Featured Post

26 May 2014

Sen Çok Yaşa Nuri Bilge Ceylan!

Nuri Bilge Ceylan, Cannes'de son filmi "Kış Uykusu" ile Altın Palmiye'yi kazandı:) Kazandığı günden beri, onunla ilgili her haberi gözlerim dolarak okuyorum. Filmini dört gözle bekliyorum...

Ne mutlu ki, böyle bir yönetmenimiz, böyle güzel bir insanımız var.

NBC'ın filmlerini hiç izlediniz mi bilmiyorum ancak onun filmlerini izlemek için hayatın koşuşturmacasından biraz uzaklaşmanız, durulmanız gerekir. Kendinizi NBC'ın dünyasına bırakmanız gerekir. Onun filminin etkisi, film bittikten sonra başlar. Filmi izledikten sonra, filmi yaşamaya devam edersiniz. Film bittiğinde bazen anlamadığınızı düşündüğünüz şeyler, hayatın akışında size bir şekilde görünüverirler. Filmleriyle; hayatınıza, düşünce şeklinize yeni bir pencere açar...Tıpkı Haneke gibi, Lars Von Trier gibi...

Niye bunları yazdım bilmiyorum ancak bunlar döküldü parmaklarımdan...

Cem Erciyes'in yazısında beğendiğim bir bölümden alıntı yaparak, bir kez daha teşekkürlerimi sunuyorum Nuri Bilge Ceylan'a...

Altın Palmiye'yi veren jüri başkanı Jane Campion ilginç birşeye dikkat çekmiş: 

"Ceylan başka sinemacıları kıskandıracak kadar dürüst. İnsanları anlatırken onların bencilliklerini, acımasızlıklarını, tutkularını, aldırmazlıklarını hakikaten rahatsız edici bir dürüstlükle anlatıyor. "Mayıs Sıkıntısı"'ndaki sinemacı, "Uzak"taki fotoğrafçı, "İklimler"deki erkek için başka ne denebilir ki..."

Yazının tamamı için tık...


Kış Uykusu(Fragman) paylaşan: tercumaniahval

20 May 2014

Nuri Bilge Ceylan ve Michael Hardt

Bugün okuyup, etkilendiğim 2 yazı oldu. Paylaşmadan günü kapatmak istemedim...

1. Arkadaşımın facebook'tan paylaştığı Nuri Bilge Ceylan röportajından bir bölüm. Ne kadar doğru demiş üstad...

'Bizim halk zayıflığı sevmiyor. Zayıflığın ne şekilde olursa olsun sergilenmesini bir erdem olarak görebilecek bir gelenek yok. Biraz da bu nedenle Erdoğan bu kadar oy alıyor. Mütevazılık falan hiçbir zaman gerçek bir üst değer olamamıştır bizde. Bir ortamda mütevazı olmaya kalkarsanız saygı hemen azalmaya başlar, hissedersiniz. Kültürün bütün elemanları insanları şişinmeye, öğünmeye, defolarını gizlemeye itiyor. Bu da çok ağır bir yük taşımamıza neden oluyor. Gizlenecek şeyler devamlı birikiyor. İtiraf kültürü gelişse, bunları söylediğimiz zaman takdir görebileceğimizi düşünsek bunları açığa çıkaracağız. Yükten kurtulacağız. O zaman politikacı da özür dilemek için adeta fırsat kollayacak belki. Takdir göreceğini düşünecek. Ama bugün düşünmüyor, çünkü özür dilediği anda işini bitirecekler.'

                                                                                                             Nuri Bilge Ceylan

2. Pınar Öğünç'ün siyaset felsefecisi Michael Hardt ile yaptığı röportaj: Soma, Erdoğan için dönüm noktası olabilir!

Röportajda; Soma, yeni sınıf mücadelesi, Gezi ve benzeri hareketlerden bahsediliyor. Burada yazıdan1-2 alıntı yapıyorum ancak röportajın hepsini okumanızı tavsiye ederim...tamamını okumak için: tık

Hükümetin "bu ülkenin başbakanına yuh çekersen tokadı yersin" noktasına erişmiş muhalefet bastırma yöntemini nasıl buluyorsunuz?
Son bir yıldır hükümetin her türlü protestoya sadece güçle karşılık vermesi çok ilginç. Biber gazı harcaması bütçede gerçekten büyük bir kalem tutuyor olmalı. Benzer durumlarda hükümetler küçük ödünler verir, göstericilerinin bir kısmını kazanmaya çalışır. AKP sadece baskı kullanıyor. Genelde bu strateji çok uzun ömürlü olmaz. Hatta hükümet politikaları içinde en vahşi ama en zayıf olanıdır. Bunun er ya da geç geri tepeceğini düşünüyorum. AKP bana ne tavsiye edeceğimi sorsa, neyse ki sormayacaklar (sorsalar ne iyi olurdu-füs), esnek bir siyaset sergilemenin daha zekice olduğunu söylerdim. Bu sadece gaddarlık, çok da tehlikeli.

Bu da sizin alanınız...Hükümetlerin bir biyoiktidar biçimi olarak bir grubu "iç düşman" ilan edişiden, ağır militarist teçhizatlı polis gücünü, göstericileri sokak sokak yakalamaya, yaralamaya, doğrudan zarar vermeye yönelik kullanışından konuşurken "savaş" kelimesini kullanmaktan imtina etmeli miyiz? Bir hükümet vatandaşlarının bir kısmına savaş açmış olabilir mi?
Öncelikle haklısınız, bunu daimi bir savaş ya da bir tür savaş olarak tanımlamak doğru. Türkiye'de Kürtlerin iyi bildiği bir hal bu. Gezi'den sonra yaşanan da. Evet, hükümetler savaş mantığıyla politika üretebilirler. Ama yine de savaş dediğimizin farklı usulleri ve yoğunlukları var. İmtina edeceğim nokta, bunu kabul ettiğimiz anda "savaşı" şiddetlendirmiş olmamız. Öncelikli vazifemiz tansiyonu düşürmeye, insanları korumaya gayret olmalı. Son yıllarda dünyada Gezi'ye benzeyen hareketlerde yapılan yanlışlardan biri, savaşa savaşla cevap vermek oldu. Bunun sonu felaket. Çünkü polise karşı bu şekilde kazanmak asla mümkün değil.


Peki öneriniz ne?
Bunu ellerinizi kavuşturun ve asla protesto etmeyin anlamında söylemiyorum. Brezilya'da da benzer durum var. Başka teknikler bulmak gerekiyor. "Duran adam" eylemleri ilginçti örneğin. Öyle biçimler bulmalıyız ki, şiddetin dişleri sökülsün, kurtların öndeki o sivri dişini söker gibi...O en tehlikeli diştir ve söktüğünüzde işler değişir. 
....
Umutlu musunuz?
Öyle sormadığınızı biliyorum ama kimileri "umutlu"yu aşağılama olarak kullanıyor. Bize karşı olanın gücünü ve buna rağmen başardıklarımızı unutabiliyoruz. Bazen umut, sadece ne becerdiğimizi hatırlamaktır. 

Umutlu oluşunuza kinayeyle bakılıyorsa, neşenin politik olarak örgütlenmesinden, mutluluğun kurumsallaşmasından söz ettiğinizde iyice naif, sevimli falan bulunuyor olmalısınız. Öyle mi?
Bir de aşktan konuştuğumda öyle oluyor, evet. Sanırım insanlar beni duygusal ve de gayrı ciddi buluyor. Dini yanından bakan var, alakası yok oysa. Kuşaklarla da ilgisi var bu algının. 1960'lar, 70'ler kuşağı politikayı vazife duygusuyla ele alıyordu, neşesiz bir militanlık söz konusuydu. Bu yüzden de politika geçici olarak yapılıp sonra hayata devam edilen bir aktiviteydi. Son on yılda politikayı neşeyle yapan bir kuşak var. Gezi Parkı'nı o dönem gezenler neşeyi de, aşkı da fark etmiş olmalılar. Politika artık hafta sonlarında ya da geçici bir süre, üstelik mutluluktan uzak kalarak yapılan birşey değil.






16 Ton

Soma'daki faciada 301 insanımız öldü.
Sonrasında...
Soma'da yas içindeki halkın üzerine tomalarla yürümeler, Soma'ya destek için giden avukatları kelepçelerle tutuklamalar, İzmir'de 10(veya 13) yaşındaki bir çocuğu gözaltına almaya kalkmalar, vatandaşı tekmeleyen müşavire arka çıkmalar, devlet yetkililerinden(!) halka aba altından sopa göstermeler(ne abası? gayet açık ve sert çıkışlar)...
Ne yazsam, bu günlerde yaşadığımız insanlık ayıbını anlatmaya yetmeyecek gibi geliyor bana.
Yaşanan facia ile ilgili uzmanların görüşlerini okuyorum, dinliyorum. Olayın derinlerine gittikçe, nasıl bile bile bu noktaya gelindiğini görüyorum. İnsan hayatı hep bu kadar ucuz muydu memleketimde diye kara kara düşünüyorum.
*

“İnsanlar infiale kapılıyor Soma’da çok kişi öldü diye. Ölmezlerse sorun yok mu? İnfiale kapılmamız gereken; yüzlerce insanın orada çalışmaya mecbur olması” Ümit Kıvanç

Ümit Kıvanç'ın bu sözlerini bugün Buğday'ın Facebook sayfasında okudum. Okurken Ümit Kıvanç'ın madencilerle ilgili "16 ton"* isimli bir belgeseli olduğunu öğrendim, merak ettim, sitesinden izledim. Hem dünyadaki hem Türkiye'deki madenciliğin gelişimini(!) ironik tarzda anlatmış. Filmi izledikçe, insan hayatının sadece bizde değil genel olarak dünyada da çok kıymetinin olmadığını bir kez daha gördüm içim burkularak...
(*16 ton, madencilerin yaşadığı zorlukları anlatmak amacıyla 1947 yılında Merle Travis tarafından yapılmış bir şarkıymış.)

Filmi izlemek isterseniz: tık



16 May 2014

2014 Türkiye'si-Soma

İçim çok acıdığında sesim çıkmıyor. Çıkamıyor. 3 gündür boğazım düğüm düğüm, yüreğim yanıyor. Ama biliyorum, ateş esas düştüğü yeri yakıyor.
*
Bugün çok çaresiz hissediyorum ama bu yaşananların hiçbirinin kader olmadığını da biliyorum.
Ancak kadere sığınılan bir ülkede "ölüm bu işin fıtratında var" diye bir açıklama yapılabileceğini biliyorum.
Türkiye'nin 19 yıldır Uluslararası Çalışma Örgütü'nün(ILO) "Madenlerde Güvenlik ve Sağlık Sözleşmesi"ni imzalamadığını öğreniyorum.
Dünyanın daha gelişmiş bölgelerinde robotlarla madenden kömür çıkartıldığını da öğreniyorum.
Bunun da ötesinde, dünyada kömür enerjisine muhtaç olmadığımızı, istersek iklim dostu(insan dostu) enerjiyi üretebileceğimizi de biliyorum.
Nükleer santraller gelişmiş ülkelerde kapatılırken, bizde açılma hazırlıklarının hızla devam ettiğini biliyorum.
Öte yandan, sadece daha fazla kar hırsıyla insanı hiçe sayan bu sistemin de, er geç çökeceğini biliyorum. (Umut ediyorum!)
Herşeyden haberdar olmaya devam ettikçe, acılarımız belki artıyor ama gözlerimizdeki ve gönüllerimizdeki sis perdesi kalktığı için, resmi artık daha net görebiliyoruz. Sadece kendimizi düşündüğümüz bir dünyada mutlu ve huzurlu olamayacağımız artık çok aşikar. Hepimiz dünya denilen bir geminin içindeyiz ve bu gemideki herkesin insan gibi yaşamak hakkı. Devir sadece felaket anlarında birbirimize yardım etme devri değil, içinde bulunduğumuz sistemi yeniden gözden geçirme, birlikte evrimleşme devri. Uzun süreli bir yolculuğun başındaymışız gibi hissediyorum kendimi...
*
 "Vicdan insanın içindeki Tanrı'dır." demiş Victor Hugo.  Zaman; içimizdeki vicdanla başbaşa kalma, yanlıştan hesap sorma, doğruyu eyleme geçirme zamanı...

Başbakanlık müşavirinin insanlığa sığmayan hali unutulmasın!

12 May 2014

33. Film Festivali'nden Seçtiklerim

Bu sıralar eğitimlere ve günlüklere daldığım için, blog yazmaya biraz ara vermiştim.
Zamanı gelmiş herhalde ki, şu an yazıyorum...
Nerede kalmıştık?
Bilemedim, film festivali'nden başlayayım. Bu sene de, maalesef, hatrı sayılır sayıda filme gidemeyerek, bazı biletlerimi yaktım. Neyse, İKSV'ye dolaylı destekte bulundum diyerek, kendimi avutuyorum.
Gidebildiğim filmlere gelince...

1-İkinci kere seyretsem de, seyretmekten gene çok keyif aldığım film: "Bugün Aslında Dündü" (Groundhog Day).

Yazmışımdır, bir filmi genelde 2. kere seyretmem. İkinci seyredişimde filmin etkisinin düşeceğinden korkarım, ki genelde de öyle olur. O yüzden, bu filmi zamanında çok severek seyretmiş olsam da, biletini hafif tereddütlü almıştım. Ama iyi ki de almışım:)). Kahkahalarla seyrettim gene filmi. Kült bir film benim için.
Her gün, aynı günü yaşamaya başlayan ünlü bir haber muhabirinin hikayesi...Her gününüzün birbirinin aynısı geçtiğini düşünüyorsanız, filmi seyretmenizi hararetle tavsiye ederim!


2- 60'lı  yıllardan bir türk masalı : "Küçük Hanımın Şöförü"

Küçükken bayılırdım türk filmi seyretmeye. Sanırım küçükken bu filmi de seyretmiştim. O dönemin türk filmleri o kadar birbirine benziyor ki, seyretmesem de, hikaye yabancı değil. Zengin hayta oğlanın(Ayhan Işık) adam olması için, babasının kendisine vasiyet ettiği hayat testini geçmesi gerekiyor... Tatlı bir nostaljik seyir... Belgin Doruk'un ağzını doldura doldura yaptığı küçük hanım konuşmalarını dinlemek, Ayhan Işık'ın kibar-çapkın delikanlı hallerini seyretmek bile güzel...
Sen ne yakışıklı adamdın be Ayhan Işık! Çocukluğumuzda çok güneşte kalmayalım diye, hep senin hüzünlü hikayenle büyüttüler bizi. Erken gittin vesselam...


3- Hollywood'dan masalsı bir film: Büyük Budapeşte Oteli

Stefan Zweig'dan esinlenerek oluşturulmuş senaryo. (Yazar Stefan Zweig, Hitler egemenliğinin devam edeceği karamsarlığı ile, 1942 yılında eşiyle hayatına son vermişti).
Hikaye de 1930'lu yıllarda geçiyor. Filmde yükselen faşist düzene ince göndermeler var. Ama hikaye kesinlikle karamsar bir atmosferde geçmiyor. Eğlenceli bir polisiye. Filmdeki kahramanların iyimserliği ve saflığı, dönemin karanlığına meydan okuyor. Vizyona da girdi. Su gibi akıp gidiyor hikayesi. Oyuncu kadrosu çok zengin. Müzikler hoş, çekimler de görkemli. Başrolde Ralph Fiennes de iyi oynamış. Ayrıca Tilda Swinton'ın her filmde, birbirinden enteresan rollere girmesine de bayılıyorum.


4-Yasaklı film: İtiraf (Nymphomaniac)

Film festivalinde gösterilen versiyonu bile sansürlü olan versiyonuymuş. Kabul etmeliyim ki, öyle kolay yenilir yutulur bir film değil. Lars Von Trier, tartışmalı konulara gene bodoslama girmiş. 4 saat süren film, 2 bölümden oluşuyor. Cinsellikle ilgili birçok konuya bambaşka açılardan yaklaşıyor. Düşündürüyor insanı...Mit'le ilk bölüm çıkışında oldukça derin konuşmalara daldık...
Gene de, filmin 2. bölümünde biraz fazla mesaj bombardımına maruz kalmış gibi hissettim kendimi. Aklıma, Mahsun Kırmızıgül'ün "filmlerimde her türlü konuya dokundum, mesajın dibine vurdum" yaklaşımı gelmedi dersem yalan olur. Kızma Lars abi, seninle Mahsun'u aynı satırlara koyan benden başka biri çıkmaz ama ne yapayım geldi aklıma...Yoksa senin Dogville'inin üzerine film tanımam!

5-Tam Festivallik Film: Buluşma 

Evet bu film, o tarz bir film. Başkasinema'ya bile gelir mi emin değilim ama konusunu sevdim. Gerçek bir hikaye. Yönetmen Anna, lise yıllarında arkadaşları tarafından mobbing'e uğramış. Yıllar sonra(20 sene kadar), mezunlar buluşmasına da çağrılmamış. Bunun üzerine, lisedeki arkadaşlarını oyuncu arkadaşlarına oynatarak, kendi mezunlar buluşması senaryosunu oluşturmuş. Tabi onun açısından nasıl bir mezunlar buluşması olduğunu izlemek lazım:). Çektiği filmle "ay ne güzeldi o yıllar" klişelerinin arasına soğuk bir duş gibi giriyor. Filmini lise arkadaşlarına seyrettirerek, onların ilk ağızdan tepkilerini ve görüşlerini alıyor. Anlatması zor ama enteresan bir hikaye. Bir arkadaşı, "ben senin anlattığın hikayeyle kısıtlanmış durumdayım şu an, böyle değilim desem ne yazar, sen beni böyle yaşamışsın" diyor. Naapcan işte, herkes kendi hikayesini yaşıyor...Hikayedeki gibi değilsen, huzursuz olmana gerek yok kardeş ama karşındakine hissettirdiklerini ne yapacağız? İşte onu biraz düşünmekte fayda var...



6-Festivalde kaçırdığım ancak sonra başkasinema'da yakaladığım şahane film: Sıfır Teorisi:

Festival ekinde, filmin yönetmeni Terry Gilliam ile yapılan röportajı okumuş ve filmi çok merak etmiştim. Festivalde kaçırsam da, filmi başkasinema'da yakaladığıma sevindim.
Film gelecekteki dünyadan bahsediyor ancak Terry Gilliam, "Şu anda dünyadan ne anlıyorsam onu resmetmeye çalıştım" demiş. Dünyanın nasıl zıvanadan çıktığını esaslı resmetmiş bana sorarsanız. Filmin fantastik bir tadı var, oldukça renkli, hikayeyi karamsar bir tablo yerine renkli bir tablo üzerinden anlatması bence çok daha etkili olmuş. İletişim bombardımanı içindeki insanın zavallılığını ve yalnızlığını çok net ortaya koymuş.
Oyunculara gelince; Christoph Waltz başrolde döktürüyor. Tilda Swinton da öyle uçuk bir role bürünmüş ki, zor tanıdım kendisini:). Diğer oyunculara gelince, onlar da iyi işte...
Hala vizyonda, kaçırmayın derim!


Röportajdan bir bölüm, tamamı için tık
Film, bu iletişim çağında iletişemediğimize dair varoluşçu bir masal, internet çağına dair bir distopya. Sanal bir kalabalıkta çok yalnız olmamız bu çağın laneti midir?
Elbette, bir anlamda böyle! Neyse ki çaresi var, ‘iletişim aygıtlarını’ kapatalım! Azıcık da ‘disconnect’ olalım, lütfen! Ben yalnızlığa ve yalnız kalabilme fikrine bayılıyorum. İnsanların da habire kendileriyle ilgili bilgi yayabilmesine şaşıyorum. Tamam gerçek hayat feci, müthiş baskıcı bir dünyada yaşıyoruz ama kendimizi bu kadar yapay şekilde nasıl harcarız! Benim bilgisayarda işim çok oluyor, meraklıyım. Ama kitap okuyorum, aynı anda üç kitap var başucumda. Pek film izleyemiyorum çünkü neredeyse hepsi birbirinin aynı, yeni bir fikir, yaratıcı hoşluk yok. Hollywood para kazanma makinesi oldu iyice. Eskiden de kötü şimdi. Yapımcı diyemeyeceğim birtakım orta kademeden yöneticiler hissedarların parasını güvence altına almak, gişede para kazanmak adına yalap şalap senaryolar seçiyorlar. Dışarıda o kadar yetenekli insan var ki, küçük bir fırsat bekliyorlar, insanın içi acıyor, yazık!

Malum fütüristik filmler gelecekle ilgili değil günümüze mesellerdir. ‘Sıfır Teorisi’ bu tüketim çağına bir tepki mi?
Bir yanıyla öyle. Tüketim masum bir eylem değil artık çünkü ihtiyaçtan fazlasını ve gereksizini tüketiyoruz. Bunu da bize başkaları söylüyor. İdeoloji ‘tüketim’ olmuş. Bizi yönetenler artık çokuluslu dev şirketler. Her yer reklam, tanıtım. Bunu alırsak daha iyi hissedeceğiz, şunu kullanırsak hayatımız değişecek gibi mutluluğun formülleri veriliyor. Filmdeki sanal cinsellik hiç abartı değil, hatta az bile. İnternette en çok pornoya ilgi var. Bolca twit atarak kendimizi varediyoruz, sevildiğimizi, hayran olunduğumuzu farz ediyoruz. Şöyle her şeyden uzaklaşmaca, bu sahte iletişimden vazgeçip azıcık kafamızı dinlemece yok.