Featured Post

22 August 2014

Çocuklar İçin Aktivite Önerileri...

Defne'nin, yazın keyif alarak yaptığı bazı aktiviteleri, ilgisini çeken bazı kitapları bu yazıda toparlamak istedim. Bu yazı, özellikle 6-10 yaş aralığında çocuğunuz varsa, ilginizi çekebilir...

1-Çocuklar İçin Çizim Teknikleri
Resim yapma konusunda çok yeteneksizim. Ancak bu kitap sayesinde, en yeteneksiz olanlar bile rahatlıkla ve keyifle resim yapabilir:) Çok basit bir dille ve teknikle resim yapmayı öğretiyor. Defne, figürleri severek çiziyor.

2-Ünlü Ressamlardan Sanat Dersleri
Picasso, Van Gogh, Degas, Matisse, Monet, Leonardo'nun resimli hikayelerinde, hem çaktırmadan ünlü ressamlar hakkında bilgi veriliyor hem de çocukta resim yapma isteği uyandırılıyor. Defne, Van Gogh'tan esinlenerek birkaç portre, Degas'tan esinlenerek bir heykel yaptı. Tabi kendi sanatçı özgünlüğünü kullanarak...;)
Model kim dersiniz?


Soldaki ben!, Sağdaki teyzesi
Ad: Angelina, Soyad: Lima, Yaş: 18, Doğum: 1996 1 Şubat
Cins: Kız, Anne: Andrea Baba: Messi (Dünya kupasının etkisi;)
3-Mitoloji İle Eğlenmek
Yazın, Arkeoloji Müzesi'ne gitmenizi hararetle tavsiye ederim. Sıcaklarda, Arkeoloji Müzesi hararetinizi alır. Sakin ortamda müzeyi gezdikten sonra, müzenin Gülhane Parkı'na bakan nefis bahçesinde, ağaçlar altında biraz soluklanmak gibisi var mı?
Müze içinde çocuklarla ciddi ciddi gezmek zor, o yüzden müzeyi gezerken biz de çocuklarla "en çok etkilendiğin heykel hangisi? oyununu oynadık. Birinciliği "Okyanus Tanrısı" aldı görkemli duruşuyla... Kafada birşeyler kalmış olmalı ki, sonrasında aldığım mitoloji kitabına oldukça ilgi gösterdi Defne. Çocuklar, mitolojik hikayeleri masal tadında okuyabilir gibi geldi bana...

Gülhane kapısından Arkeoloji Müzesine mesafe çok kısa ama çocuklar için bu servis keyifli oldu:)
Şu müzenin heybetine bakınız!
Saygılar Oceanus!
Ulu ağaçlar, size de saygılar!

4-Ev işleri: Ev işlerinden daha gerçekçi aktivite olamaz. Hayattaki etkisini hemen görürsünüz:) Bu yaşlarda da herşeyi yapabiliyorlar zaten. Yaptıkça da, daha fazlasını yapmaya hevesleniyorlar, benden söylemesi...

5-Kum'da Hikaye: Bu sene, Jung'un kum terapisi eğitimini almıştım. Eğitimde; anlatmak istediğimiz hikayeyi, çeşitli karakterlerle kumda canlandırıyor ve sonrasında bu hikayeyi analiz ediyorduk. Eğitimi sevince, Defne'nin de evdeki legolarla bu çalışmayı oyun gibi oynayabileceğini düşündüm. Yanılmamışım. Kumda evcilik! Güzel hikayeler çıkıyor ortaya. Arkadaşlarıyla da keyifle oynuyor.



6-Okuduğu kitaplar: Yazın, Defne'nin kitap okumaya çok çok hevesli olduğunu söyleyemeyeceğim üzülerek ve bu durumu kabul ederek...Heidi, Pıtırcık, Alev Saçlı Çocuk, Oğlanlar ve Kızlar,  İyi ve Kötü gibi kitapları okudu. Ara ara İngilizce kitaplar karıştırdı. Vader's Little Princess en kıymetlimisss!


7-Birlikte okuduğumuz kitaplar: Şimdiki Çocuklar Harika (Aziz Nesin'in zamanında kahkahalarla okuduğum kitabı...Bugünlerde kitabı okurken, Defne'nin kahkahalarını duymak da bana çok keyif veriyor.)
Ondan önce de Fedor Amca. (Cem Yayınları'ndan çıkan eski baskısı ve çizimleri nefis ancak sanırım artık Cem Yayınevi'nden çıkmıyor. ). Ben bu kitabı çocukken değil, gençken okumuş ve çok eğlenmiştim. Defne de koptu zaman zaman kitabı okurken...

Bu ülkeden Aziz Nesin gibi yazarlar çıkabilmiş ya, buna da şükür!
Bu baskısını bulamazsanız da, dert etmeyin, alın kitabı, pişman olmazsınız...
8-Kendi uydurduğu hikayelerden biri: Küba Tatili
Çocukların sıkılmasını çok sağlıklı buluyorum. Sıkıldıkları zaman,  çocukların Tv ve I-pad taleplerine sıkı durmayı başarırsanız, ortaya çok güzel şeyler çıkarabiliyorlar...




Toparlama yazı yazmak zormuş! Biraz dallanıp budaklandı sanki yazı ama idare edin artık:) Kısa kısa, daha sık yazsam daha iyi gelecek bünyeye...Hadi görüşmek üzere, esen kalın...

18 August 2014

Haftanın Getirdikleri...

Geçen hafta gündemimde olan birkaç konuyu derleme bir yazıyla toparlamak istedim. Önümüzdeki haftaya yeni yazılar...Güzel bir hafta olsun hepimiz için...

1-Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi...
Blogu okuyanlar hatırlar belki, geçen yaz bu sıralar düşüp dizimi incitmiştim. Bir senedir dizim tam olarak iyileşemedi. Bu süreçte dört farklı doktora gittim. Her biri farklı uygulamalar yaptı, farklı ilaçlar verdi. Baktım doktorların elinde maymuna dönüyorum, aylar öncesinden randevu alınıp gidilebilen bir doktor vardı, onda da bir şansımı deneyeyim, dedim. Doktor, mevcut MR'ıma bakıp, belli bir duruşta röntgenimi çektirdi. Kısa bir muayene sonrasında da halimi anladı. Ben de adama inandım. Sabah-akşam 50'şer kere yapacağım sıkı bir egzersiz uygulaması+ilaç+buz takviyesi verdi. "İki ay sonra gel, iyi bakmazsan dizine, %10-20 ameliyat olma olasılığın bile var" dedi. Tabi ben acayip tırsıp, tüm hareketleri muntazaman yapmaya başladım. Hatta 50 kereyi atlamayayım diye, yaptığım egzersiz sayısını ilk zamanlar abaküsle bile saydım:) Sonra baktım parmakla da sayıyorum, tamam dedim:).
Düşmeyeydim iyiydi ama öyle çok şey oluyor ki hayatımızda, öyle olmasaydı, böyle olmasaydı demenin bir faydası yok... Bana da bu çıktı piyangodan işte. Elimizden gelenin en iyisini yapıyoruz. Yazarken dizimde buz var mesela şu an! Ameliyatsız yırtacağım inşallah bu durumdan...
*
2-Robin Williams ve Süleyman Seba'nın Ardından...
Geçen hafta, Robin Williams ve Süleyman Seba uçup gittiler bu dünyadan. O kadar çok şey yazıldı ki haklarında, ben burada ne söylesem muhtemelen önceden söylenmiş olacak. Okuduklarımdan, bu konuyla ilgili en harbi yazıyı Mehmet Tez'in yazdığını söyleyebilirim. Ama kişisel olarak bende kalanları da, iki satır yazayım:
Robin Williams, en çok "Good Morning Vietnam" ve "Ölü Ozanlar Derneği" filmleri ile kafama kazınmıştır. "Carpe Diem" onun sayesinde lugatımıza girmiştir. Filmlerini sevdiğim için, kendisi tanımasam da, severdim uzaktan. Belli ki ruhu gitmek istemiş bu diyarlardan, umarım gittiği yerde keyfi yerindedir. Bu arada, bunca yazılanlar arasında en trajikomik bulduğum, yurdum insanının Robin Williams ile ilgili haber alıntılarının altına "RIP" yazmasıydı. "Rest in peace"'in kısaltmasıymış. Tey tey tey...

Neyse, gidenlerin yolu açık olsun. Solucan yemi olmadan önce de, bu parça bizlere gelsin...



3-Sabah Saatleri...
"İnsanın en savunmasız olduğu anlar, sabah saatleri, ilk uyandığı dakikalar olurmuş." Bu yazıyı okuduğumda, yalnız değilmişim diye sevindim. Zira, benim en depresif olduğum zaman, sabah zamanıdır. Daha önce de yazmışımdır. "Yaşasın yeni bir güne uyandım, hayat ne güzel!" coşkusuyla zırt diye kalkamam sabahları...Vardır kafamda bazı düşünceler, endişeler, üzüntüler, süzüntüler...Ama kıçımı kaldırıp güne başladım mı, kalkar üstümden kara bulutlar...Günlüğe yazılan birkaç satır, biraz tibet hareketi, müzik, Defne'nin sesi, pencereden gördüğüm güne çoktan başlamış insanlar...Çiçekleri de sulamaya başladım mı, tamam hop hop hop, değiş tonton yaptırır bana gün...Düşünceler eyleme dönünce, hayata da dönüyorum sanırım...Gene de güne daha neşeli uyanmak hoş olabilirdi...Sabah insanı değilsin Füs, kabul et. Bir de geç yatmaaa!
Siz nasıl uyanırsınız güne?
*
4-17 Ağustos 2014-Marmara Depremi'nin 15. yılı.
İstoş her geçen yıl, kentsel dönüşüm projesiyle beton beton doluyor. Kendi felaketine hazırlanan şehir mi demeliyiz İstoş'a? İstoş'un kabahati ne ki?
Bugün okuduğum bir yazıdan:
“Halkımız da kendi felaketiyle ilgilenmiyor”
Bu durumda yapılması gereken en önemli şey; İstanbul’da inşaatı durdurmaktı. Bu yapılmadı. Bugün İstanbul’da bir deprem olsa kimse kıpırdayamaz trafikten. Depremden sonra tüm hükümetler cinayet işlemiştir. İstanbul’daki halkı ölüme veya sürülmeye, Türkiye’yi de iflasa mahkum etmişlerdir. Halkımız kendi felaketiyle ilgilenmiyor, kendi seçtiği adamlarda bu felaketlerle uğraşabilecek kapasite aramıyor.
(Prof. Dr. Celal Şengör - İstanbul Teknik Üniversitesi Yer Bilimleri Enstitüsü)

Ay bunu yazdıktan sonra içim şişti. Sevimli bir konu değil ama İstoş'u bırakıp gitmediğimize göre, bu gerçeğe uygun, kendimizce birşeyler yapmalıyız diye düşünerek, Akut'un sitesine girdim biraz önce. Bunu 15 sene sonra yapmam da ayrı bir meziyet ama olsun. Bir form doldurarak, Akut Kent Gönüllüsü oldum. Bir saatlik eğitimi aldıktan sonra eğitim projelerine katılabilecek duruma geliyormuşuz. Ama gördüğüm kadarıyla pek aktif proje yok. Belki biraz daha araştırmak, Akut'un başka projelerine başvurmak lazım. En azından ilkyardımı adamakıllı öğrenmek lazım. Neyse, kendi kendimi dürttüğüm iyi oldu. Bu huzursuzlukla biraz daha araştırma yapıp, harekete geçerim. Umarım o günleri görmeyiz ama hazırlıklı olmakta fayda var depreme, olabildiğimiz kadar...Evde tatbikat da yapardık bir sıra, onu da ara ara yapmak lazım...
Siz neler yapıyorsunuz depremle ilgili? Eminim bu konuda benden daha aktif olan birileri vardır. Görüşlerinize açığım:)
*
5-İştah açan bir kitap: "İstanbul 100 Lokanta!"
Yazıyı güzel kapatalım:). Bugün kayınpederlerde, Vedat Milör'ün "İstanbul 100 Lokanta" kitabını gördüm ve kitabı iştahla karıştırdım. Karıştırdıkça da iştahım kabardı. Esnaf lokantalarından meyhanelere, balıkçılara kadar çok keyifli lokantalar var içinde. Sevdiğim bazı lokantaları kitapta da görünce, Vedat Milör'le damak tadımızın uyabileceğini düşündüm. (Hadi iyisin Vedat;). Keşfedilecek bir Fatih semti var benim için ufukta...Damağınıza düşkünseniz, kitabı çok tavsiye ederim. (İstanbul hayatıma başladığım ilk yıllarda; Artun Ünsal'ın "Benim Lokantalarım" kitabını kendime rehber edinmiştim. Biraz da Vedat Milör'ü takip edelim. Sonra da kendi kitabımızı yazarız belki, keşif iyidir!)




08 August 2014

Bir Kitap Önerisi: Carl G.Jung- Anılar, Düşler, Düşünceler

Durup durup, sonra bir gecede herşeyi yazmaya çalışıyorum sanki...
Bu bana ne diyor? Ne diyorsa diyor...Yaz işte Füs...Bekleme yapma...
*
Son okuduğum kitaptan bahsedeceğim. Carl Gustav Jung'un "Anılar, Düşler, Düşünceler" adlı kitabı.
Otobiyografileri severim, başkalarının hayat hikayesini okumak, başka hayatları tanımak ilgimi çeker. Onların yaşamlarından, farklı tecrübelerinden birşeyler öğrenmeye çalışırım. Kitabı okurken, bir süre onların hayatlarına dahil olmuş gibi hissederim kendimi.
Jung'u okurken de, Jung'u bir arkadaşımmış gibi hissettim. Çünkü öyle samimi bir dille anlatmış ki kendini...Gerçi kendini bu kadar açabilmesi 81 yılını almış ama insanın açılması o kadar da kolay birşey değilmiş, işin uzmanından bunu görmek de hoşuma gitti...
Çok kolay okunan bir kitap değil yani en azından benim için okuması, sindirmesi kolay olmadı. Çünkü yazdıklarını kafamda evirip çevirdim, kitapta onunla kendimce dertleştim, düşüncesine katıldığım katılmadığım noktaları kitaba not düştüm. Şimdi çevremdekilerin kitabı okumasını bekliyorum tartışabilmek için...
Kitabın çoğu bölümünde "yürü be Jung!" başlıklı notlar düştüm:). Söze dökemediğim birçok hissiyatımı çok net, temiz bir dille anlatmış. Dinle, Tanrıyla ilgili düşündükleri, açıklıkla paylaştığı iyi-kötü yönleri, şaşırtıcı vaka çalışmaları, onu coşturan imgeleri&arketipleri, Freud ile ilgili görüşleri beni çok etkiledi. Özellikle, rüyalarının ve anlattığı hikayelerin gerçekleşmesiyle ilgili kısımlarda biraz ürktüm kendisinden ama ne yalan söyleyeyim, çok yakın hissettim kendisini kendime...
Çok uzatmadan, kitaptan birkaç alıntı yapıyorum...

"Yaşamın sorunlarına ve karmaşıklığına içinizden bir yanıt gelmezse, bu olayların sonuçta çok da fazla bir anlamı olmadığını çok önceleri sezdim. Dış dünya, içsel olanın yerini alamaz...Kendimi yalnızca içimde olup bitenlerle anlayabilirim. Yaşamımı benzersiz kılanlar onlar ve özgeçmişim de onlarla ilgili."

"Bir numaralı ve iki numaralı kişiliklerimin yaşamım boyunca kendi içlerinde ve de karşılıklı sürdürdükleri oyunların günlük tıpta kullanılan "bölünmüşlük" ya da "kopuklukla" ilgisi yok. Tam tersine, bu herkeste olan bir durumdur. Yaşamımda iki numaralı kişiliğim benim için her zaman ön planda oldu ve ondan bana ulaşmak isteyen her şeye her zaman açık olmaya çalıştım. İkinci kişilik tipiktir ama çok az kişi onu ayrımsayabilir çünkü çoğu kişinin bilinci, bunun onların bir parçası olduğunu anlayacak kadar gelişmemiştir." 

"Ruh bedenden çok daha karmaşık ve ulaşılmazdır. Şöyle diyebilirim: Birey, bilincine varabilirse, dünyanın yarısının ruhtan oluştuğunu anlar. Bu nedenle, ruh bireysel bir sorun değil bir dünya sorunsalıdır ve bir psikiyatrist tüm dünyayla uğraşmak zorundadır. Günümüzde bizi tehdit eden tehlikenin doğadan gelmediğini, insan ve kitle ruhundan kaynaklandığını apaçık görüyoruz. Tehlike, insanın ruhundan kopmuş olmasında. Her şey ruhumuzun doğru dürüst işlevini yerine getirip getirememesine bağlı. Bu günlerde birileri kendilerini tutamazsa, bir hidrojen bombasının patlaması işten bile değil!"
"Bir psikoterapistin hastasını anladığı kadar kendini anlaması da önemlidir...Ancak doktor kendiyle ve sorunlarıyla başa çıkmayı biliyorsa, hastaya bunu nasıl yapabileceğini öğretebilir. Ancak o zaman!"

"Bastırmanın içeriğine geldiğimde, durum farklılaştı. Bu konuda Freud'un düşüncelerine katılamıyordum. Bastırmayı cinsel bir travmaya bağlıyordu. Meslek deneyimlerim, bana nevrozda cinselliğin ikincil bir rol oynadığını, örneğin; topluma uyum sağlama, yaşamın acı gerçeklerinin verdiği baskı ve prestij gibi öğelerin daha ön planda olduklarını göstermişti. "

"İnsanı biçimlendiren ve gelişmesini sağlayan, bilinçdışının içeriğine eğilebilmesidir. Yazdığım her şey, içsel bir zorunluluğun sonucuydu...Yazdıklarım bana içimden saldıran şeylerdi...Günümüz insanına, bilinç dünyasının karşıtı bir dengeyi kabul etmek zor geliyor. Bu nedenle, söyleyeceklerimin kimsenin hoşuna gitmeyeceğini biliyordum..."

"Yaygın olan, mantıklı Avrupalı tipi, insanca olan birçok şeyi kendine yabancı bulur. Gurur duyduğu mantığını, canlılığını kaybederek kazandığının ve bu nedenle kişiliğinin ilkel yönünün yeraltında varlığını sürdürmeye mahkum olduğunun farkında bile değildir."

"Başkalarında bizi rahatsız eden şeyler, kendimizi tanımamıza yardımcı olabilirler."

Afrika'ya yaptığı gezisinde tanıştığı bir kabile reisi(Ochwia Biano) "Beyazların ne denli acımasız göründüklerine bak! Dudakları ince, burunları da sivri. Yüzleri kırışıklardan değişmiş. Gözlerinden arayış içinde oldukları anlaşılıyor. Hep birşey arıyorlar. Ne arıyorlar acaba? Beyazlar hep birşeyler ister ve her zaman huzursuzdurlar. Ne neyin peşinde olduklarını biliyoruz ne de onları anlayabiliyoruz. Bizce onlar deli." dedi. Ona tüm beyazlara neden deli gözüyle baktığını sordum. "Kafalarıyla düşündüklerini söylüyorlar" diye yanıtladı. Şaşırarak " Tabii ki öyle yapacaklar" dedim. "Siz neyle düşünürsünüz?" Kalbini göstererek, "Burasıyla" dedi. Uzun bir süre susup düşündüm. Yaşamımda ilk kez biri bana gerçek beyaz adamın resmini çizmişti."

Hindistan'a yaptığı bir gezi sırasında "Bir Hintlinin amacı ahlaksal açıdan kusursuzluğa ulaşmak değil, nirvana durumuna gelebilmektir. Kendisini doğadan soyutlamak ister ve bu amaca yönelik olarak meditasyon yaparak hiçliği ve imgesizliği yaratmaya çalışır. Buna karşın ben, doğayı ve ruhsal imgeleri bilinçli düşünmeyi sürdürmek istiyorum. Ne insanlardan ne kendimden ne de doğadan kurtulmak istiyorum. Doğa, ruh ve yaşam; bana tanrısallığın sürekli ortaya çıkışları gibi geliyor. Daha ne isteyebilirim ki? Bence varoluşun en yüce anlamı, ne olmadığı ya da artık ne olmadığında değil, yalnızca "ne olduğu" gerçeğinde yatıyor. 
("İşte ben de aynen böyle düşünüyorum!" diye bu bölümün sonuna not düşmüştüm:) 

"Tutkularının cehenneminden geçmemiş bir insan, hiçbir zaman onların üstesinden gelemez çünkü o zaman, o tutkular komşu kapıda pusu kurarlar ve herhangi bir anda kıvılcımlanarak insanın kendi evine saldırırlar. Bir şeyden vazgeçersek ve bir şeyi geride bırakıp onu iyice unutursak, görmezden geldiğimiz şeyin güçlenerek geri dönme tehlikesini oluşturmuş oluruz."

"Bu düşte ve imgelerde yaşadıklarım, tamamlanmış bir kişilik gelişme sürecinin bir parçasıdır. Değerlendirmelerden ve duygusal dediğimiz bağlardan arınmışlığı gösterir. Duygusal bağlar, genelde insanlar için çok önemlidirler. Oysa yansıtmaları da içerdikleri için, kendimize dönmek ve nesnelliğe kavuşabilmek için bu yansıtmaları geri çekmemiz gerekir. Duygusal ilişkiler, baskı ve sıkıntıyla yüklü, istek ilişkileridir. Başka bir insandan bir şeyler beklenir. Bu da, hem o kişinin hem de bizim özgürlüğümüzü yok eder. Duygusal bir ilişkinin altında nesnel bir saptama her zaman vardır ve büyük bir olasılıkla ana giz de odur!"
("Beklentisizlik" ne büyük bir hafiflik getirir insana değil mi?Kolay değil ama bu aşamaya gelmek...Jung'un son paragrafında yazdıklarının benzerini ben de geçen gün bir arkadaşıma söylemiştim, sonrasında Jung'un bu satırlarını okumak beni hem şaşırttı hem de düşüncelerime tercüman olduğu için sevindirdi...Eyvallah Jung:)








07 August 2014

Konsere Gidemiyorsak Konser Bize Gelsin...

Bugün, Yasmin'le açıkhava tiyatrosunda Bülent Ortaçgil-Birsen Tezer konserine gidecektik. Konser öncesinde de biraz demlenip, iki çift laf edecektik. Uzun süredir beklediğim bir zamandı, hem Yasmin'le sohbet hem de konser... Anlayacağınız, bugün baya bir havaya girmiştim. İstoş bugün coşup, etrafı sular seller götürünce, haliyle konser iptal edildi. İstoş'un sonraki saatlerde de sağı solu belli olmayacağı için, biz de Yasmin'le içimiz burularak bugünü iptal ettik. (Hoş İstoş naapsın, yıllardır iklim değişikliği olacak, kendinize gelin deniyor ama dinleyen kim? Kendi soyumuzu böyle böyle tüketeceğiz...)
Neyse, ben de bu durum üzerine efkarlanıp, bir kadeh şarap koydum kendime. Başladım birkaç şarkı dinlemeye...
Önce birkaç tane Bülent Ortaçgil ve Birsen Tezer şarkısı patlattım..."Olmalı mı Olmamalı mı?, Değirmenler, Eylül Akşamı, Aşk Bu Değil, Aşk Üzerine Söylenmemiş Herşey..."
Sonra şarkılar diğer şarkıları getirdi...
"Yüksek Sadakat- Haydi Gel İçelim, Kafile, Nazan Öncel-Gidelim Buralardan, Mabel Matiz-Zor Değil, İnce Saz-Mazi Kalbimde Bir Yaradır, Ezginin Günlüğü-Eksik Birşey Mi Var?" ile damardan giderken, Defne geldi yanıma tv seyretmekten.
Ezginin Günlüğü'nün klibini birlikte izlerken, klipte ikimiz aynı anda birşeye takıldık ve gülmeye başladık:) (Bu şarkıyı çok severim aslında ama şarkının çizgilerle anlatılmış bir versiyonu var, insan o versiyonu seyredince, çizgilere takılmadan edemiyor. Şarkının damardan gidişine biraz ayıp oluyor sanki ama bir taraftan bu animasyon, şarkıya sevimli bir hava da vermiş. Baş kahramanın hayalindeki bikinili kadın tiplemesi bizi çok güldürdü Defne ile... Ee havam da değişti haliyle. Şarkıyı bu versiyonda izlemek isterseniz: http://www.youtube.com/watch?v=JCCLTnVQ-24)
Bu vakitten sonra dj'liği Defne devraldı ve Füsun Önal parçalarına geçtik..."Son Verdim Kalbimin İşine" "Ah Nerede Vah Nerede?" sonrasında başka şarkıcılara..."İlhan İrem-İşte Hayat", Yasemin Kumral-Bim bam bom", "Erol Büyükburç-Bir başka sevgiliyi sevemem sevemem sevemem" ile pek güzel dans ettik...Yorulunca, slow şarkılara geçmek istedi dj'imiz...
-Teoman çalalım mı anne?
-Bittabiii. Hangisini?
-"Bana öyle bakma".
Defne şarkıyı içli içli söylerken, beni de içten içe güldürdü:). Dıştan da güldüm biraz ama kızar diye tuttum kendimi. "Kupa Kızı Sinek Valesi" ile devam edip, kapanışı erken bir sonbahar şarkısıyla yaptık: "İstanbul'da Sonbahar!" Ne yapalım, mevsimler değişirken, hele bugün İstoş'u seller götürürken, çok da anlamsız bir şarkı olmadı. Üstelik pek de severim kendilerini...
Hadi bakalım, hepsi olmasa da birkaç şarkıyı buraya da koyuyorum...Şarkıları dinlerken; yanına 3 kadeh şarap(+peynir) yahut 2 şişe tuborg(+fındık) veya 1 duble rakı(+leblebi) tavsiye edilir. (Kararında tüketiniz:)





Defne, Füsun Önal için, sürekli "çok fena dans ediyor değil mi anne?" diyip durdu:) (Bu arada bizimkilerin ismimi koyarken, Füsun Önal'dan da esinlendiklerini yeri gelmişken söyleyivereyim:)