Featured Post

20 December 2018

Şiddetsiz İletişim Mümkün...

Geçenlerde yine bir yazı yazmışım, yayınlamamışım. Dün o yazıyı yayınladım. 2019'da yazmaya niyetliyim ve de paylaşmaya...2018'in son günlerinden girizgahı yapmış olayım...

Biraz önce bitirdiğim bir kitaptan bahsetmek istiyorum. "Şiddetsiz İletişim". Bu kitabın uzun süredir takibindeydim ancak bir sıra baskısı tükenmişti, okumak bu günlere kısmetmiş...



Klinik Psikolog, Akademisyen Dr Marshall Rosenberg, 1940'lı yıllarda Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş ve bu sebeple çok genç yaşta şiddetle tanışmış. Rosenberg sadece fiziksel şiddetten bahsetmiyor kitabında, hatta daha çok; davranışlarımıza, sözlerimize işlemiş, fiziksel olmayan günlük şiddetten bahsediyor. Kitabın her bölümünde durup; kendimle ve çevremle olan iletişimimi gözden geçirdim. Zira kitap düşündürtüyor insanı. Aslında biraz dursak, durabilsek, neleri neleri görüp farkedeceğiz ya, neyse...

Şimdilik kitapta duralım ve başlayalım anlatmaya:

Rosenberg'e göre, Şiddetsiz İletişim'in 4 öğesi var:
1-Gözlem
2-Duygu
3-İhtiyaçlar
4-İstek/Rica

"Şiddetsiz İletişim"'de kendimizi bu 4 öğeyi içerecek şekilde ifade etmeyi, aynı şekilde bu 4 öğe aracılığıyla karşımızdakini de empati yoluyla dinlemeyi öneriyor.
-İletişimde gözlemlediğimiz somut davranışlar neler? (Gözlem)
-Bu gözlemlere bağlı olarak, kendimizi nasıl hissediyoruz? (Duygu)
-Peki ihtiyaçlarımız, isteklerimiz neler? (İhtiyaçlar)
-Bu ihtiyaçları karşılamak için çevremizden rica ettiğimiz/istediğimiz davranışlar neler?(İstek/Rica)

Oldukça basit görünüyor değil mi? Öyle, peki uygulaması? Maalesef; kolay değil. Rosenberg; yargılamalar, karşılaştırmalar, talepler ve etiketlemelerin bizi hayata yabancılaştıran bir iletişim ortamına sürüklediğini söylüyor. Ayrıca, hayata yabancılaştıran iletişimin; kendi düşüncelerimizden, duygularımızdan ve eylemlerimizden sorumlu olduğumuzu fark etmemizi engellediğini belirtiyor.

Ve örneklerle, alıştırmalarla bu yabancılaşmayı bize hatırlatarak, bizi kendi hayatımızla ilgili sorumluluğumuzu almaya çağırıyor. Biraz daha detaya girersek,  Şiddetsiz İletişim için bize şu bileşenleri uygulamamızı salık veriyor:

1-Değerlendirme yapmadan gözlem yap: Bu sürecin ilk adımı: Genellemelerden ve yargılardan kaçınarak, zamana ve veriye dayanan gözlemler yapmamızı söylüyor. (Kitapta bol bol alıştırma var, kendinizi gözlemlemek açısından da bu alıştırmalar etkili.)

2-Hissettiklerini ifade et: Rosenberg diyor ki; "Kendimizle bağlantıda olmak yerine, başkalarına odaklı olma yönünde eğitildik. Hep zihnimizde akıllı olmayı ve başkaları neyi söylememi ve yapmamı doğru bulur diye kafa yormayı öğrendik."
Bu eğitilme şekliyle; duygularımıza ve hislerimize yabancılaştığımızı, düşüncelerimizle hislerimizi birbirine karıştırdığımızı söylüyor. Kitaptan bir örnek verirsem, konu daha iyi anlaşılacak. Mesela "Gitarist olarak kendimi yetersiz hissediyorum" gerçek bir duygu ifadesi değil, daha çok kişinin kendi yeteneğini değerlendirdiği bir düşünce. Kişi; "Gitarist olarak kendimi hayal kırıklığına uğrattığımı hissediyorum" derse, duyguyu konuşmaya başlayacak. Yetersizlik düşüncesinin altındaki duygu neden kaynaklanıyor, bunu fark edip, dile getirmek önemli...

Duygularımızı net ve somut sözcüklerle ifade edebilmek, üzerinde çalışılması gereken konulardan biri bence...

Kırılganlığımızı ifade etmenin kolay olmasa da, gerekli olduğunu düşünürüm. Rosenberg de, yaralanabilirliğimizi ifade etmenin, gerçek iletişimin kurulmasında önemli bir rolü olduğunu vurguluyor.

3-Duygularının kaynağını bul ve kabul et: Bu bölüm, duygularımızın ardındaki ihtiyaçlarımızın farkına varmakla ilgili. Rosenberg, başkalarının söyledikleri ve yaptıklarının, duygularımızın sebebi değil, tetikleyicileri olduğunu belirtiyor. Başkaları olumsuz bir iletişim kurduğunda, 4 seçeneğimiz olduğunu söylüyor: Kendimizi suçlamak, başkalarını suçlamak, kendi duygu ve ihtiyaçlarımızı sezmek, diğer kişinin olumsuz mesajının altında yer alan duygu ve ihtiyaçları sezmek.

Burada duygularımızdan dolayı başkalarını suçlamak yerine; kendi ihtiyaç, arzu, beklenti ve düşüncelerimizin varlığını kabul etmemizi, duygularımızın tüm sorumluluğunu üstlenip, ihtiyaçlarımızı dile getirmemizi öneriyor. Duygumuzla ihtiyacımızı birbirine bağlamamızı söylüyor.

Diyor ki; "Çoğumuz ihtiyaçlar doğrultusunda düşünmeyi öğrenmedik. İhtiyaçlarımız karşılanmadığında, otomatik olarak diğerlerinin hata ve kusurları üzerinde düşünmeye alışığız."
O yüzden şu sorulara odaklanmamız önemli:

-Karşılıklı olarak ihtiyaçlarımız neler?
-Bu ihtiyaçlarla ilgili karşılıklı rica ve isteklerimiz neler?

İhtiyacı dile getirmek kolay olmayabilir ama getirmemenin acısı çok daha zor, kitapta konuyla ilgili dramatik örnekler bulunuyor.

Dün bu konuda, ergenlik çağında olan kızımla bir diyalog geçti aramızda. Okuldan geldiğinde, canı sıkkın ve sinirliydi. Her an patlamaya hazır bir durumdaydı. "Anne çok yorgunum ve pizza yemek istiyorum" dedi. Normalde, böyle bir talebe, pizza sağlıksız bir yemek olduğu için, hemen karşı çıkardım ama bu sefer derin bir nefes alarak; "Hastalığın henüz geçmedi, bu da yorgun hissettiriyor olabilir seni, sinirlisin, moralin bozuk ve moralini düzeltecek bir şey yapmak istiyorsun, öyle mi?" dedim ve bingooo!!! "Evet" dedi ve on kaplan gücündeki sesi yumuşayıverdi. Yaşasın!!! "Peki o zaman, pizza ısmarlayacağım. Bu tür konulara itiraz etmem, tamamen senin sağlıklı ve iyi beslenerek büyümeni istememden ama seni de anlıyorum" dedim. Gülümsedi. Pizzasının yanında, hazırladığım salatayı yedi. (Ben hiçbir şey dememiştim:) İnsanlık için küçük, bizim için büyük bir adım oldu. Pizza yerine moralini düzeltecek başka bir şey bulabilir miydim? Belki ama o an için bulduğum çözümde karşılıklı birbirimizi anladığımızı gördüm. Özellikle ergenlik dönemleri test dönemleri diye düşünüyorum. Kitap bu açıdan da, işime yarayacak gibi görünüyor.

4-Başkalarından ne istediğini/ricanı netleştir ve açık, olumlu bir şekilde ifade et: Bu bölümde bence söylediği en güzel şey şu: "İstemediklerimizi değil istediklerimizi dile getirelim." Olumsuz ricalara direncin fazla olduğunu da belirtiyor. Bu konuyla ilgili verdiği örnek, sizin de kafanızı netleştirecektir. Eşi işte çok zaman geçiren bir kadın, kocasından işte bu kadar çok zaman harcamamasını istemiş ve bu istek neticesinde kocası 3 hafta sonra golf turnuvasına kayıt olmuş. Kadının esas isteği; en az bir geceyi eşinin kendisi ve çocuklarıyla geçirmesiymiş. Ama bunu açıklıkla eşine söylemediği için, eşi başka bir aksiyon almış. (Masal gibi oldu;)

Tabi ne şekilde ricada bulunduğumuz da önemli. Soruş şeklimiz, karşımızdaki kişi tarafından talep veya saldırı olarak da algılanabilir. Burada önemli olan, karşılıklı ihtiyaçların karşılanması. Gene kitaptan bir örnekle açıklayayım. Bir gence ailesi direkt olarak "Neden saçını kestirmiyorsun?" diye sorarsa, gençten tepkisel bir cevap alıyorlar. Ancak ailesi önce kendi duygu ve ihtiyaçlarını açıklarsa, soruları daha fazla rica olarak duyulabiliyor: "Saçın o kadar uzamış ki, özellikle bisiklete binerken önünü görmeni engellemesinden endişeleniyoruz. Kestirmeye ne dersin?"

Empati: Bu konuyu ayrı bir başlık yaptım zira, iletişim iki yönlü. Biz yukarıdakileri yapsak da, karşıyı anlamadığımız sürece iletişimin bir bacağı eksik kalıyor. Rosenberg'in şu empati tanımını sevdim: Empati, diğerleriyle ilgili tüm yorum ve önyargılarımızdan arındığımızda gerçekleşir. Kendinden verdiği örneği de sevdim. Bir gün kızı aynaya bakıp "bir domuz gibi çirkinim" dediğinde, o da kızına "sen Tanrı'nın dünyaya getirdiği en harika yaratıksın" diye cevap vermiş ve ne olmuş dersiniz? Kızı kapıyı çarptığı gibi odayı terk etmiş. Teselli etmek yerine biraz empati gösterip
"Bugünkü görüntünden hoşnut değilsin galiba?" diye sorabilirdim diyor...(Bir ebeveyn olarak, ben de Rosenberg'inkine benzer bir tepki verebilirdim ama o tepkiler bir işe yaramıyor gerçekten)

Empati hakkında;
"Tavsiyede bulunmadan veya tavsiye istemeden önce sorun", "Bunu istiyorlar mı?"
"Durumu düzeltmemiz ve diğerlerinin kendilerini iyi hissetmelerini sağlamak için bir şeyler yapmamız gerektiğine inanmak, kendimizi o ana vermekten alıkoyar. Kendini ana vermek, anda hazır bulunmaktır. Karşımızdakine ve onun yaşadıklarına kendimizi tamamen vermektir. Önemli olan, karşıdakinin içinde neler olup bittiğine, yani o anda ne hissettiğine ve nelere ihtiyacı olduğuna duyarlı olabilmektir.
Eğer insanların sizin hakkınızdaki düşüncelerine odaklanmak yerine neye ihtiyaç duyduklarını duyabilirseniz, onları daha az tehditkar bulursunuz. "
gibi dikkate değer sözleri var.
Rosenberg'in de bahsettiği gibi; anladıklarımızı kendi sözlerimizle karşımızdakine geri yansıtmak da, iyi bir empatik iletişim kurma şekli. Gerçekten doğru duymuş muyuz, teyitleşmekte fayda var.

Kendine Empati: Bana göre de kitabın en can alıcı kısmı burası. Kendimizle iletişimimiz nasıl? Kendimizle şiddet dolu bir iletişimimiz varsa, başkalarına karşı şefkatli olmamız zor.

Rosenberg diyor ki; İçimizde yargılayıcı bir diyalog varsa, ihtiyaçlarımızdan uzaklaşır, onlara yabancılaşırız ve dolayısıyla da, bu ihtiyaçları karşılayacak şekilde harekete geçemeyiz. Depresyon, kendi ihtiyaçlarımıza yabancılaştığımızın bir göstergesidir.

Kendimize şefkatli olmak için;

-Kendimizi yargılamadan; pişman olduğumuz bir davranışın bizde uyandırdığı duygularla ve karşılanmamış ihtiyaçlarımızla bağlantı kurmamızı öneriyor. (Bir yas tutma ve kendimizi bağışlama süreci)

-"Kendimize şefkat göstermenin önemli bir yöntemi; korku, suçluluk, utanç, görev veya zorunluluk duygularına odaklanan seçimler yerine, sadece yaşama katkıda bulunma arzumuzdan kaynaklanan seçimler yapmaktır. Davranışımızın ardındaki hayatı zenginleştirme amacını fark ettiğimizde ve bizi harekete geçiren enerjinin arkasında yalnızca hem kendimizin hem başkalarının yaşamını güzelleştirmek isteği olduğunda, zor işlerin bile keyifli yanlarını görür oluruz."

Beni kitapta en çok etkileyen sözler bunlar oldu. Zira bu söylediklerine yürekten inanıyorum. Korku, suçluluk, görev veya zorunluluk duygusuyla hareket ettiğim durumlarda, yaşam enerjimin düştüğünü biliyorum. Böyle zamanlarda varoluşuma yeterince sahip çıkmadığımı düşünüyorum. O yüzden kendimle bağlantıda olmak, benim için çok kıymetli.

Kendimize şefkatimizi derinleştirebilmemiz için etkili bir alıştırma yapıyor kitapta. Ben de yaptım bu uygulamayı ve kendimle ilgili ilginç çıkarımlarda bulundum. Siz de yapmak isterseniz;

Mecburum'u Seçiyorum'a Çevirmek

1.adım: Yaşamınızda keyif almadan yaptığınız, yapmak zorunda olduğunuz her şeyi liste olarak bir kağıda yazın.
2.adım: Bu yaptıklarınızı mecbur olduğunuz için değil, seçtiğiniz için yaptığınızı yazın. (...yapmayı seçiyorum.)
3.adım: Seçiminiz ardındaki niyetle bağlantı kurmak için "Ben ...yapmayı seçiyorum, çünkü ... istiyorum." cümlesini tamamlayın.

Sonuçlardan oldukça etkilendim. Bazı zorunlu gördüğüm durumları, seçim olarak yazmakta zorlandım ama 3. adımda bağlantıyı kurduğumda, bu zorunluluğun aslında beni çok da üzmediğini gördüm. Neyi neden yaptığımı daha net görünce, kendime karşı hoşgörüm de arttı. Bazı konular içinse, gereksiz yere ne kadar enerji sarfettiğimi fark ettim, iyi bir hatırlatma oldu bana.

Kitap hakkında yazmaya başladığımda, tüm kitaptan bahsetmeyi düşünmüyordum ama konular birbiriyle ilintili olduğu için, ister istemez çoğu konudan bahsettim. Öfke konusuna burada girmiyorum, kitap ilginizi çekmişse, okursunuz zaten.

Sadece takdirle ilgili birkaç şey yazıp yazıyı sonlandıracağım. Zira kitabın bu bölümünde göz yaşlarımı tutamadım. Çoğu insan için takdirin yeterince takdir edilmediğini kitapta da gördüm. Çoğu kişi, ben de dahil, hep birşeyleri düzeltme ve iyileştirme derdinde yaşarken, yolunda giden şeyleri görmeyi ve kutlamayı atlayabiliyoruz. Ya da karşımızdakinin bu takdir hissiyatımızı bildiğini varsayıyoruz. Rosenberg'e göre, "harikasın, supersin" gibi övgü içeren takdirler de bir yargı içeriyor. Onun bahsettiği takdir daha çok şu şekilde; "Yaptığın şudur. Bu davranışınla şu ihtiyaçlarım karşılandığından şöyle hissediyorum." Örnek verelim, daha iyi anlaşılsın: " Leyla, çok teşekkürler, bu kitap kulübünü kurduğunda, umutlandım ve heyecanlandım çünkü farklı bakış açılarını duymaya ve düşüncelerimi paylaşmaya ihtiyacım vardı."

(Bu örnek benden oldu, isim farklı, olay gerçek:). Arkadaşım bu kitap kulübünü kurdu diye çok sevinmiştim ancak sevincimi kendi içimde yaşıyordum, arkadaşıma açıklamalı teşekkür ettiğimde, kendimi tamamlanmış hissettim.)

Rosenberg'in en sevdiğim yanı samimiyeti oldu. Burada kitapta verdiği örnekleri çok anlatmadım ama kitabı okuyunca siz de, insana yaklaşımını seveceksiniz diye düşünüyorum.

Yine onun sözleriyle yazıyı bitireyim:

"Evet, sözcükler gönülden geçen gerçekleri aktarmakta yetersiz bir araç olabilirler ama öğrendiğime göre"yapmaya değecek herhangi bir şey, yetersiz olsa da, yapılmaya değerdir"

2019'da yapmaya değeceğine inandığınız şeyleri hayata geçirmeniz dileğiyle,

Sevgiler,

Füs


19 December 2018

Sadeleşme Yolunda, Füsun2.0

Geçenlerde iki yazı yazdım bloga, sonra hoop geri çektim. Sonra eski blog yazılarımı okumaya başladım. Sevdim yazdıklarımı... Yazdığım dönemde, yazdıklarımı şu anki kadar sevmemiştim ama üstünden zaman geçince, daha bir güzel geldi yazdıklarım...Heyecanımı, kendimle olan ilişkimi, paylaşma isteğimi sevdim. Gördüğüm o ki, kendimle iletişimim kuvvetli olunca, başkalarıyla da iletişim kurmaya daha açık oluyorum.

Uzun dönem buraya yazmadım belki ama bol bol günlüğüme yazdım. Hazır bugün 1 Kasım iken, tekrar bloga başlayayım dedim. Ne de olsa, severim ay başlarını...Hesaplaması kolay oluyor;)

Hemen hemen her sene yaptığım "sadeleşme hareketi"ni, bu sonbahar daha radikal bir şekilde yaptım. Kafamda zaten böyle bir plan vardı ama yazın Şebnemler'e gitmemiz planımı hızlandırdı! Şebnem az eşyayla, konforlu bir düzen yaratabilen bir kişidir. Bu özelliğini çok severim ama bu düzenini ilk defa alıcı gözle değerlendirdim! Ve döner dönmez sadeleşme çalışmasına başladım. Afferim bana;) (Bağzı şeylerin bir zamanı vardır.)

Aslında olay sadece evi sadeleştirmek değil tabi. Hepten sadeleşmek; zihni sadeleştirmek, iletişimi sadeleştirmek, ilişkileri sadeleştirmek, hayatı sadeleştirmek...Önce evden başlayayım: Tam 1 ay sürdü evi sadeleştirmek. Evde çok eşyamız olduğundan değil, tüm eşyaları tek tek elden geçirdiğim için, uzun sürdü bu süreç. Sistem yeniliği diyelim. Defne, Füsun2.0 ismini taktı zaten bana:) (4.0'a daha yolumuz var.)Yılların birikmişliği... Kullanmadığımız her eşyayı verdim. Sadece gereklileri mutfakta tuttum. Ne kadar çok gereksiz mutfak eşyamız varmış, hem göz yoruyor hem de fiziksel olarak yoruyor insanı. Anladım yıllarca mutfak işlerinin neden bu kadar gözümde büyüdüğünü...Üstümden büyük bir yük kalktı. Sonra bir hamarat oldum, bir hamarat oldum, ben bile içimden çıkan cevhere şaştım. 40'lı yaşlarda mutfağımı keşfettim anlayacağınız...

Sırasıyla diğer odalar, salon ve kitaplıklar...Evin yarısını çıkardım dersem abartmış olmam sanırım. Defne'nin odası tamamen değişti. Çocuk odasından genç kız odasına geçiş...Gene de beni en çok oyalayan kitaplıklar oldu...Her türlü eşyayı veriyorum da, kitapları tek tek elden geçirmek başlı başına bir iş oldu benim için. Her kitapta olmasa da, bazı kitaplarda, altını çizdiğim satırları okumaya başlayınca, zaman su gibi aktı gitti. Nihayetinde onları da ayırabildim ve ihtiyacı olabilecek gerekli yerlere verdim. En sona günlüklerimi bıraktım. Vakti zamanında atmayı düşünmüştüm günlüklerimi. Ne kadar yazık olurmuş...Ne de olsa, bir nevi kişisel tarihimi yansıtıyor o günlükler benim...Mesela 19 yaşında ne kadar meraklı, neşeli, hayat dolu bir kişiymişim, hiçbirşeyi kafaya çok fazla takmıyormuşum. Tabi seneler geçtikçe, işin rengi ufak ufak değişmeye başlamış ama en boktan halimde bile, mizahı unutmamışım, kendimle dalga geçebilmişim. Bir de arkadaşlar ve sanat; İstanbul'daki en büyük hayat damarlarım olmuş gördüğüm...Yazılar, şiirler, mektuplar, fotoğraflar...26 yıllık İstanbul hayatım film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti diyebilirim...Böyle toplu bakınca, tüm sıkıntılı zamanları da dahil olmak üzere, güzel bir hayat geçirmiş olduğumu gördüm. Nelerin benim için önemli olduğunu, nelerin eksikliğinde dengemin şaştığını da...

Yani ev deyip geçmemek gerek, bana çok iyi geldi evi sadeleştirmek. Mithat'la Defne'ye de;)Evle birlikte kafam da sakinledi. Eve dışardan baktığınızda çok fazla bir değişiklik farkedilmeyebilir ama ben biliyorum neyin nerde olduğunu artık. Kaybettiğimizi düşündüğümüz kaç eşyamız, bu sayede ortaya çıktı. Sistem, hayatımızı kolaylaştırdı.

Hadi evi hallettik diyelim, peki digital dünyayı ne yapacağız? Gün içinde o kadar çok uyarana maruz kalıyoruz ki...Okuduklarınız, izledikleriniz, whatsup, facebook, instagram, twitter... sizi de gün sonunda serseme çevirmiyor mu? Hem iş hem sosyal hayat hızla dijitalleşiyor. Bana fazla geliyor. Bilgi iyi hoş da, hepsini sünger bob gibi içimize çekemeyeceğimize göre, biraz seçici olmamız gerekmiyor mu? Gün içinde kaç kişiyle dijital olarak sosyalleşmek durumundayız? Kaç kişiyi takip edebiliriz? Kendi odağımızı koruyabilmek gittikçe önem kazanıyor diye düşünüyorum. O yüzden zihni sade tutabilmek önemli. Neye ihtiyacım var? Ben ne verebilirim başkasına? Sınırım nerde başlıyor? Nerede bitiyor? Peki ya enerjimiz?

Geçen gün Engin Geçtan&Timuçin Oral'ın 18 sene sonra Açık Radyo'da tekrar yayınlanan Dünya Hali programında konuşulan bir konu vardı. İnsanların birarada olup, birbiriyle ilişkide olmama durumundan, yani yabancılaşmadan bahsetmişlerdi. 18 yıl içinde, yabancılaşma konusunda boyut atladık gibi geliyor bana. Çok iletişiyoruz ama çoğu zaman boş iletişiyoruz...

Şimdilik telefonuma "time limit" koydum sosyal medya ile ilgili. Belli bir zamanı doldurunca, uyarı geliyor. Bu kısıtlama, bir parça da olsa, disipline ediyor beni.

Bu konu derin bir konu. Girizgahı yapmış olayım, sonra devam ederiz belki?

Haydi iyi geceler...

Füs




Yürürken gördüğüm kasımpatılar, saksıda daha güzeller:)

30 October 2018

İyi İnsan Olmak...

Bu yazı da taslakta kalmış. Kalmasın...

Geçen hafta; Defne'nin "İyi insan olmak"la ilgili bir kompozisyon ödevi vardı. Defne, "Yaa anne okulun istediği iyi insanla, benim düşündüğüm iyi insan aynı değil, yazmak istemiyorum hiçbişi" diye söylenmeye başladı. İyi ki söylendi. "Okulun istediği klişe tanımları yazarsan, ödevi kesinlikle göndertmem sana, otur içinden ne geliyorsa onu yaz" dedim. O kadar kendimden emin bir tonda söylemişim ki, dediklerimi ikiletmeden, oturdu yazdı.

O kadar kritik bir konu ki bu...Hayatlarımız başkalarının isteğine göre, böyle böyle şekillenmeye başlıyor işte...Defne'nin direnmesine seviniyorum...Belki okulun da istediği net bir iyi insan tanımı yoktu(?) ama Defne'de bu tür bir direncin oluşması bile, birşeylerin habercisidir diye düşünüyorum.

Yazdığı yazıyı, haberi ve izni olmadığı için yayınlamayacağım ama özet olarak beni çok mutlu eden bir yazı olduğunu söylemeliyim. Yazısında özetle; her zaman doğru davranışı sergileyemesek de, her insanın özünde iyi olduğunu ve asıl önemli olanın, insanların içindeki iyiliği görmek olduğunu anlatıyordu.

İşte benim için en kıymetli nokta bu! Bize toplum tarafından yaşam boyunca; bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde, "hep iyi davranışlar göstermemiz" dikte ediliyor. İyi çocuk olmak, cici kız olmak...Fazla sorun çıkartmamak, olabildiğince uyumlu olmak, başkasını uğraştırmamak...İçimizdeki karanlık, gölge taraf yokmuş gibi davranarak hareket etmemiz bekleniyor genelde...

Suya sabuna dokunmadan, sorgulamadan, ezberci davranışlarla büyüdüğümüzde de; Ursula Le Guin'in dediği gibi patates olmaktan öteye pek geçemiyoruz. Ben kendimdeki karanlık tarafı içten içe bilerek büyüdüm ancak edebiyat ve sinema olmasa, sanki bir tek böyle hisseden, yaşayan kendimmiş gibi düşünerek büyüdüğümü de itiraf etmeliyim. Sanki bu benim kusurummuş gibi, yıllarca o karanlık tarafla yüzleşmekten kaçtım. Daha doğrusu nasıl yüzleşeceğimi de pek bilmeden yaşadım yıllarca. En çok; günlüğüme yazdığım yazılara içimi döktüm ama kendime karşı da çok hoşgörülü davranmadığım için, oralarda da kızdım kendi varoluş şeklime. Toplumun dayağı yetmedi, en güzel dayağı kendim attım çoğu zaman kendime...

Taaa ki Defne'nin doğum sürecine kadar!  İşte o zaman işin rengi değişmeye başladı benim için... O doğmadan, çocuk gelişimi ile ilgili psikoloji kitaplarını okumaya başlamıştım. Okumaya devam ettikçe, kendimi de yeniden doğurma ihtiyacım olduğunu gördüm. Eğitimlere, psikoterapi gruplarına gittim, işimi, çalıştığım sektörü bile değiştirdim, nasıl olduğunu anlamadan...O yüzden Defne'nin doğumu, benim ikinci doğumumdur diyebilirim. Tabi kendimi esas kabulümün 40'lı yaşlarımı bulduğunu da söylemeliyim. Kolay değil şimdiye kadar doğru bildiğin şeylerin, o kadar da doğru olmadığını kabul etmek ve hayatını istediğin doğrultuda şekillendirmek, zaman alıyor...Ama gerekli...Yaşamak için gerekli...Karanlık taraflarla yüzleşmek, kendini her halinle kabul etmek ve kendini şefkatle sarıp sarmalamak.. Bundan sonra, insan kendini gerçekten sevmeye başlayabiliyor...

Bakın ne diyor Engin Geçtan İnsan Olmak kitabında; "İyi insan, çevresine olduğu kadar, kendisine karşı da iyi olan kişidir." (syf: 58)

Tanım ne kadar yalın ama ne kadar kuvvetli değil mi? Sözün özü; kendimizden vazgeçmek pahasına, iyi insan olmayalım. Olamayız zaten. İyi insanmış gibi oluruz o kadar, gerçek bir yaşanmışlık olmaz. Bence hata yaparak, acıyla yüzleşerek ve sadece iyi hissiyatları bünyemizde barındırmadığımız gerçeğini kabul ederek, gerçek sesimizi duyabiliriz. Ancak bu şekilde sağlıklı seçimler yapabiliriz.

Çevremde çok az insan gerçek anlamda paylaşım yapıyor. (Az da olsalar, iyi ki varlar hayatımda:) İşim gereği de, birçok insanla görüşüyorum. Pek çok insan, içindekileri paylaşmadan, karşısındakinin kendisini anlamasını bekleyerek yaşıyor, gidiyor... Hepimiz kendi küçük dünyalarımızda, kendi kendimize yaşarsak, nasıl çıkarabiliriz karanlıkları ortaya? Hayat, gerçek anlamda paylaşabilince güzel...

Defne'nin ödevinden nerelere geldim, neyse, yazımı Jung'cuğumun bir sözüyle noktalayayım...Haydi şen kalın, kendinizle kalın;)

"One does not become enlightened by imagining figures of light but by making the darkness conscious." Carl Jung
Kadıköy vapurundan gün batımı


Fikrisabitliğin lüzumu yok...

Ekim 2018'de yazmışım bu yazıyı. Taslakta bırakmışım. 2018'de başladığım işi 2023'ün Aralık ayında bitireyim dedim. O zamandan bu zamana neler neler değişti, bazı hayat alışkanlıklarım bile değişti...Ama bunu görmek bile güzel...O yüzden yazıyı olduğu haliyle paylaşıyorum...

Kaç kere yazmaya niyetlensem de, bir türlü başına oturamadığım blogumla bugün başbaşayız. Bloga yazmadan, 2 seneyi devirmişim. Hoş bugün de bir bahane bulsam, yazmayı gene erteleyebilirdim ancak kaçacak pek bir yerim kalmadığı için, şu an buradayım:)

Şöyle ki; sabah görüşmemi yaptıktan sonra, öğle vakti eve geldim. Öğle bir arkadaşımla görüşecektim, iptal oldu. Eve gelince, dün gece ocaktaki varlığını unutarak yaktığım yeşil mercimeği, düdüklünün dibinden temizlemekle vakit geçirdim. Yaklaşık yarım saatlik bir uğraştan sonra, düdüklüyü kurtardım, gururluyum!. Bu sevimsiz iş bile, blog yazma eylemimin önüne geçti, düşünün.
Sonra kahve hazırlama, yazma heyecanımı bastırmak için, bitter çikolata...

Bu yazdıklarımı görünce, sanki zorla yazdırıyorlar, yazma kızım deli misin diyebilirsiniz. Ama demeyin:). O iş öyle değil. Sadece yoğunluktan, iş koşuşturmacasından yazamadım dersem yalan olur. Evet ülkenin gidişatı, yazma isteğimi azaltmış olabilir ama yazmamamın esas sebebi, daha çok korkudur diyebilirim. Bu konuya, başka bir yazıda uzun uzun girerim muhtemelen, şimdi geçelim...

Korkuyu bu süreçte aştım aşmasına da, bloga yazma disiplinini kaybedince, tekrar blogun başına oturmak hiç kolay olmadı. Taa ki, bu ayın başında Şebnem İstoş'a gelene kadar...Şebnem ile yazın, bu sene düzenli olarak hareket etme kararı almıştık. Bu kararımızı Ağustos ayından itibaren uyguluyoruz. İkimiz de, düzenli olarak yürümeye çalışıp, birbirimizi haberdar ediyoruz gidişatımız konusunda...Düşündüğümüzden daha disiplinli gidiyoruz bu konuda. Ayrıca; yürürken dinlediklerimiz, karşılaştığımız durum ve insanlar hakkındaki paylaşımlarımız, işi daha da keyifli hale getiriyor. Bizim gibi, pek spor disiplini olmayan edi-büdü, bu işi kıvırdıysa, neden başka konular için de, benzer bir, birbirimizi dürtme çalışması yapmayalım diye düşündük ve yazma-paylaşma konusunda eyleme geçelim dedik. Tekrar yazma konusu bu şekilde gündeme geldi. Şebo yazdı, şimdi sıra bende;)

Hoş ben bloga yazmadığım zaman sürecinde, bol bol günlüğüme yazdım ama olsun, buranın yeri farklı. Bir taraftan da, blog zamanları da geçti mi acaba diye düşünmeden edemiyorum ama bunu denemeden de, bilemeyeceğim kesin. Neden blog zamanları geçti mi diye düşünüyorum? Kendim bile, eskisi kadar blog takip etmiyorum. Daha çok instagramdan ilgimi çeken şeyleri takip ediyorum. Instagramda ufak ufak paylaşımlar yapıyorum ama o daracık yerde uzun yazdığımda, bazen yüreğim daralabiliyor, alan lazım bana...alan...

Amma uzun bir girizgah oldu. Burada, instagramda uzun uzun anlatmadığım bazı konulara, daha damardan girmeye niyet ediyorum diyip, konuyu özetleyeyim.



Dün İstanbul Modern'de gördüğüm bir sergideki eserden (Anthony Cragg-İnsan Doğası Sergisi) esinlenerek, bu yazıma bir isim düşündüm. Eserin adı: Fikrisabit idi. Orada en abuk subuk görünen eser buydu bana göre. Buradan kendimce şöyle bir anlam çıkardım: Fikrisabit olan, bir boka benzemiyor, kendi içinde tıkanıp kalıyor. Bu eser bunun üç boyutlu örneği. Birşeylere takılıp kalırsan eğer, bu eseri aklına getir ve kendine şunu de Füs'cüm; fikrisabitliğin lüzumu yok, bekleme yapma, devaaam eeeet...

Hadi bakalım kaldığımız yerden devam edelim o halde;)

Sıradaki yazılar;

-İyi insan olmak...
-Thunder veya tandır?
-Demlene demlene...
-Instagram çok güsel, gelsene beybisi...

(Bu yazıların başlığı var sadece, ortaya ne çıkar, ben de bilmiyorum henüz, birlikte göreceğiz;)





30 September 2016

Gündüz Vassaf - Ne Yapabilirim?


Ot Dergisi'nde "Gündüz Vassaf'ın Ne Yapabilirim?" kitabının tanıtımını görünce heyecanlanmıştım. Zira uzun zamandan beri, çoğu kişinin yazdıkları, söyledikleri bana, birbirinin aynı, çözümsüz ve umutsuz geliyordu. Kendi kendime günlüğüme yazdıklarımdan da pek birşey çıkmıyordu. Ölümlerin olduğu yerde, her söylenen anlamsız ve boş geliyordu bana. Ama böyle de hayat geçmiyordu...Yani böyle bir hayattan anlamlı bir gelecek çıkarmak mümkün görünmüyordu. Çoğu insan gibi ne yapsam ne etsem diye kafa yormaya başladım. Uzun bir süre, kendime ve yakın çevreme odaklandım. Ben ne kadar kendimi yaşatabiliyorum, ne kadar düşüncelerimi hayata geçirebiliyorum, ne kadar etkin oluyorum, ne kadar dırdırlanmadan çözüm üretiyorum? diye kendimi gözlemledim. Evet yaptıklarım vardı ancak daha yapacaklarım da vardı...

Tabi biraz da desteğe ihtiyacım vardı, bu yolda yalnız olmadığımı bilmek için...
İşte destek bu kitapla geldi bana. Düşündüklerimi ancak kelimelere dökemediklerimi üstad pek de güzel özetlemişti. Gündüz Vassaf'ın yazılarını okuyanlar, Cehenneme Övgü, Cennetin Dibi gibi eski kitaplarını hatmedenler, onun tarzını bilir ancak henüz kendisini okumadıysanız, biraz çarpılmaya hazır olun. Çünkü Gündüz Vassaf, "insanı" sadece Türkiye bazında değil, dünya hatta evren bazında çok geniş bir perspektifte inceler ve tatlı tatlı gerçekleri yüzünüze çakar, ezberinizi bozar. 

Bakınız Gündüz Vassaf'ın kitap önsözü şu şekilde başlıyor: "Ne yapabilirim?, benim gibi, bir harekete, örgüte, partiye hatta ideolojiye bağlı olmayanlara sesleniyor...Tepkilerimizde kendimizi tekrarlamadan, çaresiz çırpınışlarda tükenmeden, "ne yapabilirim"i düşünmeye, yeni bir yaşam ahlakını tartışmaya açmak istiyorum. Kötümserliğe kapılıp edilgenleştikçe, değişim erteleniyor, düzen sürüyor. Değişim biziz!"

Okuduğum kitapta hemen her satırın altını çizip yanına notlar aldığım için, kitabı anlatmaya nereden başlayacağıma karar veremiyorum. Zaten kitap, bulmacanın parçalarının birleşmesi gibi, bütün haliyle okunmalı bence ama size fikir vermesi açısından şunu yapacağım. Bazı bölümlerden teaser niyetine birkaç satır ekleyeceğim. Gündüz Vassaf'ın iznini almadan paylaştığım için biraz tedirginim ancak niyetim iyi, kitabı ne kadar çok kişi okursa, o kadar iyi olur düşüncesiyle paylaşıyorum bu satırları...

Özet olarak, Gündüz Vassaf bize "uyanık olun, kendi gücünüzün farkında olun, edilgen olmak yerine harekete geçin, değişimin kendinizde olduğunu görün" diyor ve bize bu değişim yolculuğunda rehberlik ediyor.

Öyle klasik bir kişisel gelişim kitabı gibi beklemeyin lütfen, dediğim gibi azıcık acıtan ancak kendine getirten bir kitap...Kitabın anlamadığım yerleri de oldu, bazı yerlerde üstadın da kafası biraz karışıkmış gibi geldi bana ama olsun, olacak o kadar. Herşeyi de Gündüz Vassaf'tan beklemeyelim değil mi? Sonuçta bana farklı bakış açıları sunan, normlarımı yeniden sorgulamamı sağlayan, beni birçok konuda harekete geçmeye yüreklendiren bir kitap oldu. Umarım siz de okursunuz...



07 September 2016

Mazoşist misin?

Yazı yazmaya uzun süre ara verip tekrar yazmaya kalktığımda, ilk defa yazı yazıyormuşum gibi kitleniyorum. Açılmam zaman alıyor. Neyse ki, ilk yazıyı yazdım, şimdi açılabilirim;)

Çok hızlı bir çağa girdik. Teknoloji çok hızlı, ruhumuz ise geride can çekişiyor. Sosyal medya adeta gardiyan gibi 24 saat başımızda nöbet tutuyor. Sosyal medyaya elini verip kolunu kaptırman an meselesi. Sosyal medya acemileriyiz. 

Peki ben ne yapıyorum? Sosyal medyadan uzaklaşamıyorum haliyle. Hoş oraya bakmadığım an, inanın daha mutlu, huzurlu bir insanım ancak dünyadan kopuk yaşamak da olmuyor. Hele her günü olağanüstü geçen memleketimde...Notification'ları sessize aldığımı söylemiştim değil mi? Sosyal medyaya bakma zamanlarımı da kısıtladım. Çok yeni bir karar! Sabah 15 dk, öğleden sonra 15 dk, akşam 15 dk. "Ne yapacaksan, bu kadar zaman içinde yap füs" diyorum kendime. Alacağını al, vereceğini ver ve ortamlardan gazla...Zaten oradaki alışveriş durumu bir şekilde tüm günüme yansıyor. Okuduğum bir yazı, bir tartışma, bir film önerisi, bir şarkı veya bir video... 

Aslında sosyal medyayı doğru kullanabilirsem, ondan çok şey de öğrenebiliyorum, hakkını yemeyeyim. Facebook'ta şahsen tanımasam da, takip ettiğim çok güzel birkaç insan var. Onların varlığı; bana güç, ilham ve umut veriyor. Ancak enerjim de kısıtlı, onu biliyorum, o yüzden sosyal medyada uyanık ve seçici olmaya çalışıyorum. Sosyal medyaya, gölgelerin gücü adınaaaa, güüüç bende artıııık! diye kendimce mesajımı veriyorum, o alır mesajımı veya almaz, onun bileceği iş;)

Yahu ne yazacaktım, nerelere geldim gene. Herşey çok hızlı değişiyor. Çocuklarımız büyürken biz de yaş alıp gidiyoruz. Geçiciyiz. Geçiciyiz ama şu an hayattayız ve geçici hayatımızda zombileşmeden insan gibi yaşamak hakkımız. 
Zor bir dönemden geçiyoruz, karamsarlığa kapılmadan sıkı durmak kolay değil. 
İşte bu aşamada, neyse ki yardımıma Gündüz'üm Vassaf'ım geliyor. Dürtüyor beni ve kendime getirtiyor.
Gündüz Vassaf'ın "Ne yapabilirim?-Geleceğe Kartpostallar" kitabına bu şekilde girizgah yapmış olayım... Devamı yarına...


Eğrisiyle doğrusuyla...

"İnsan en çok kendini özler, unuttuğu kendini..."

Evet böyle demiş ünsüzün biri...Unuttuğu kendini bulmak için de kürkçü dükkanına dönmeye karar vermiş. Paslanmış biraz ama kafasının içinde konuşmaktan da yorulmuş. Kaçacak bir yeri de kalmadığı için, oturmuş, yazmaya başlamış.

"Unutmak" fiilini kullanmak biraz abartılı olmadı mı füs? "
"Evet bir parça sanırım ama paslanmış demişti ya, idare et işte. "

Neyse, kaldığım yerden devam edeyim. Pek güzel ünlü sözler yazmışım son yazımda. Ünlü sözleri, alıntıları bilmek güzel, onları kullanmak da güzel ama herhalde en önemlisi bu sözleri gerçek anlamda anlamakta, içselleştirebilmekte. Yoksa herkeşler(ben dahil) pek güzel sözler, alıntılar paylaşıyor sosyal medyada. Hatta kafam şişiyor bazen bu kadar çok alıntı görmekten. Bilgiler, alıntılar denizi içinde yüzüyorum, hatta boğuluyorum bazen...

Yok yok boğulmuyorum o kadar, zira artık beni bir tek "gerçeklik" etkiliyor. Bir insan ne kadar gerçek? Okumuş okumamış olması önemli değil, duruşuyla oluşuyla ne kadar gerçek? Söylediğiyle yaptığı ne kadar birbirini tutuyor? Karşısındakiyle ne kadar gerçek bir iletişim kuruyor? Ne kadar kendi söylediklerine odaklanıyor? Ne kadar karşısındakini dinliyor? Akım derken sonra bokum gibi mi davranıyor? Bilmem ne statüsünde bilmem ne okullarını bitirmiş biri, artık ancak gerçekse etkiliyor beni. Yani o okuduklarını ne kadar içselleştirebilmiş, ne kadarını hayatına geçirebilmiş? Davranışlarına yansıyor mu öğrendikleri? Yoksa birtakım öğrenmişliklerle, ezbere yaşamaya devam mı ediyor? Yukardan kort kort lafları söylemekle yürümüyor artık gemiler...Teoride zehir gibi pratik dersen sallanmaktalarla hayat geçmiyor...Beni umutlandıran, söz ve eylem birliği içinde olabilen insanlar...

Hoş insanın aşkları gibi gerçekleri de değişebilir Turgut Uyar'ın dediği gibi ama olsun, özün değişmez. İşte o özdeki gerçeklik arayışındayım.

İşte bu arayışta, başlıyorum eğrisiyle doğrusuyla yeniden yazmaya...

Eylül'e de selam çakmadan olmaz. Hoşgeldin Eylülcüm...