. Düşündüm, Türkiye'de pazar sosyalleşmeleri genelde "kahvaltı" üzerinden gerçekleşir. Yer, içer, basenleri büyütürüz. Kahvaltı benim için de çok kıymetlidir ancak şu Alman ailelerin yaptığı gibi biraraya gelmek de çok doğal ve keyifli görünüyordu. Hem ailecek spor yapıyorlardı hem de arkadaşlarıyla görüşüyorlardı. Mit'le biz kimlerle yapabiliriz böyle birşeyi diye düşündük, önce bir tıkandık ama neyse ki sonradan aklımıza gelen birileri oldu:)
*
"Sen önce kendine bak!" diyor musunuz bana?:). Walla diyebilirsiniz. Saha kenarında bir süre dinlendikten sonra ağrım geçti ancak kayınvalidelere geldiğimizde farkında olmadan ters bir hareket yaptım ve işte o an ayvayı yediğimi anladım. Dizim şişmiş, haberim yok. Buz koyduk ama biraz geç kaldık sanırım. Şu an tatlı tatlı sızlıyor dizim, uyuduktan sonra düzeleceğine inanmak istiyorum!
*
Ah Body Ekrem ah, yaktın beni!



27 October 2013

güsel güsel

Ufacık bir açıklama yaparak, yazacağım yazılara geçeceğim...
*
Türkçenin doğru kullanılması benim için önemli. Mesela, bir yazıda kelimeden ayrı yazılması gereken "-de'lar, da'lar, ki'ler" birleşik yazılınca, kaşıntılanıyorum, takılıp kalıyorum orada. İlgim dağılıyor, yazıya da ayıp oluyor.
"Ulen türkçeye madem bu kadar önem veriyorsun, sen çok mu doğru kullanıyorsun türkçeyi?" diyebilirsiniz... Diyin de...Zira ben de sütten çıkmış ak kaşık değilim. Misal; bu blogda cümlelere büyük harfle başlamıyorum. Ya da bazı kelimeleri kafama göre uzatıyorum, kısaltıyorum, değiştiriyorum. Mesela; "güzel" kelimesini "güsel" olarak kullanmama çok takılan oluyor...
Düşündüm, bunlar benim kendimi ifade ediş şeklim mi? Olabilir ama evde Defne türkçeyi doğru kullansın, yazsın diye çatlayan bir yanım da var. Bir de; ben başkalarının de'sine da'sına takılırken, millet de benim bu hallerime takılıyor olabilir.
Amma uzattım yaa, kısaca, türkçenin doğru kullanılması konusunda bu kadar hassasken, en azından cümlelere büyük harfle başlayabilirim diye düşündüm. (Ne büyük bir lütuf!) O yüzden tarzımda (o neyse artık;) hafiften bir revizyona gidiyorum...Ama her an da cayabilirim.
Güsele gelince..."Ben güzele güzel demem güzel benim olmayınca..." diyeceğim olmayacak:). Açıkçası bu kelimede "z" harfi bana çok keskin geliyor. "Z" yerine "s"nin yuvarlık hatlı halini daha çok yakıştırıyorum kelimeye. Kelime; daha sevimli, daha sıcak, daha anlamlı gibi geliyor "s"li yazınca. O yüzden kelimeyi "güsel" olarak yazmaya devam edebilirim:)
*
Evdeki işten kaytarıp, kitap-dergi okuduğum dönemlerde babamın bana söylediği bir söz vardı: "Elin kızı kilim dokur, benim kızım roman okur" diye. Sanırım ufak açıklama diye başladığım bu yazı da, mecazi olarak, babamın söylediği söze döndü. Biliyorum Türkiye'nin, dünyanın binbir derdi, telaşı var ama işte bunu da yazasım geldi...İdare edin gaari...(türkçeye gel türkçeye..., rica ediyorum, çok büyük bir beklentiniz olmasın benden:)
*
Neyse, uzatma Füs, diğer yazılara geç...

21 October 2013

kalimera* komşu!

bayram tatilinde; arabayla, komşu topraklara, yunanistan'a gittik. uzun bir gezi yazısı yazmayacağım. sadece gezide benim için önemli olan bazı anıları ve kareleri sizinle paylaşmak istiyorum...
*
dedeağaç-kavala-tasos-selanik yolcuları...

türkiye-yunanistan arabayla çok yakınmış...gidişte, tır yoğunluğu sebebiyle ipsala'da çok bekledik ancak dönüşte hiç sıra yoktu, pırr diye geçtik sınırdan...

sakin ve huzurlu dedeağaç...
 hava bile edepli, yağmur gündüz yağmıyor, gece yağıyor sadece...
dedeağaç-bayıldık bisiklete...
kasımpatılar ve fesleğenler bisikletin sepetindeki toprağa ekili:)
dedeağaç-köftelerin yağlı kağıtta gelmesi okey de, zeytinyağlı greek salad'ı kağıtta servis etmek...epey iddialı!
salatanın yağı dışarı taşmasın diye bir ekmeği bitirmişimdir herhalde:)
benim kahvem ama defne'nin bu fotoğrafı bana çok huzurlu geldiği için paylaşmak istedim...
kavala kalesinden kanatlanan bir martı...hava mis, kurabiyeleri fazla tatlı...
muhteşem tasos! çam ağaçlarıyla kaplı, nefis sahilleri olan şahane bir ada...
bence tam zamanında gitmişiz, sakin mevsimi!
defne bu fotoda kıyıda görünüyor ama sonrasında dayanamayıp kıyafetlerle cuuuup daldı denize! o kadar mutluydu ki...beni de ikna etmeye çalıştı, ben "çık denizden" diyorum, o bana "anne gir denize, harika" diyor...sonuç? tabi ki defne'nin fendi füs'ü yendi:) bizim kıyafetler de epeyce nasiplendi denizden...
tasos- çocukluk hatta bebeklik arkadaşımı gördüğüm sahil:) dünya çok küçük!
26 no'lu plakayı görünce "aa tanıdık biri olur mu acep?" demiştim, içinden şirin çıktı:)) ne kadar mutlu oldum onu gördüğüme...
marble beach-böyle bir plaj olursa, kışın bile denize girersin...
akşamın 6.30 olduğuna, havanın serinliğine bakmadan, ben bile balıklama atladım denize...mit de dayanamadı bu sefer!
"bir şeyi yapmanın sırası onu yapmak istediğin andır" dememiş miydi çetin altan...
tutmadım kendimi, atladım denize, insanlık için küçük benim için büyük bir adımdı:)
akşama ancak sıcak çorbalarla kendimize geldik ama değerdi...
tasos'ta güne veda...
selanik- bizim için selanik farklı bir anlam taşıdı...çok masalsı bir anı bu...
mit'in babasının dedesi, zamanında bir yunan kızına aşık oluyor ve kızı kaçırıyor, anadolu'ya geliyorlar.
doğal olarak, kızın tüm ailesi yunanistan'da kalıyor. iletişim yıllar içinde ister istemez kopuyor...
yıllar sonra, bir tesadüf eseri mit'in babası, ailenin yunan tarafıyla iletişime geçiyor ve geçen sene selanik'te tanışıyorlar!
biz de selanik'te onlarla tanışıp güzel bir gün geçirdik birlikte:) çok sıcak ve çok tanıdıklardı...
hatta yaşlılar evinde yatan ailenin en büyüğünü bile ziyaret ettik. yaşlılar evini ziyaret bizi bambaşka diyarlara götürdü...

ölümlü olduğumuzu hatırlamak lazım. o yüzden de her anın kıymetini bilmek lazım. (size söylemiyorum kendime söylüyorum:)
fotoya dönecek olursak, tabi hayat devam ediyordu...mit'in akrabaları, ziyaret sonrası, bizi salaş bir balık restoranına götürdü. şimdiye kadar yunanistan'da yediğim en lezzetli mezeleri orada yedim...fotoğrafı biraz geç çektim ama idare edin artık;)
diyeceğim o ki; yunan toprakları bize çok yakın, gözünüzde büyütmeyin, vizeniz varsa, biraz zaman, biraz da nakdiniz varsa, basın gaza gidin...yemekler lezzetli, komşunun sohbeti hoş, en önemlisi toprağın sakinliği, fiyatlar şimdilik makul! fiyatlar coşmadan, kalabalık bu toprakları doldurmadan, aklınızın bir yerinde olsun bu diyarlar...

sevgiler...

*kalimera-yunanca "merhaba"

11 October 2013

charles eisenstein ile başka bir dünya mümkün...

yazmayı planladığım ve fakat yazamadığım o kadar yazı var ki, onları yazmadan başka birşey yazarsam, planladığım yazılara ayıp olacakmış gibi geliyor. "e ona da ayıp olmasın buna da ayıp olmasın" derken, hiçbirşey yazmayıp geçiriyorum günlerimi...
"yaşamaktan yazmaya vakit kalmıyor" diye kandırıyorum bazen kendimi. halbuki yazmaya her zaman vakit var. aslında yapmak istediğin şeye, her zaman vakit var...
*
buyrun bayram öncesi yazıya...
*
dün, amerikalı yazar ve konuşmacı charles eisenstein'ın söyleşisine gittik mit'le. son dakikada defne'yi ayarlayıp konuşmaya gidebildiğimiz için mutluyum:) kim bu charles eisenstein derseniz, kendisini yeni dünya düzeninin öncülerinden diye tanımlayabilirim. detay bilgi için about charles'i okumanızı şiddetle tavsiye ederim. esaslı bir zat kendileri...
*
charles eisentein'ı mit sayesinde tanıdım. yazarın "kutsal ekonomi" kitabını kutsal bir kitap gibi okumuştu mit. ben okumasam da, charles hakkında bir görüşüm oluşmuştu. dün kendisini de görünce, kitaplarını okumak konusunda daha bir heyecanlandım.


bir kere son derece gerçek bir adam. uçaktan indiği gibi söyleşiye gelmiş. (giftival adlı bir oluşumun toplantısı için gelmiş istoş'a aslında)
sade. bize öğretilen özgüvenli oturuş, havalı bakışlar... felan, yok bunlar.
doğal, çocuksu haliyle gayet güçlü bir duruşu vardı bana göre.
*
konuşmasının hepsini tek tek yazmayacağım. ancak aklımda ve kalbimde kalanları minik minik yazıyorum. o kadar doğal, o kadar içten anlattı ki, konuşmanın sonunda gidip adamı yanaklarından öpesim geldi. bu adamı takip etmekte fayda var. yeni bir kitabı daha çıkıyor. (the more beautiful world our hearts know is possible) . türkçesi de çıkacak sanırım. okuyup ırgalanak diyorum...

şimdi konuşmadan bazı alıntılar...

-şimdiye kadar hep güçlerle yönetilen bir dünyada olduk. para da bu güçlerden biri. "artık bu işten para kazanmayacaksınız" denilse, kaçınız "ama benim hayat amacım bu işti" diyerek işine gitmeye devam eder?

-evet doğru, umutsuzluk var. bana göre umutsuzluğun 2 sebebi var:
1-ben tek başıma bütün güçlere karşı ne yapabilirim ki?
2-içten gelen yas enerjisi

-çocuklara bakın. çocuk, bu dünyanın daha güsel yaşanabilecek bir yer olduğunun farkındadır. onlar için herşey mümkündür.

-size doğal olarak verilen içinizdeki mükemmel hediyeyi keşfedin ve bu hediyeyi etrafınızla paylaşın. minicik görünen, hiç kimse için birşey ifade etmez diye düşündüğünüz birşey, farklılık yaratabilir.

-sistemde, genel olarak; "ben iyiyim ama tüm bu kötülükler başkalarından kaynaklanıyor" diye bir düşünce şekli hakim. amerikan filmlerinde de hep kötüler-iyiler savaşı var ve iyiler filmin sonunda hep bir şekilde kazanıyor. bu hikayenin değişme vakti gelmedi mi? karşımızdaki kişi kabul etsek de etmesek de, "bizim aynamız". hepimiz biriz. kendimizi doğadan, insanlardan ayrıştıramayız. 

-naif bulabilirsiniz beni. evet naifim ancak şu an başka yolları deneme dönemi olduğuna inanıyorum. gezi'de farklı kesimleri biraraya getirebilen doğal güç, birçok silahlı/örgütlü gücün yapamayacağı birşeyi başardı. kalbimiz daha güsel bir dünya olduğunu biliyor ancak zihnimiz nasıl olabileceğini henüz tam bilmiyor.

-bana kahramanlarımın kimler olduklarını soruyorlar. (burada birkaç hikaye anlatıyor...)
-amerika'nın bir şehri, suç oranının oldukça yüksek olduğu bir mahallede, panço isimli bir adam "barış evi" açıyor. evin kapıları herkese sürekli açık. 
bir gün panço'yu yolda hırsızlar soymaya kalkıyor. o sırada polis sirenleri çalmaya başlıyor. hırsızlar panço'yu bırakıp koşmaya başlarlarken, arkalarından panço'nun da koştuğunu görüyorlar. "sen niye geliyorsun?" diye sorduklarında "ben de bu mahallenin sakiniyim" diyor. (yani "yok birbirimizden farkımız"a getiriyor durumu.) onları bırakmıyor. ne yapacaklarını şaşıran hırsızlar, "sana ne yapsak da bizi bıraksan?" durumuna geliyorlar sonunda. o da "benimle el sıkışırsanız giderim" diyor...nihayetinde el sıkışıp birbirlerinden ayrılıyorlar...
panço'nun yaşamış olduğu mahallede her geçen gün suç oranı düşüyor...
-x ülkesinde, bir kadının 2 yaşlarındaki kızı parkta düşüyor. anne evde. o sırada onun nasıl bir sarsıntı yaşadığını anlamayan bakıcı, çocukla akşamüstü eve geliyor ancak her şey için, iş işten geçmiş oluyor. küçük kız beyninde yaşadığı bir sarsıntıdan dolayı bitkisel hayata giriyor. annesi hiçbir ses çıkarmadan sevgiyle, çocuğuna 15 sene bakıyor. 15 sene sonunda da çocuk ölüyor. anne bir kere bile çocuğundan bir geri dönüş alamadan ona sevgiyle bakıyor...sabırla...

-bu insanlar bu davranışları başkaları takdir etsin diye yapmıyor. başka bir dürtüyle yapıyorlar. siz de eminim ufak ufak birçok şey yapıyorsunuz. karşımızdakini paralize edecek bir davranış şekli(olumlu manada) ortaya yeni düşünce şekilleri çıkarabilir. (füs: aklıma bu sırada"duran adam" eylemi geliyor.)

-bu sırada soru geliyor. "biz deniyoruz, mesela eylemler zamanı polislere çiçek attık ancak provokasyon olarak adlandırıldı. buna yorumunuz ne olur?" 
"60'lı yıllarda bu tür eylemlere farklı yanıtlar verilebilirdi ancak şu an bu tür davranış kalıpları kategorize edilmiş durumda. karşımızdakinin insan tarafına dokunacak eylemler yaratmak durumundayız. mesela polisle karşı karşıya kaldığınız bir durumda " en aydınlık polis, bizim polisimiz" tarzı yazılı bir pankart çıkarttığınızda, o polis durur. birbirimizden farklı değiliz.

-acı var. ama güsellik de var. yüreğimizde acının ve güselliğin birlikte var olacağı mantığını kabul etmek durumundayız. (füs: yani bu dünya içinde birlikte dönüşeceğiz manasını çıkarıyorum dediklerinden...)

-birçok lokal olması gereken şey, global oldu. mesela yiyeceğimizi daha yakın çevreden edinmeliyiz. bahçede istemediğimiz ot mu bitti, hemen ilaçla onu yok ediyoruz. ondan başka bir ot daha mı çıktı? onu da yok edecek bir ilaç buluveriyoruz...
dünyada global olacak şeyler de olacak. teknoloji gibi...  
doğayı anlamak, doğaya uyumlanmak durumundayız. 
birlikte daha çok şarkı söyleyebilmeliyiz...

kısacası, ayakları yere basan, uçup gitmeden, bu dünyadan bildiren bir kişiydi charles... charles eisenstein'ın "kutsal ekonomi" ve hayat ile ilgili görüşlerini belirttiği kısa bir film var. 12 dakikalık etkili bir video, seyretmenizi öneririm. belki bazılarınıza ütopik gelebilir, olsun seyredin, ne düşüneceğinize bakarsınız...



konuşmaya giderken, bir kitapçıya uğramıştım. kitabın kapağında yazan söz çok hoşuma gitmişti, hemen not almıştım. dün charles'ın konuşmasından çıktıktan sonra hala bu sözü düşünüyordum...düşünmeye değer derim, siz ne dersiniz?

"hayatta önemli olan, nasıl düşünüleceğini öğrenmektir."
(atlar kadar özgür-jeannette walls)