Featured Post

09 October 2015

Herşey Değişir...

Bir yerden bloga tekrar başlamak istiyordum, dün Filmekimi'nde seyrettiğim "Arjantin" filminden muhteşem bir Mercedes Sosa şarkısıyla yazmaya başlamış olayım...Filmde Sosa'nın söylediği "Todo Cambia" şarkısı türkçe altyazısıyla verilmişti ve sözleri nefisti. Şarkının aşağıdaki ingilizce çevirisi, tam olmasa da, şarkının özünü üç aşağı beş yukarı anlatıyor. Gürül gürül çağladı dün sinema salonunda şahane sesi...Siz de dinlerken yüksek sesle dinleyin derim...

Mercedes Sosa'nın muhalif bir ses olduğunu bilirdim de, dün hakkında biraz da okudum. Sosa, Arjantin'deki 1976 askeri darbe sonrası günlerde, politik duruşundan ödün vermediği için, ülkesinde zor zamanlar geçirmiş. 1979 yılında verdiği bir konserinde tutuklanmış, şarkılarının çalınması ve bundan sonra ülkesinde şarkı söylemesi yasaklanmış. 1982'ye kadar yurtdışında sürgün hayatı geçirmek zorunda kalmış...Ülkesine döndükten sonra da, diktaya karşı sıkı duruşunu korumuş...Saygılar Mercedes Sosa!

Hayat başka topraklarda da çok farklı değil ama herşeyin öyle ya da böyle mutlaka değişeceğinin şarkısını duymak bile iyi geldi dün bana...



Todo Cambia-Everything Changes

The meaningless changes
The profound also changes
Ways of thinking change
Everything in the world changes

Over time the weather changes
The shepherd's herd changes
And just as everything else changes
That I change is not strange

The finest diamond's shine changes
As its brilliance wears off
The little birdie's nest changes
The lover's feelings change

The traveler's path changes
Even though painful
And just as everything else changes
That I change is not strange

Change, everything changes (x4)

The sun's path changes
to sustain the night
The plants change
to wear the green of spring

The fur of the wild beasts change
The hair of the wise ones change
And just as everything else changes
That I change is not strange

But my love doesn't change
No matter how far away I am
Nor the memory nor the pain
of my place and of my people

That which changed yesterday
Will have to change tomorrow
Just as I change
In this faraway land

Change, everything changes (x4)

But my love doesn't change
No matter how far away I am
Nor the memory nor the pain
of my place and of my people

That which changed yesterday
Will have to change tomorrow
Just as I change
In this faraway land

Change, everything changes



03 July 2015

Şahane Animasyon: "Ters Yüz"

Kitaptan bahsedecektim, araya film aldım!

Bence yaz vaktinde yapılabilecek en güzel şeylerden biri, serin sinema salonlarına kaçmak! Üstelik vizyonda "Ters Yüz/Inside Out" gibi şahane bir animasyon filmi varsa...


Sinemaya, ister çocuğunuzla ister yalnız gidin, kafalarımızın içindeki sesleri konuşturan bu şahane animasyon filmini kaçırmayın...Kişiliğin oluşumu, duyguların değişkenliği, hatıra, hafıza gibi kavramlar, hiç bu kadar basit ve keyifli bir şekilde anlatılmamıştır herhalde...Ben filme çocuklarla gittim ama çocuklardan fazla sevmişimdir filmi...Giderseniz, hepinize iyi seyirler...



01 July 2015

Murakami Sever Misiniz?

Eveeet, gelelim kitaplara...
Tatile gitmeden önce, bir arkadaşım "senin bir Murakami okumanı çok istiyorum, bence seversin sen onun kitaplarını" dedi. Okumayı severim ama kalın kitaplar beni hala başta ürkütür biraz. Haruki Murakami'nin de tuğla gibi bir kitabı olduğunu bildiğimden dolayı (1Q84), şimdiye kadar kendisine mesafeli duruyordum. Halbuki başka kitapları da varmış. Arkadaşımla kitapçıdayken, kapağını da beğendiğim daha ince bir Murakami kitabını aldım: "Sınırın Güneyinde Güneşin Batısında"

Kitap okurken su gibi aktı. Ne kadar sade, samimi ve doğal yazmış romanı. O sadeliğin altında yatan derinlik beni çok etkiledi. İnsan duygularının, özellikle bir erkeğin kaleminden bu kadar açık, dobra bir şekilde dile getirilmesi hoşuma gitti. Murakami, kahramanının gel-gitlerini, duygu dalgalanmalarını, iç konuşmalarını oya gibi işlemiş, okuyucuya en şeffaf haliyle sunmuş...
*
Bir kitabı okurken, kitapta sözü edilen müziklere, yazarlara, kitaplara, ressamların eserlerine vs genelde bakarım. Hatta artık kitabı okurken, bunları kitabın ilk sayfalarına not olarak düşüyorum. Okuduğum sırada bakamasam da, hikayeyi hissetmeme yarayacak bu kaynaklara mutlaka bakıyorum. O zaman kitabı daha iyi özümsüyorum. Bu kitabın da müziklerini dinledim. Bazı müzikler hayalimdekine çok uymadı ama uysa da uymasa da, yeni keşifler yapabilmek güzel...
*
Tokyo'da iyi bir işi olan, sevdiği eşi ve 2 çocuğuyla sakin bir hayat yaşayan Hacime'nin sıradan görünen ama sıradan olmayan hikayesi...Kitap bittiğinde bile Hacime'nin sonraki hayatını merak ettiren bir hikaye...
*
Kitabın içinden bir alıntı yapıp yapmamaya karar veremedim. Zira kitabı bütün olarak okuduğunuzda tam anlamı yakalıyorsunuz, şimdi bir parça yazarsam kitabın etkisi düşer mi emin olamıyorum ama ufak bir parça koyayım en iyisi:
"Hafıza ve duyular bu kadar belirsiz ve her yöne eğilimli olduğundan, olayların gerçekten yaşandığını ispatlamak için daima belirli bir gerçekliğe -alternatif gerçeklik diyelim- güveniriz. Belirli bir şekilde algıladığımız olaylar ne dereceye kadar göründükleri gibidir ve bu olaylar ne dereceye kadar biz onları öyle adlandırdığımız için öyledir bilmek mümkün değildir...Bilincimizin sınırları içinde sonsuz bir zincir yaratılır ve gerçekten burada olduğumuz duygusunu veren, var olduğumuzu söyleyen zincir buradan beslenir. Fakat bu zinciri koparacak bir şeyler olur ve zarar görürüz. Gerçek nedir? Zincirin kopan tarafının burasındaki mi? Ya da orada, diğer tarafındaki mi?
Bu noktada hissettiğim işte böyle bir kopuş duygusuydu."
*
Bu yazıyı, kitabın adına da vesile olmuş bir şarkı ile noktalayalım...İkinci kitap diğer yazıda gelsin...

Nat King Cole'dan South Of The Border





Bir Gemi Seyahatinden Bende Kalanlar...

"Çanakkale Boğazı'nda bir yolcu gemisiyle akaryakıt tankeri çarpıştı. Ölen ya da yaralanan olmadı." 27 Haziran 2015.
Bu tür bir haber normalde hızlıca göz gezdirip geçebileceğim bir haberken, geminin içinde yer alan yolculardan biri olunca, durum haliyle bir parça değişti benim için...
Çok uzun yazmayacağım ancak şu an hala hayatta isem, bu konudan ufacık da olsa bahsetmek istiyorum.
Annem, Defne, ben; komşu topraklarda bir gemi seyahati yapmış ve gemiyle İstanbul'a dönüş yoluna koyulmuştuk. Amma velakin, gece saat 1.30'da deprem olduğunu düşündüğüm bir gümbürtüyle yataktan fırladım. Meğer bize boğazda bir tanker çarpmış. Hatta annem aracın bize yaklaşan ışığını görmüş. Biz o vakit çarpan aracın akaryakıt tankeri olduğunu bilmiyoruz. (İyi ki bilmiyoruz.).
*
Herkes çıkıyor kabininden, uzun süre kaptandan anons yok. Ne kadarlık bir hasar aldığımızı bilmiyoruz. Titanik filmi ile yetişmiş bir kuşak olduğumuz için de, ister istemez heyecan yapıyorum. Defne çarpma sırasında uyanmıyor. Onu uyandırmalı mıyım bilemiyorum. Annem uyanık, onları kabinde bırakıp, yukarı çıkıp bilgi almaya da çekiniyorum. Ya birden gemi su alırsa? O sırada çok mantıklı düşünemiyor insan. Can yeleklerimizi giymeli miyiz? Birçok yolcu can yeleklerini giyiyor. Anons olmayınca, herkes kendince bir önlem almaya çalışıyor haliyle. Sonra bir gemi görevlisi dolaşıyor katımızda. "Endişelenecek bir durum yok" diyor ama net bir açıklama da yapamıyor.
*
En nihayetinde, kaptan anons yapıyor. Gemiye bir aracın çarptığını, geminin stabilitesinde ve güvenliğinde sorun olmadığını söylüyor. "Kabinlerinizde kalın" diyor ama dedim ya, Titanik ile yetişmiş kuşak olduğumuz için, nedense çok da emin olamıyorum o saatte dediklerinden. Hele bir süre sonra gemiye yayılan mazot kokusu insanı iyice pirelendiriyor. (Meğer tankerden yakıt sızmaya başlamış) Bir süre sonra midem bulanmaya başlıyor. Defne tosur tosur uyurken, acaba bu kokudan bayılır mı diye endişeleniyorum ama uyandırmaya çalışsam da uyandıramıyorum onu. "Anne beni rahat bırak" diyor, mazot kokusuyla karışık uyuyup gidiyor kuzum. Ben de can yelekleriyle başında bekliyorum...Bir iki saat sonra ya koku azalıyor ya da biz kokuya alışıyoruz...
*
Neyse, o geceyi tüm gemi uykusuz geçiriyoruz, sonradan çarptığımız aracın petrol ürünü taşıyan bir tanker olduğunu öğreniyoruz. (Tankeri hemen uzaklaştırmışlar gemiden, boğaz trafiğini kapatmışlar, Gelibolu mazot kokusu altında kalmış.) Olayın vehametini sonra sonra anlıyoruz. Ne diyeyim, çok çok ucuz atlatmışız. İşte hayat böyle birşey. Hiç tahmin etmediğin bir yerde, sana çok farklı sürprizler hazırlayabiliyor.
İstanbul'a dönüş yolculuğumuzu hiç anlatmayayım, orası da ayrı bir maceraydı ama şu an sağlıkla şu satırları yazabiliyor olmak bile çok güzel birşey...
*
Aslında ben gemide tanıdığım insanları, okuduğum kitapları yazacaktım ama önce bunlar döküldü parmaklarımdan...Onları da yazayım:)
*

Hayatımda ilk defa gemi yolculuğu yaptım. Yapmaya alışık olduğum tarzda bir tatil değildi ama gemide uzun zaman geçirdiğimiz için, insanları bol bol gözlemleme şansım oldu. Özellikle yabancı yaşlı insanların yaşama bağlılıkları çok hoşuma gitti. 80-90'lık yaşlı teyzeler, güzel güzel giyinip makyajlarını yapıyorlardı. Yaşlıların çoğu güleryüzlüydü. Akşamki showlara aktif bir şekilde katılıyorlardı, dans ediyorlardı. "Yaşın kaç olursa olsun, içinde yaşama sevincin olsun!" dedim kendi kendime...
*
Defne gemideki showlara çok meraklıydı. Dans, müzik ve jimnastik gösterilerinin olduğu showları iyi yerden izleyebilmek için, salona ilk gidenlerden oluyorduk. Yine böyle erken gittiğimiz bir akşam, burada tanıştığımız bir çiftin hayat hikayesinden çok etkilendim. Çift Kanada'dan gelmiş. Defne, adama Kanadalı'ya hiç benzemediklerini söyledi. (Çok bilirmiş gibi Kanadalılar'ı...) Meğer Kanada'ya Uganda'dan iltica etmiş Hint asıllı vatandaşlarmış. 1972 yılında, Uganda'da Hint kökenli insanlara çok zulüm yapılmış, çoğu Hintli öldürülmüş, bazıları da ülkeden kaçarak canlarını zor kurtarabilmişler...Bu çift de kaçarken, kadın hamileymiş, yolda bebeğini düşürmüş ama neyse ki, Kanada'da yeniden çocukları olabilmiş. Adamın babasından öğrendiği bir zanaatı olduğu için(kuyumculuk) bu işi Kanada'da da yapabilmiş. Çok tatlı bir çiftti. Şu an Suriye'de yaşananları da anlayabildiğini söyledi adam. "Yaşamayan bilemez tam olarak bu durumları ama ben onları anlayabiliyorum" dedi...Dünyanın başka bir noktasından, ne kadar benzer hikayelerle tanışabiliyor insan...
*
Geminin durduğu bir adada, şirin bir restorana gittik. Bir adamın üzerinde "Dance saved my life" yazan bir t-shirt vardı. Adam öyle atletik yapılı biri değildi ama yüzüne baktığımda gerçekten bir yaşanmışlık hissiyatı aldım adamdan. Yemekte ister istemez bu sözü düşündüm. Olabilir miydi? Dans insanın hayatını kurtarabilir miydi? Belki de kurtarabilirdi? Mesela bana çok iyi gelen birşey dans etmek, düşüncelerin ağırlığı altında ezildiğimi hissettiğim zamanlarda "hop hop hop değiş tonton" yaptırabilen sihirli bir değnek dans! İnsana yaşam enerjisi, hayat veren şahane bir meditasyon dans! Velhasıl, sevdim bu sözü. Adam arkadaşıyla yemekten kalkarken, adama dayanamayıp laf attım. "I liked your t-shirt" diyiverdim:). O da çok nazikçe gülümsedi bana...Oh içimde kalmamış oldu düşündüklerim:)

*
En iyisi kitapları öbür yazıda yazayım, yoksa bu yazı uzayıp gidecek böyle...
*
Gemide show'da dinlediğim müziklerden biriyle yazıyı bitireyim dedim, aklıma gelen ilk şarkı bu oldu:)

08 June 2015

Yaşa "Oy ve Ötesi"!


Yorgunum ama tatlı bir yorgunluk bu. Dün seçimlerde "Oy ve Ötesi" gönüllüsü olarak çalıştım. Geç bile kalmışım böyle bir oluşumda yer almak için. Tarafsız, bağımsız, adil ve tamamen gönüllülüğe dayalı bir sistem kurulabiliyormuş demek memleketimde...Helal olsun Oy ve Ötesi'ni kuranlara, yaşatanlara...
*
Yaşamadan anlatılması zor bir deneyim aslında. Ama kısaca anlatıvereyim sürecimi, ne de olsa burada yazdıklarım kişisel tarihim oluyor. İnsanlık için küçük ama benim için anlamlı adımlar, kayda düşşün:)
*
Neyse, ne diyorduk...Öncelikle; Oy ve Ötesi'ne sitesinden başvurdum. 1 gün sonra, çalışacağım okulun "Oy ve Ötesi" sorumlusu beni aradı. İzin alarak, beni mail ve whatsup grubuna ekledi. Eğitimleri ve gerekli materyalleri benimle ve grupla paylaştı. Sonra çalışacağım okulda OveÖ gönüllüsü olarak görev yapacak grupla, birkaç kere biraraya geldik. Seçim sırasında dikkat edilmesi gereken kritik noktaların ve ilgili soruların üzerinden geçtik...Her OveÖ grubu böyle midir bilemem ama benim içinde bulunduğum grupta insanların hepsi; sorumluluğunu bilen, yapıcı, yardımcı bir tutum içindelerdi. Genci de yaşlısı da... Çiğ bir hareket görmedim kimseden.
*
Gelelim seçim gününe...
Sabah 6.30 itibariyle grup olarak okulda buluştuk. Son bir görev paylaşımı yapıp, 7'ye doğru sandıklarımıza dağıldık. Okula girip, teker teker sınıflara dağıldığımızda, kendimi üniversite sınavlarına giriyormuş gibi bir ruh halinde hissettim. Böyle bir ortamda hiç çalışmadığım için, başta biraz heyecan yaptım ama ilk dakikaların heyecanını attıktan sonra, "ulen herkeşler insan füs, elinden gelenin en iyisini yap işte" dedim kendime ve aktı gitti gün...
Bizim sandıkta, her yaştan her partiden görev alan insan vardı ve gün boyu herkes birbiriyle uyum içinde çalıştı. Çalışma kısmının yanında, hiç tanımadığın, farklı farklı görüşteki insanlarla bir gün de geçiriyorsun birlikte. Haliyle sohbet ediyorsun, hikayeler dinliyorsun, anlamaya, tanımaya çalışıyorsun karşındakini. Kendilerine partilerinin gönderdiği kumandayı seninle paylaşıyorlar. Ben de birşeyler götürmüştüm, paylaştık işte bir şekilde...
Seçim sistemi çok basit gibi görünse de, işin içine girince, çok detay olduğunu görüyor insan. Zira hedef kitle tüm Türkiye insanı ve her insan oyunu 1 kere kullanıyor, yanlış kullandı mı, yanlış sayıldı mı, yanlış kaydedildi mi, gitti o oy...O yüzden uyanık olmak, rehavete kapılmamak, gerekli uyarıları yapmak, birşeyleri varsaymamak gerekiyor...
Türkiye'nin insan mozaiğini gözlemlemek açısından da dün, benim için kıymetliydi...Bizim sandıkta değildi ama 1919 doğumlu bir kişi gelmiş oy kullanmaya. Bizim sandıkta oy kullanmaya da, parkinsonlu bir amca büyük bir çaba göstererek geldi. Bu insanların çabasını görünce, oy kullanmaya gelmeyenleri düşünmeden edemedim. (Gene de %85 dolayında katılım vardı bizim sandıkta.)

Uzatmayayım, insanın duyduğu bir şeyi, kendinin tecrübe etmesi başka birşey. "Nasıl bir memleket olduk biz, oylarımızı da mı biz sayacağız?" diye hayıflanmak yerine, durumu kabul edip oyların sayımına destek olunca, daha huzurlu uyudum dün akşam.
*
Oy ve Ötesi oluşumu, orada tanıdığım insanlar, farklı görüşteki insanları tanımak, anlamak için de, bu seçim dönemi öğretici bir deneyim oldu benim için...
Bu seçimle, ülkem için yeniden umutlandım ve umudun ışığının hepimizin içinde olduğunu bir kez daha gördüm. "Demokratikleştikçe güselleşiyorsun Türkiye"! diyesim geldi...Dedim, gitti;)
*
Bir önemli not. Bugün de, oy tutanaklarının sisteme girişini yapabilecek T3 gönüllüleri aranıyor. Bilginize...

*
Yazıyı güzel bir şarkıyla bitireyim...
Sabah Açık Radyo'da, Nazım Hikmet'in Piraye'ye olan aşkıyla ilgili konuşuyorlardı. Zamanında ona yazdığı şiirlerden, Yyves Montand'ın da bir şarkı söylediğini konuştular ve bu parçayı çaldılar. Bilin bakalım hangi şiirleri? Hiç fransızca bilmememe rağmen, şarkının fransızca sözlerinden şiirleri aradım buldum, bulunca da çok sevindim, çünkü çok severim bu şiirleri:) Zorlamayayım sizi, gelsin şiirler...Şiirlerle birlikte bu şarkı, bu havada mis gibi gidiyor...

Haydi aydınlık günlere...

24 Eylül 1945
En güzel deniz :
                        henüz gidilmemiş olanıdır.
En güzel çocuk :
                        henüz büyümedi.
En güzel günlerimiz :
                        henüz yaşamadıklarımız.
Ve sana söylemek istediğim en güzel söz :
                        henüz söylememiş olduğum sözdür...

26 Eylül 1945
Bizi esir ettiler,
bizi hapse attılar :
                           beni duvarların içinde,
                                                    seni duvarların dışında.
Ufak iş bizimkisi.
Asıl en kötüsü :
bilerek, bilmeyerek
hapisaneyi insanın kendi içinde taşıması...
İnsanların birçoğu bu hale düşürülmüş,
namuslu, çalışkan, iyi insanlar
ve seni sevdiğim kadar sevilmeye lâyık...






28 May 2015

Bilge Kocakarı Le Guin ve Just Think About It!

Şahane bir kitap okuyorum. Ursula K. Le Guin'den "Kadınlar Rüyalar Ejderhalar". Jung'sever bir bilimkurgu yazarı Le Guin. Kitap tanıtımında; "uzay gemisindeki bilge kocakarı" gibi bir tanımlama yapılmış kendisiyle ilgili. Tanımlama hoşuma gitti:) Diğer kitaplarını okumadım ancak bu kitabın kapağını* gördüğümde, kapağına vurulmuştum. Irmak Zileli de, Le Guin hakkında yazınca, kitapla ilgili merakım artmış ve almıştım kitabı, okumak bu günlere kısmetmiş...

Kitap, herkesin ilgisini çeker mi bilmiyorum, çok kolay okunur bir kitap değil bana göre, ama; yazmaktan, gölgesiyle yüzleşmekten, fantazilerden, mitlerden, Jung'dan hoşlananlar için keyifli bir kitap olduğunu düşünüyorum. ("İnsan gölgesiyle yüzleşmekten hoşlanır mı?" diye sorabilirsiniz bana, sorar iseniz; "hoşlanmak biraz abartı olabilir ama gölgemizin varlığını kabul edip onunla yüzleşmeden de, tam olmuş olmuyoruz bence" derim.). Le Guin, çok bilgece anlatmış gölgemizin varlığını...

Bu kitabı okurken; önceki yıllarda "Yüzüklerin Efendisi" serisini seyrettiğime de ayrıca sevindim. Zira, yazar bazı "gölge" analizlerini bu filmdeki karakterler üzerinden(daha doğrusu Tolkien'in karakterleriyle) yapıyor ve gerek Tolkien gerek fantaziler gözümde daha da anlamlı hale geliyor.
Kitaptan birkaç alıntı yaparsam, kitapla ilgili daha çok fikir verebilirim size...


Büyümemiz için bize gereken gerçekliktir, insan erdemini ya da kötülüğünü aşan bir bütünlük. Bilgiye, kendimizi bilmeye ihtiyacımız var. Kendimizi ve gölgemizi görmemiz gerekir. Çünkü gölgemizle yüzleşebiliriz; onu kontrol edebilir, onun rehberliğini kabul edebiliriz; böylece belki de büyüdüğümüzde, güçlenip toplum içinde sorumlu yetişkinler olduğumuzda, dünyada yapılan kötülükler, katlanmak zorunda olduğumuz adaletsizlikler, azap ve acı karşısında ve o en sondaki nihai gölge karşısında, çaresizlikle teslim olmaya ya da gördüklerimizi inkar etmeye daha az eğilimli oluruz. (*Kitabın kapağındaki metin)

Hayal gücünün bastırılabileceğinden emin değilim. Eğer çocuktaki hayal gücünün kökünü gerçekten kazıyabilirseniz, o çocuk büyüyünce bir patates olur:)

Fantazi elbette hakikidir. Olgulara dayanmaz ama hakikidir. Çocuklar bilir bunu. Yetişkinler de bilir, zaten çoğu bu yüzden fantaziden korkar. Fantazideki hakikatın, yaşamaya mecbur edildikleri ve kabullendikleri hayatın sahteliğine, kofluğuna, gereksizliğine, sıradanlığına karşı bir meydan okuma hatta tehdit oluşturduğunu bilirler. Ejderhalardan korkarlar, çünkü özgürlükten korkarlar. Çocuklarımıza güvenmemiz gerektiğine inanıyorum. Normal çocuklar, gerçeklikle fantaziyi birbirinden ayırt etmeyi gayet iyi becerir. Çocuk tek boynuzlu atların gerçek olmadığını tabii ki bilir, ama öte yandan tek boynuzlu atlar üzerine yazılan bir kitabın, eğer yeterince iyiyse, hakiki bir kitap olduğunu da bilir. 

Jung der ki; "Herkes bir gölgeye sahiptir, bu gölge bireyin bilinçli yaşamında ne kadar az içeriliyorsa, o kadar kara ve yoğun olur." Başka bir deyişle, gölgenize ne kadar az bakarsanız, o kadar güçlenir, sonunda bir tehlikeye, kaldırılamaz bir ağırlığa, ruhunuzun içindeki bir tehdide dönüşür. Bilince kabul edilmeyen gölge, dışarı, ötekilere yansıtılır. Benim bir kusurum yok-sorun onlar...
Eğer gerçek dünyada yaşamak istiyorsam, bu yansıtmalarımdan vazgeçmek zorundayım; nefret edilesi olanın, kötünün içimde olduğunu kabul etmeliyim. Bu kolay değildir. Suçu başkalarına atamamak zor. Ama buna değer. Eğer birey, diyor Jung "Kendi gölgesiyle hesaplaşmayı öğrenirse, dünya için gerçek birşey yapmış olur. Günümüzün devasa, çözülmemiş toplumsal sorunlarının hiç olmazsa minicik bir parçasını sırtlanmayı başarmıştır."

Ağır gittim değil mi?:) Neyse, derin ama güzel konular bence...

Yazıyı, güzel bir şarkıyla noktalayayım. Dün bu şarkıyı bir arkadaşım yolladı bana, yıllardır bildiğim ve nakaratını ezbere söylediğim şarkıyı, ilk defa sözlerine dikkat ederek dinledim ve çok sevdim. Bazı şarkılar zamanı gelince, gerçekten dinleniyor sanırım...



Hepinize iyi günler...




20 May 2015

4 kitap

Kafamda Bir Tuhaflık ve Orhan Pamuk: 


Okuduğum sürece, bana Mevlüt ve ailesiyle yaşıyormuşum hissi veren
Her karakterin iç dünyasını benimle paylaşarak, onları derinden anlamamı sağlayan
Baharda okumama rağmen, sürekli bana Karakedi bozacısından boza aldırtan
Mevlüt'ün hayat hikayesi üzerinden yakın tarihimizi usulcacık önüme seriveren
Kitap okuma hazzını, romanı okuduğum sürece en yüksek seviyede yaşatan
Ve son cümlesiyle gecenin 2'sinde beni dağıtan enfes yazar...

Orhan Pamuk, iyi ki varsın!

Bize İki Çay Söyle-Elif Key


Mayıs başında 2 günlüğüne Urla'nın bir köyüne gitmiştik. Orada, akşam vakti okumaya başladım kitabı. Defne ile Mithat bir mizah dergisine bakıp kıkırdarken, yanlarında ilk bölümü okudum. "Aa noluyor yaa, daha ilk bölümde gözümden yaş geldi be Mithat, anneannesini yazmış". "Hadi ikinciyi okuyayım, aa gene gözlerim yaşardı, bu sefer de kardeşini yazmış. Her bölümde böyle ağlayacaksam işim var. Zırlak zırlak ortalıkta okumayayım bari kitabı..." diyip odaya gittim. Odada ağlamalı kısımlar bitti ama kitapla başbaşa kalmak bana iyi geldi.
Su gibi akıp gidiyor yazıları...Bizim yaşlarda, dobra, çok doğal yazıyor. Dili keyifli; güldürüyor bazen, bazen de lafı zort diye gediğine oturtuyor. Yazılarında ben de kendi çocukluk, gençlik, yakın geçmiş anılarımı buldum. Hatta kitabın yanına notlar düştüm bol bol. Kitabı okurken, yazarla karşılıklı konuşuyor gibi hissettim. Sunay Akın'a laf çarptığı kısım hariç, kendime çok yakın buldum Elif Key'i. (Hatta bu bölümde bile, onunla konuştum.) Anlayacağın, seninle karşılıklı çay içip sohbet etmiş gibi oldum Elif Key, eyvallah! Bir dahakine çaylar benden olsun;)

Sakin Olmak-Yaşlanırken Kazandıklarımız


Geçenlerde bir gece uykum kaçtı. Dön sağa, dön sola, yok, erken kalkacağım sabaha, "uyursun uyursun" diye yatakta kendime telkinlerde bulundum, ı ıh, yok ortada. Ortada olmadığı gibi, gecenin tüm huzursuzluğunu da üstüme bırakıp gitmiş durumda...
Çaresiz kalktım. Salona gelip birkaç kitap karıştırdım ve aradığım kitabı buldum: Sakin olmak-Yaşlanırken Kazandıklarımız
O kadar müthiş bir kitap ki...Bu incecik kitap, hayatın bütün evrelerini büyük bir bilgelikle anlatıyor. Telaşa mahal yok! Her yaş dönemi, kendine has özellikleriyle yaşanıyor.  Şu ana kadar yaşadığım dönemleri okumak keyifli ancak, esas yaşamadığım dönemleri de anlamaya çalışmak, büyüklerin gözünden hayatı yorumlamaya çalışmak iyi geldi bana. Hayatı bir bütün olarak değerlendirince, ister istemez sakinleşiyor insan(yani ben). Bu kitap sayesinde, geceyi; süt liman bir ruh halinde, tatlı bir uyku ile kapadım. (Sadece kitap çizimleri biraz karamsar geldi bana, söylemeden geçemeyeceğim.)

Yaşamda çok şey talihe bağlıdır ve talihsizliğe; her ikisinin sebeplerini de kesinkes söyleyemezsiniz. Olmaması gereken bir şey olduğunda, kendini, başkalarını, hayatı ve dünyayı suçlamanın bir anlamı yoktur. Her zaman bir talihsizlik olabilir, bir hastalık girebilir yaşamınıza, emin olduğunuz bir gerçeklik çökebilir. Niye benim başıma geldi? Bunu sahiden açıklamak mümkün değildir. Neden şimdi başıma geldi bu? Tamamen tesadüf olabilir. Ne zaman kurtulacağım? Belki de artık hiçbir zaman. O zaman ne olacak? O zaman olabildiğince iyi baş etmeye bakmak kalır geriye, mesela kendime şöyle demek: Şimdi hayatın önüme koyduğu ödev budur; tesadüfen ya da bilinçli, kim bilebilir. Ödevi kabul ediyorum, elimden geleni yapacağım, çünkü öyle ya da böyle bir işe yarayacak olmalı. Olup biten her şey, eninde sonunda birşey için iyi değil midir? Mutlaka önceden belirlenmiş bir iyi olmayabilir bu, her zaman ilgili kişinin yararına olmayabilir, çok defa ancak geriye dönüp bakınca onun için iyi olan yanı anlaşılır. Zamanın akışı içinde, bireyin ömür süresinin çok ötesinde, belki bir anlam, olup bitenlerin oturduğu bir bağlam anlaşılır hale gelebilir, belki önceden de varolan bir anlamdır bu, belki de sonradan erişilmiştir.  (Kitaptan bir bölüm)

Masal Terapi- Judith Malika Liberman


Daha önceden yazmıştım sanırım, bu sene Judith Liberman'ın masal yazma atölyesine katılmıştım. Hikaye anlatıcısı kendisi, masalcı. Çok da tatlı, gerçek bir kadın. Kırık türkçesiyle şahane masallar anlatıyor. "Dünyada çok fazla kötü, karanlık hikayeler anlatıldı, onlara inanıldı, şimdi de iyi hikayelerin yayılma zamanı olsun" diyor...

Neden olmasın? İnsanoğlunun içindeki iyiliği ortaya çıkaracak her eylem, bence yayılmaya değer...Zaten hayat masallarla, oyunlarla daha güzel...

Judith, atölye sırasında bize kitabının çıkacağından bahsetmişti. Çıkınca aldım. Okumaya başladım ama kitap öyle hemen bitmiyor. Kitabı okuma şekli oyuncaklı, her gün(ya da okumak istediğin zamanlarda), kitaptan rastgele bir sayfa seçiyorsun ve karşına çıkan masal, genelde o günlerde senin kafanı meşgul eden birşeyle ilgili çıkıyor, ya da sen ona yoruyorsun çıkanları:)

Sonuçta hayattaki sorularımızın cevaplarını bulma işini masallara yükleyecek değiliz ama masallar üzerinden hayatla ilgili güzel çıkarımlar yapmak da mümkün. Üstelik dışavurumcu sanatların desteğini de alarak, pek güzel alıştırmalar koymuş her masalın sonuna...

Alıştırmaları yaparsınız, yapmazsınız bilemem ama sırf masalları için bile okunur bu kitap, benden söylemesi...

Hepinize iyi okumalar...






1 Film: Toprağın Tuzu-Sebastiao Salgado'nun Hayatı

Toprağın Tuzu


Festivalde kaçırmıştım bu muhteşem filmi ama iyi ki baskasinema var. Filmin son gösterim gününde, son seans için sinemaya gitmeye niyetlendik. Şans bu ya, o günün akşamı İstoş'ta hava döndü, yola çıktığımızda hafiften yağmur yağmaya, şimşekler çakmaya başlamıştı. Yolda yağmur şiddetini arttırıp fırtınayla beslenince, gök de şimşekten tam randımanlı floresan lamba kıvamına dönünce, hafif tırsıp "eve mi dönsek acaba?" dedik ama vazgeçmedik. Arabadan sinemaya yürüdüğümüz 5 dakika içinde sırılsıklam ıslandık. Sinemaya vardığımızda, çok şey başarmışız gibi kendimizle gurur duyduk ama filmi izlemeye başlayınca, bu film için herşeye değer diye düşündük...

Film; Brezilyalı ünlü fotoğrafçı Sebastiao Salgado'nun hayatı hakkında, insana her duyguyu yaşatan sarsıcı bir belgesel. (Salgado'yu duymuşluğum vardı ancak, fotoğraflarını hayat felsefesiyle birleştirerek okuyabildiğim zaman, nasıl bir fotoğrafçı olduğunu anlayabildim.)
Salgado'nun fotoğrafları o kadar çok şey anlatıyor ki...Salgado; yıllar boyunca, dünyanın dört bir yanında; zorluk, sıkıntı, açlık, savaş yaşayan insanların fotoğraflarını çekerek, bu gerçekleri dünya ile paylaşmış. Dünya ile bu fotoğrafları paylaşırken, insanların bu acılardan birşeyler öğreneceğine ve birşeylerin değişeceğine hep inanmış. Peki birşeyler değişmiş mi? İşte hikayenin beni en çok etkileyen ikinci kısmı bu noktada başlıyor. (Hikayenin beni etkileyen birinci kısmı, fotoğrafların insanı sarsan gerçeklikleri idi.) İkinci kısımda, Salgado'nun farklı bir şekilde dünyayı değiştirme öyküsü başlıyor...

Filmin DVD'si çıktığında, filmi kaçırmayın derim.

(Not: Filmi Wim Wenders ve Salgado'nun oğlu yönetmiş. Wim Wenders, Pina Bausch'un hayat hikayesinin anlatıldığı "Pina" filminin de yönetmeni. Meraklısına...)









19 May 2015

Koca Yürekli Yaşar Kemal



Yaşar Kemal hakkında, çok yazılıp çizildi. Belki yeni birşey söylemeyeceğim ama Yaşar Kemal'in bende bıraktıklarını yine de yazmak istiyorum...
*
Öncelikle, Yaşar Kemal'in bir gözünün neden kısık olduğunu bilmiyordum, nedense hiç de merak etmemiştim. Annem anlattı hikayesini geçenlerde...Yaşar Kemal, ailenin tek çocuğuymuş. 3,5 yaşındayken, başına talihsiz bir olay gelmiş. Halasının eşi koyun keserken, bıçak, derisinden fırlayıp, bu merasimi izleyen Kemal'in gözüne gelmiş ve gözü bıçaktan zarar görmüş. Hayat ne kadar enteresan...Sen çocuğunu emek emek içinde büyüt, doğur, sonra biricik kuzunun o güzelim gözü gitsin, ama o, kalan tek gözüyle memleketi görsün, anlasın ve memleketini edebiyata doyursun...
*
Sonra; Ot dergisinde Eşber Yağmurdereli'nin Yaşar Kemal'le ilgili çok içten bir yazısı var. (Nisan 2015) Eşber Yağmurdereli ve arkadaşları "Barış için 1 milyon imza" kampanyasını başlattıklarında, Yağmurdereli için bir tutuklama kararı çıkartılmış. Yaşar Kemal; "Eşber'i hapishaneye koyarlarsa, ben bu devleti affetmeyeceğim" demiş. Hatta üstüne "Eşber'i hapishaneye koyarsanız, ben bu ülkeyi terk ederim" bile demiş ve sonrasında Eşber'i hapse götürmüşler. Bunun üzerine de; Yaşar Kemal başka memlekete gitmiş. Böyle mert biri. Eşber Yağmurdereli hapisten çıktığında da, geri dönmüş memlekete.
*

Yaşar Kemal'in doğduğu Hemite köyünde, bir heykel varmış. Heykelin hikayesini, Nedim Gürsel'in bir yazısından öğrendim. Nedim Gürsel'in kaleminden hikayeyi aynen aktarıyorum:

Yaşar Kemal’in köyü Hemite’nin girişinde, iki eliyle kayalıkların arasından doğrulan genç bir adamın heykeli var. Önünden akıp giden Ceyhan’a çevirmiş bakışlarını, yarı beline dek çıplak. Birini bekliyor gibi; düz ovayı çepeçevre sarmış dumanlı dağların ötesinden gelecek bir haberciyi, belki de jandarmaları. Ya da sıcaktan bunalmış, ırmağın serin sularına bırakacak ince, güzel bedenini. Gözü uzaklarda ya, aklı burada, sırtını kayalık dağa yaslamış köyün yoksullarından. Kale yıkıntısının gölgesi düşüyor suya, sıcakta ağaçlar mavi yeşil bir buğuda dalgalanıp eriyor. Bana kalırsa köy halkının Safiye Memed dediği İnce Memed bu, Yaşar Kemal’in tüm dünyaya tanıttığı eşkıya. “Eşkıyanın da heykeli dikilir miymiş” demeyin. Eğer bu eşkıya ağa zulmüne başkaldırıp zenginden aldığını yoksula vermişse, halkın ortak bilincinde bir ermişe, bir kahramana, giderek bir efsaneye dönüşmüşse, onu ölümsüzleştiren yazarın deyimiyle bir ‘mecbur adam’sa, artık ondan hiçbir haber alınmıyorsa, ‘imi timi belirsiz’ olmuşsa, ortadan her kayboluşunda dağın doruğunda bir top ışık patlıyorsa, eşkıyanın da heykeli dikilir. Evet, bir eşkıyanın bile!
*
Yaşar Kemal'in kitaplarını bilen biliyor zaten, peki şu söylediği bilgece sözlere ne demeli?

"İnsan evrende gövdesi kadar değil, yüreği kadar yer kaplar."

"İnsanlığın mayası aydınlık ve umuttur. İnsanlığın mayasında güzel, aydınlık, pırıl pırıl, umut, gelecek türküleri söyleyen düş dünyaları kurmak var."

"Az gelişmiş bir ülkede yazar olmak ne işe yarar?"Bu soruyu yıllar boyu kendime sordum. Sanat yapmanın bir lüks olduğuna, kendimin lüzumsuz olduğuma inandım uzun süre. Sonra Sartre da söyledi ki, "az gelişmiş bir ülkede roman yazmaktansa, öğretmenlik yapmak daha yeğdir". Ben bu düşünceye öylesine bir sarıldım ki...Bunca yıl kalem salladığıma utandım. Sartre haklıydı. Bu kadar acı çeken, aç, yoksul insanlara sanat neylerdi ki...Ne faydası olurdu ki...Hele benim gibi eylemden gelmiş bir adam kendini, vaktini nasıl böyle işe yaramaz bir şeye verirdi? Gerçekten uzun bir süre bocaladım. Fakat eylemler, oluşmalar beni kendime getirdi: Az gelişmiş bir ülkede de sanatın gerekliliğini anladım ve rahatladım. Roman, Fransa'ya ne kadar gerekse, bize de öylesine gerek."

"Bir; benim kitaplarımı okuyan katil olamasın, savaş düşmanı olsun. İki; insanın insanı sömürmesine karşı çıksın. Kimse kimseyi aşağılayamasın. Kimse kimseyi asimile edemesin. İnsanları asimile etmeye can atan devletlere, hükümetlere olanak verilmesin. Benim kitaplarımı okuyanlar bilsinler ki, bir kültürü yok edenlerin kendi kültürleri, insanlıkları ellerinden uçmuş gitmiştir. Benim kitaplarımı okuyanlar yoksullarla birlik olsunlar, yoksulluk bütün insanlığın utancıdır. Benim kitaplarımı okuyanlar cümle kötülüklerden arınsınlar."

Çok yaşa koca yürekli Yaşar Kemal, öte tarafa gitsen de, iyi ki varsın...



Benzemez Kimse Sana Müzeyyen Senar

Geçen aylarda, dev çınarlar bir bir gitti öte dünyaya...Ne mutlu ki, onların verdiği hediyelerin tadını bir parça da olsa çıkarabildim kendimce...

İlki Müzeyyen Senar...Türk Sanat Müziği diyince, aklıma önce onunla Zeki Müren'in adı geliyor. Eski taş plak günleri...Yazmışımdır önceden mutlaka...Radyo dinlenen bir evde büyüdüm. Televizyona geçildiği zaman da, özellikle dedemlerde Türk Sanat Müziği korolarının çok izlendiğini hatırlıyorum. TSM, çocuklukta bayıldığım bir müzik değildi. (Bayılırsam da, mecazi anlamda bayılırdım herhalde...) Ama işte bu müzik bünyeye bir kere zerkedilmeye görsün, vakti gelince demlenip, pek güzel ortaya çıkıyor tadı. O dönem şarkılarının sözleri bile yeter onları sevmem için. Peki o içli bestelere ne demeli?

Müzeyyen Senar'ın vefat ettiği günün akşamı, Açık Radyo'da sanatçının taş plak günlerindeki parçalarından çaldılar. Allah'ım öyle güzel parçalar üst üste çalındı ki... Defne'yi yatırma telaşım olmasa, çay bardağına rakı koyup bir avuç leblebiyle şarkılara eşlik edecektim. Defne'yi yatırırken de şarkılara eşlik ettim ama o zaman diliminde hiçbir şey yapmayıp sadece Müzeyyen Senar'ı dinlemek istedim.

Müzeyyen Senar'ın güzel okuduğu birçok şarkı var ama bu şarkıyı koymak istedim bloga...Zira bu şarkının hikayesini öğrendim geçenlerde. Biraz önce baktım, Kanat Atkaya da yazmış şarkının hüzünlü hikayesini. Kısaca yazayım: Bu şarkının güftesini, Osmanlı eliti bir ailenin çocuğu olan şair İhsan Raif Hanım yazmış. 13 yaşında, taş konakta kardeşiyle oynarken, "arap bacıların komplosu" olarak adlandırdığı vahim bir olay gelmiş başına. Konağın kapısı gümbürtüyle açılmış ve içeri reji memuru Mehmet Ali girmiş. Aralarında hiçbir temas olmamasına rağmen, eve bir erkek girdiği için, adı kirlenmiş ve 13 yaşında hiç sevmediği bir adamla evlenmek zorunda kalmış. İstanbul'dan İzmir'e gelin gitmiş. Hayatını değiştiren bu mutsuz olay, ona bu şarkının sözlerini yazdırmış. Kabus gibi ama gerçek bir olay. O mutsuzluğunu kelimelere dökemese ne yapardı kim bilir? Hikayenin devamı da ilginç, öğrenmek isterseniz tık



Biz gene de Müzeyyen Senar'a bu kadar hüzünlü veda etmeyelim. Tamam şarkıların çoğu hüzünlü ama o şarkılar bize hüzünlü zamanlarımızda eşlik etmese, nic'olurdu halimiz? Bir de, bu kadar derin duygular yaşanabilmesi, bu duyguların bu şekilde sözlere aktarılabilmesi insanın içine işliyor. Sizi bilemem ama bana güzel geliyor bu şarkılar...

Kapanışı "Fikrimin İnce Gülü" ile yapayım en iyisi. Siz gene de "Gamzedeyim Deva Bulmam"'ı da dinleyin bir sıra. Bir de Müzeyyen Senar'ın taş plak kayıtlarını...



Sormayayım diyorum ama sormadan da edemiyorum. Siz hangi şarkılarını seversiniz Müzeyyen Senar'ın?:)

Huuu biri anlatsın, nedir bu normal???

(Geçenlerde başladığım ancak bitiremediğim bir yazı, bu haliyle yayınlayayım en iyisi...O günle ilgili bunlar çıkmıştı neticede ortaya...)

Bugün sabah kalktığımda, aklıma Bulutsuzlık Özlemi'nin "Normal" şarkısı takıldı. Sabah 4-5 kez dinleyip, müzik eşliğinde evi toparladım. Bazen içinden çıkamadığım durumlarda, ne güzel eşlik ediyor şarkılar bana...
Fenerbahçe takımına saldırı? normal...
Öğretmene hakaret? normal...
Seçimlerde 2. olan rektörü rektör olarak atamak? gayet normal...
Twitter kapatmak? normal...
Nükleer santral yapmak üstüne bunu reklamla duyurmak? normal...(bu noktada iyice deliriyorum!)

Huuuuu, biri anlatsın hemen, nedir bu normal? Canım sıkılıyor artık, yoksa ben miyim anormal?



Kısa Kısa...

Nisan ayında yazacaklarımı yazamadan, Mayıs'ın ortası geldi iyi mi? Nisan'da yazacağım bazı konular gündemimden düştü, bazıları da iyice kafama yerleşti, hatta içimde kat çıktı...

Kafadakiler plaza olmadan, kafadakileri çıkaralım...Önce başlıklar...

-Dev çınarlara veda...Müzeyyen Senar, Yaşar Kemal
-40'ından sonra üniversiteli olmak
-Ot ve Kafa'dan derlemeler
-New York New York (bu çok kısa olmaz zannımca...)
-Pilates pilates dedikleri...
-Film Fest'ten bende kalanlar...
-Kitaplardan bir demet

08 May 2015

"Zeki Alasya, benim yarımdı..."


Zeki Alasya...Çocukluğum...İstanbul seyahatlerimiz...Şan Tiyatrosu...Nereye bakıyor bu adamlar? Tv'nin önünden ayrılmadığım günler...Devekuşu Kabare-Yasaklar...Hep gülümseyerek, gülerek hatırladığım anılar...
Çocukluğumun bir yıldızı daha kaydı gitti öte tarafa...Hayatımızın filmi mi hızlandı acaba? Yoksa bana mı öyle geliyor? Tabi ya, biz hep çocuklukta kalacak, hayatı seyredecek, sevdiklerimizi donduracak ve sonsuza kadar mutlu yaşayacak değiliz ya, hepbirlikte yolculuk ediyoruz bu hayatta...
*
53 yıldır birliktelermiş Zeki-Metin ikilisi. Bugün kısacık dinledim Metin'i arkadaşının arkasından konuşurken..."Zeki Alasya benim yarımdı. Yarım gitti. Canım gitti." dedi. Daha fazla söze gerek var mı? Hem ne büyük acı "yarımdı" dediğin sevdiğini kaybetmek hem de ne mutluluk böyle bir arkadaşlığı yaşayabilmek, yaşatabilmek...Onun kıymetini bilmek...
Ne güzel bir ikiliydiniz. İyi ki vardınız. Çocukluğumun şen kahkahalarıydınız...Dünyanın güzel bir yer olduğunun kanıtlarıydınız...
Hepimiz geldik, gidiyoruz işte şu hayatta, ne güzel birşey Zeki-Metin gibi gülümsenerek hatırlanmak...Ne diyelim darısı, vakti gelince başımıza...
*
Güle güle Zeki, keyfin bol olsun gittiğin yerde...
*
Bir kadeh şarap koydum kendime, biraz çilek, biraz siyah çikolata, Zeki ile Metin'in videolarını seyrediyorum. Ve benim gibi bir balık, hatırlıyor dün gibi tüm skeçleri...Hem gözlerim doluyor videoları seyrederken, hem de skeçleri seyredip seyredip gülüyorum...Cemal Süreya'nın sözleri geliyor aklıma..."Kimse dokunamaz bizim suçsuzluğumuza" diyorum kendime...Karışık duygular içindeyim...
Neyse, sözü uzatmayalım, en iyisi gelsin bir skeç...
Yasak ne günah ne, neyse ne boşver be...





01 April 2015

Sen bahara git...




"Bahar sana gelmiyorsa, sen bahara git" demiş ünsüzün biri...
Bu ünsüzü dinleyerek, 1 Nisan'da yazmaya niyetlenmiştim. Defne 3 gündür hasta olduğu için, bu vakte kaldı yazmak, geç de olsa 2 satır yazarak niyetimi gerçekleştirme adımını atmış olayım.
*
Nükleer santral reklamı yapılan, bir günde tüm elektrik sistemi kitlenebilen, adalet sarayından kurşun sesleri gelen, yalnız ve güzel ülkeme bahar gelir mi bilinmez ama bahardır artık benim özlemim...
*
Bugün şans eseri(belki de değil?) bir ted konuşması seyrettim. Beyin cerrahı olan konuşmacıyı önceden tanımıyordum ama sevdim konuşmasını. Hayattaki seçimlerimiz üzerine, hayatın içinden bir konuşmaydı. Bugünün yazısına konuk olsun bu ted konuşması...



Hayat çok hızlı akıyor, ruhum hayatın hızına yetişmekte zorlandığı için, biraz da ruhumu dinleyerek, eskiyi toparlaya toparlaya ilerleyeceğiz...

Not: Bugün 1 Nisan; Ot, Kafa, Süper Penguen, #tarih dergilerini bayinizden istemeyi unutmayınız :)

17 February 2015

İnsanlık Yolunda Türkiye...

Dağıldım. Özgecan'ın ölümü dağıttı beni. Öfkeliyim.
Okuduğum haberler, izlediğim programlar öfkemi artırıyor.
Özgecan'ın ölümüyle, sanki Türkiye'nin gizlenmiş, üzeri örtülmüş, halı altına süpürülmüş, bütün sorunları tek tek ortaya dökülüyor...

Artık kaçış yok Türkiye, sorunlarınla çatır çatır yüzleşeceksin.
"Erkek Türkiye", "İnsan Türkiye" olabilecek mi, bunun savaşını vereceksin.
Kendinle yüzleşemezsen, varolan insanlığından da kopacak, yokolup gideceksin.
Kendi ezik dünyanda, vicdansızlığınla kavrulup biteceksin.

Tek bir şeye inanıyorum. O da, bu kadar çok kötülüğü içinde barındıran toprakların, ondan daha kuvvetli birşeyi de içinde barındırdığına olan inancım: Sevgi!
Öyle olmasa, o kadar derin bir acı içinde olan Özgecan'ın anne-babası bize şu sözleri söyleyebilir miydi?

"Hiçbir suçu olmayan kızımı bu hale getirenler, insan değil. Cani onlar. İçinde sevgi olmayan insanlar yapabilir bunu ancak. Biraz sevgileri olsaydı, biraz hoşgörüleri olsaydı, bunları yapmazlardı. Demek ki, bu insanların içinde sevgi kalmamış. (Annesi Songül Aslan)

Masallarla büyüdük. Bir varmış, bir yokmuş. Bir Özge varmış, bir Özge yokmuş. Sevgi geldi, saygı geldi cihana, biz yarattık dediler. Bizler sevmesini saymasını öğretmeye geldik cihana... (Babası Mehmet Aslan)"

Hele kardeşi Beste'nin söyledikleri...

"Ben inanamıyorum hala, yanımda sanki. İkimiz tek kişiydik. Türk halkına yalvarıyorum, ne olur biraz bilinçlensinler. Okulda insanlık ve sevgi dersi verilsin...."

Söyledikleri, ne kadar sade ama ne kadar kuvvetli şeyler değil mi? Evet, bence de en çok ihtiyacımız olan şey, "Sevgi ve İnsanlık...". Zira tüm sorunların kökeni sevgisizlikte yatıyor...Sevgisizlikten şiddet doğuyor, nefret doğuyor, ölüm doğuyor...

"Siz hiç mucize gördünüz mü? Ben herkese soruyorum. Her Türk vatandaşına soruyorum. Bir mucizeye şahit olanınız var mı içinizde. Şu anda bir mucize gerçekleşiyor. Onlarca, yüzlerce, binlerce Özgeler, meleklerin kanatları kırıldığı halde biraz önce söylediğim gibi bu olayın bu şekilde gerçekleşmesinin tüm Türkiye'ye maal olmasının elbette bir hikmeti var. Bunu kızımın üzerinde tecelli ettiren, inanıyorum ki aynı zamanda adaletini de tecelli ettirecektir. 

Evet, bu sözleri de söyleyen Özgecan'ın babası. Özgecan'ın babasının söylediklerini boşa çıkarma hakkımız yok bizim. O bir mucize görüyorsa, biz de memleket olarak bu mucizeyi gerçekleştirebilmeliyiz...

Yeter ki, haksızlıklara kararlı bir şekilde ses çıkaralım artık! Yaşamsal haklarının korunması, kollanması gereken tüm kesimler için, gerekli kanunlar çıksın, yasalar uygulansın diye birlikte ses çıkarabilelim.
Eğer kanunlar uygulanmıyorsa, takipçisi olabilelim.
Erkek egemen yönetimden korksak da, birlik içinde hareket edebilelim, çünkü "bir" olunca daha güçlüyüz.
Bizim üzerimizden siyaset yapmaya kalkanlara prim vermeyelim, bizim adımıza erkekler konuşmasın, biz kendi adımıza konuşabiliriz.
Kadınlar olarak kendi gücümüzün farkına varalım. Erkeklerin bilek gücü olabilir ama "kadınların yürek gücü"nü kırabilecek hiçbir kuvvet bilmiyorum ben.
Türkiye'nin "İnsan Türkiye" olabilmesi için, biz kadınların dayanışması çok önemli. Bu yolda "insan" erkeklerimizin de desteğini yanımıza alalım.
En küçük yerden; kendimizden, ailemizden, mahallemizden, yakınlarımızdan, işyerlerimizden başlayalım bu dönüşüm yolculuğuna...Sözlerimizle, davranışlarımızla...
Kolay bir yol değil ama bu yolu yürümezsek, bu bataktan çıkma şansımız da hiç mümkün görünmüyor...

Her karanlık, kendisini sonlandıracak şafağın tohumlarını içinde barındırır" demiş Dante.

Yolumuz açık olsun...

12 February 2015

1 Kitap:Terapi Olarak Sanat ve 2 Film: Whiplash/Being There

Geçen aydan bir yazı daha vardı ancak onu geçtim şimdilik...
*
Sabah Açık Radyo ile güne başladım. Ekonomik olarak "büyümeme" üzerine bir hayatın mümkünlüğü üzerine konuştular Ömer Madra ve arkadaşları(diğer isimleri kaçırdım maalesef). Kapitalist sistemin sürekli büyümeye dayalı yaklaşımının sürdürülemezliği ve sürdürülebilir yaşam koşulları üzerine konuştular...Telefon çaldı, sonra araya başka işler girdi, tüm programı dinlemeyedim ancak kapitalist sistemin ehlileştirilmesi gereken bir dönemde olduğumuzu bir kez daha duymak, hissetmek, iyi geldi bana...
*
Son bir sene, hayata bakışımın oldukça farklılaştığı bir sene oldu. Sanki başka bir ben çıktı içimden. Anlatması güç, belki de bir kitap yazar, anlatırım ilerde:) Hala da bu süreç içinde olduğumu hissediyorum. Detaya girmiyorum şu an ancak yaşadığım bu farklı dönemi, acısıyla tatlısıyla kabul ederek, hayata devam ediyorum. "Kabul" içinde hazineler barındıran, çok kıymetli bir değermiş. Bu yaşlarda öğreniyorum.
*
Neyse uzatmayayım, bu süreçte yazmayı kesmek, kendimden vazgeçmek olacakmış gibi geldi bana. O yüzden yazmaya devam...Hoş bir yazı yazdıktan sonra "ay yayınlamasaydım, yanlış anlarlar mı insanlar? şöyle mi yazsaydım, böyle mi yazsaydım" durumlarım oluyor gene zaman zaman ama bir arkadaşımın dediği gibi ;"Yazı sen yazdıktan sonra senin olmaktan çıkar, herkes o yazıdan kendi alacağını, anlayacağını anlar. Tabi alacağı birşey varsa..." O yüzden durumu abartmadan, çıkar kafadakileri, olsun bitsin Füs diyorum kendime...İnsanın kendine ettiğini başka kimse ona etmiyormuş walla:)
*
Öğlene kadar vaktim var, artık o zamana kadar ne yazabilirsem...
*
Aklımdaki konu başlıkları:
-Müzeyyen Senar'a veda
-2 film, 1 kitap
-40 yaşından sonra üniversiteli olmak
-Sürdürülebilir yaşam üzerine...
-Para para para...
-İletişim özürleri üzerine...

*
Bugün konuya zor girdik, 2 film ve 1 kitapla yazıyı noktalayayım...
1 kitap:

Terapi Olarak Sanat

Bu kitabı Alain de Botton benim için yazmış sanki:) Kendime yılbaşı hediyesi olarak aldığım kitap, her gece yatmadan önce başımın ucunda beni bekliyor. Sanatı, sanatçıyı genelde toplumdan kopuk, hayatın gerçeklerinden uzak, romantik insanlar olarak görme eğilimi var çoğu insanda. (Bu benim yorumum tabi.) Halbuki sanatçılar bana göre, hayata karşı çok duyarlı insanlar, dünyadaki güçlüklere, çirkinliklere, zalimliklere sanat aracılığıyla çare bulmaya çalışıyorlar.  İnsanı katman katman açarak, insanın kendisiyle yüzleşmesini sağlıyorlar...Dünyanın güzelliklerini, insanların görmesine gayret ediyorlar...
*
Alain de Botton ve John Armstrong, Sanat'ın hayata yaptığı katkıları; "Aşk, Doğa, Para ve Siyaset" konu başlıklarında örnekleriyle anlatıyor. Kitabı okudukça, sanat çalışmalarına farklı bir gözle bakmaya başlıyorsunuz. Kendi biricik gözlerinizle:). Alain de Botton ve John Armstrong, sanata çok samimi bir yaklaşımda bulunmuş. Sanatı, sade vatandaşın anlayabileceği, hayatına katabileceği basitlikte anlatmışlar...
Çok söze gerek yok, birkaç metin yazayım kitabın içinden, ne demek istediğimi anlayacaksınız...(Kitap çok ucuz bir kitap değil, almayı düşünürseniz, internetten indirimli almanızı tavsiye ederim.)

"Dünya daha nazik bir yer olsaydı, herhalde güzel eserlerden ne o kadar çok etkilenir ne de onlara o kadar çok gerek duyardık. Sanatın bize kendini hissettiren en tuhaf yanlarından biri, bizi zaman zaman ağlatma gücüdür; yürek paralayıcı ya da ürkütücü bir görüntü sunarken değil, müstesna bir sevimliliği ve zarafeti olan bir eserle, biran için yüreğimizi dağlayabilir. Güzellik karşısında, yoğun bir duygulanım yaşanan bu özel anlarda bize ne olur?"

"Sanat sıklıkla çektiğimiz sancıları gözden geçirmek için önemli ve ciddi bir bakış noktası sunar. Yıldızlar ile okyanusların, büyük sıradağların ya da kıta yarıklarının resmedildiği, romantik anlamada yüce sanat eserleri için bu özellikle geçerlidir. Bu eserler, değersizliğimizin farkına varmamızı sağlayarak bizde tatlı bir huşu uyandırır, insanların yaşadığı felaketlerin, sonsuz ihtimallerle kıyaslandığında nasıl da önemsiz olduğunu hissettirerek, bizleri hayatın başımıza sardığı anlaşılmaz trajedileri tevekkülle karşılamaya biraz daha istekli kılar. Hiçe sayılan varlığımızın öneminde ısrar ederek, incinen gururumuzu onarmak yerine, bir sanat eserinin yardımıyla, özümüzdeki hiçliği idrak etmeye ve böylece değerini kavramaya gayret edebiliriz.

"Kendimize karşı şeffaf değiliz. Sezgilerimiz, kuşkularımız, önsezilerimiz, belirsiz derin düşüncelerimiz ve tuhaf bir biçimde birbirine girmiş duygularımız var; hepsi de basit tanımlara karşı direnç gösteriyor. Halden hale giriyoruz ama gerçekten nedir bu haller bilmiyoruz. Derken, zaman zaman, daha önceden hissetmiş olduğumuz ama asla açıkça kavrayamadığımız bir şeye değinen sanat eserleriyle karşılaşıyoruz. "Sıkça düşünülmüş ama asla o kadar güzel ifade edilmemiş" düşünceler. Başka bir deyişle; kendi düşüncemizin, kendi deneyimimizin, elle tutulmaz, tarifi zor bir parçası alınıp kurgulanıyor ve bize öncesinden daha iyi bir şekilde iade ediliyor, bizler de sonunda kendimizi daha iyi anladığımızı hissediyoruz."

2 Film: 
Whiplash
Bir bateri öğrencisiyle hocasının ilişkisinin anlatıldığı filmin konusu başta sıradan gelebilir size. Ancak seyredenler bilir, bir gerilim filmi tadında seyrediyorsunuz filmi. (Biz filmin sonunda oldukça gerilmiş olduğuzu farkettik Mithat'la:) Hocanın aşırı sert tavırları, öğrencinin sınırları zorlayan azmi, soluk soluğa seyrettiriyor filmi. Birşeyi başarmak için denemenin sınırı nedir? Hangi noktada bırakmak, hangi noktaya kadar zorlamak gerek? Tamamen kişinin iç dünyasına göre değişir bence...Filme gitmeyi düşünenler olabilir, o yüzden ayrıntı vermeyeceğim ancak bu güzel müzikler bu aşırı disiplinde nasıl ruh bulur, ortaya çıkar ondan çok emin olamadım. Neyse, güzel film, özellikle Whiplash ve Caravan müziklerini dinlemek hoştu...

Buyrun filmin fragmanına;



Being There
Peter Sellers'ın bu filmini yazar birilerinden duymuştum ancak kimdi hatırlamıyorum. Peter Sellers'ın olgunluk döneminde çektiği filmlerden biri. Hayatında sadece bahçe ile uğraşmış, bahçıvanlık yapmış, az ve kesik kesik konuşan, dünyadan kopuk, tuhaf bir karakteri canlandırıyor Peter Sellers. Filmdeki adı; Chance Gardener.
Film, yazar Jerzy Kosinski'nin romanından uyarlanmış. Hatta Peter Sellers, bu romanı okuduktan sonra Kosinski'ye, "Benim bahçemden veya bahçemin dışından temin edilebilir" notuyla bir telgraf göndermiş adını belirtmeden. Yani role talip olduğunu böyle gizemli bir şekilde Kosinski'ye bildirmiş. Kosinski verdiği numarayı aradığında, karşısına Peter Sellers çıkmış. Ve sonunda da, Peter Sellers rolü kapmış. (Gerçekten ondan başka kim oynardı bu rolü bilemedim:)
Bu tuhaf bahçıvanın enteresan olaylar neticesinde, kendi dünyasından çıkarak, dış dünyayla buluşması ve burada yaşanan komik olaylar anlatılıyor filmde. Ne yaşanırsa yaşansın, bahçıvanın her şeyi, bahçıvanlıktan bildiği, doğanın kanunları ile basitçe açıklayabilmesi, insanlarda müthiş bir hayranlık uyandırıyor ve ortaya hiciv dolu bir komedi çıkıyor. Film yavaş yavaş açılıyor, başta biraz sabırlı olmakta fayda var. Kahkahalar atmıyorsunuz belki ama film boyunca yaşanan ironik durumlar sizi kıs kıs güldürüyor...Doğanın gücüne de, bir kez daha saygı duyuyorsunuz:)



İyi seyirler...








11 February 2015

Kamelyalı Kadın'dan La Traviata'ya...

Bu da geçen aydan bir yazı...
*
Genelde şanslı bir insan olduğumu düşünürüm. Misal...Bu sene gösterime giren, "La Traviata" operasına gitmek istediğimde, La Traviata operasındaki solistlerden biri arkadaşım çıkıyor, üstelik kendisi, sağolsun bizi operaya da davet ediyor:) Operaya davet etmekle kalmıyor. Bana opera öncesinde okumam için de, bir kitap önerisinde bulunuyor: Alexandre Dumas Fils'in "Kamelyalı Kadın" kitabı.

*
Acayip seviniyorum! Uzun dönemdir, bu kadar hızlı okuduğum bir kitap olmamıştı. O kadar akıcı bir kitap ki, bir solukta okudum. 1848'de yazılmış olmasına bakmayın, tüm zamanların en tanınan aşk romanlarından biriymiş. Adını bilirdim de, okumak bu günlere kısmetmiş. Üstelik kitap, Verdi'nin "La Traviata"'sına da ilham kaynağı olmuş.
*
Alexandre Dumas Fils; 24 yaşındayken, bir aşkı nasıl bu kadar sade ve içten anlatabilmiş, bravo doğrusu...Yaşanan aşkı, tüm basitliği ve derinliğiyle okuyucuya(yani bana:) hissettirebilmeyi başardı, öyle ki, okurken gözümden yaşların süzüldüğü kısımlar oldu...
*
La Traviata operası da, haliyle daha kıymetli oldu benim için. Bir konuyu derinliğine bildiğim, öğrendiğim zaman, o konudan aldığım tad artıyor. Hüzünlü bir aşk hikayesi de olsa, gerçek bir aşk hikayesini okumanın, izlemenin tadı başka...
*
Gündemdeki konulardan edebiyatla, müzikle biraz uzaklaşmak ve biraz soluklanmak isterseniz buyrunuz...Başka bir versiyon izlemek isterseniz de lütfen tık...

14 January 2015

Çocuklar için Süper Penguen!

Uzun süre yazmayınca, bloguna bile yabancılaşıyor insan (yani ben:). Ama tabi yazma yazma nereye kadar...İçimdeki yazma meraklısı Füs, yazmayınca homurdanıyor. En iyisi, geçen ay yazdığım birkaç yazıyla başlayayım ısınmaya...İlk yazı, zaman içinde biraz değişti ama yazma amacım aynı...
*
Annem çalıştığı için, çocukluğum daha çok anneannemlerde geçti. O zamanlar, çocuklar için şimdiki gibi renkli, resimli, eğlenceli kitaplar, dergiler yoktu. Vardıysa da, anneannemlerde yoktu. Dedem, Cumhuriyet gazetesi alırdı. Cumhuriyet, az fotoğrafı bol yazısıyla, bir çocuk için son derece sıkıcı bir gazeteydi. Neyse ki, imdadıma, dayımın aldığı "Gırgır" dergileri yetişiyordu. Karikatürlerin bazılarını elbette anlamıyordum ama o çizgiler bile, beni bambaşka dünyalara götürmeye yetiyordu.
Bir çocuğu mizahla tanıştırmak, çocuğa hayat için verilebilecek en güzel, en değerli hediyelerden biri bence...Dayım, belki bana verdiği hediyenin çok farkında değildi ama şu an hayatta daha çok gülebiliyor, hayata farklı açılardan bakabiliyor, daha çok "insan" hissedebiliyorsam, dayıma ve mizaha çok şey borçluyum...
*
Kendi çocukluğumdan Defne'nin çocukluğuna hızlı bir geçiş yapayım.
Defne de, eve aldığımız Penguen'i, zaman zaman bize çaktırmadan okumaya çalışıyordu. Bu durum hoşuma gidiyordu ancak yaşına uygun olmadığını düşündüğüm bölümleri, tek kişilik sansür kurulu olarak uçuruyordum önünden. Tabi bu zangoçluk işi de hoşuma gitmiyordu. (Nerede benim çocukluğumdaki özgür günler...) Neyse ki; Penguen çocuklara bir güzellik yaptı ve "Süper Penguen" dergisini çıkardı!
*
Açıkçası 3. sayısında(Ocak 2015) yakalayabildim dergiyi. Defne dergiyi aldığımda, benden önce okumuş ve "güzel bir dergiymiş, sevdim" demişti. Sonra bir gün, Defne'yi dersi sırasında beklerken, göz gezdirmeye başladım dergiye, bazı esprilerde öyle çok güldüm ki, bazı karikatürleri çevremdeki insanlarla bile paylaştım. Yazılar da matrak. Bırakın çocukları, bence bizim için bile, gayet keyifli bir dergi olmuş Süper Penguen. Bir kere, çocuk dilinden konuşan bir dergi! Şahane esprilerinin yanında, öğretmeye çalıştığı konuları da, hiçbir didaktikliğe kaçmadan, eğlenceli bir yoldan veriyor.
okuduğum ocak sayısı, bulursanız kaçırmayın!
henüz okumadım ama defne beğenmiş gene:)
Kendime not: Her ay bir tane Defne'ye, bir tane Efe'ye, Süper Penguen alınacak.

Mizah dolu günler diliyorum hepinize...