Featured Post

18 April 2014

Marquez'e Veda Ederken...

Gabriel Garcia Marquez ölmüş. Severdim kitaplarını. Evde bir kitabına bakmak istedim. Ancak, okuduğum kitapları genelde başkalarına verdiğimden, ne yazık ki evde bir tane bile Marquez kitabı bulamadım:( Belki Eskişehir'de kalmıştır... Evet bazı kitapları vermek gerek ancak bazılarını da saklamak gerek, hele de yaşanmışlığı varsa, bi de satır altları çiziliyse...
*
Takip edenler bilir, Marquez bir süredir hastaydı ve son zamanlarda onun yazdığı rivayet edilen bir mektup dolaşıyordu internette. Kuzenim göndermişti bu mektubu bana. Öldükten sonra o mektup tekrar dolaşmaya başlamış internette. O mu yazdı, kesinliği belli değil ancak güzel bir mektup olduğu için buraya not düşeyim istedim. Borges'in "Anlar" şiirine de benzettim yazılanları...

"Tanrı bir an için paçavradan bebek olduğumu unutup can vererek beni ödüllendirse, aklımdan geçen her şeyi dile getiremeyebilirdim, ama en azından dile getirdiklerimi ayrıntısıyla aklımdan geçirir ve düşünürdüm. Eşyaların maddi yönlerine değil anlamlarına değer verirdim. Az uyur, çok rüya görür, gözümü yumduğum her dakikada, 60 saniye boyunca ışığı yitirdiğimi düşünürdüm. İnsan aşktan vazgeçerse yaşlanır. Başkaları durduğu zaman yürümeye devam ederdim. Başkaları uyurken uyanık kalmaya gayret ederdim. Başkaları konuşurken dinler, çikolatalı dondurmanın tadından zevk almaya bakardım. Eğer Tanrı bana birazcık can verse, basit giyinir, yüzümü güneşe çevirir, sadece vücudumu değil, ruhumu da tüm çıplaklığıyla açardım. Tanrım, eğer bir kalbim olsaydı nefretimi buzun üzerine kazır ve güneşin göstermesini beklerdim. Gökyüzündeki aya, yıldızlar boyunca Van Gogh resimleri çizer, Benedetti şiirleri okur ve serenatlar söylerdim. Gözyaşlarımla gülleri sular, vücuduma batan dikenlerinin acısını hissederek dudak kırmızısı taç yapraklarından öpmek isterdim. Tanrım bir yudumluk yaşamım olsaydı… Gün geçmesin ki, karşılaştığım tüm insanlara onları sevdiğimi söylemeyeyim. Tüm kadın ve erkekleri, en sevdiğim insanlar oldukları konusunda birer birer ikna ederdim. Ve aşk içinde yaşardım. Erkeklere, yaşlandıkları zaman aşkı bırakmalarının ne kadar yanlış olduğunu anlatırdım. Çünkü insan aşkı bırakınca yaşlanr. Çocuklara kanat verirdim. Ama uçmayı kendi başlarına öğrenmelerine olanak sağlardım. Yaşlılara ise ölümün yaşlanma ile değil unutma ile geldiğini öğretirdim. Ey insanlar! Sizlerden ne kadar da çok şey öğrenmişim. Tüm insanların, mutluluğun gerçekleri görmekte saklı olduğunu bilmeden, dağların zirvesinde yaşamak istediğini öğrendim. Yeni doğan küçük bir bebeğin, babasının parmağını sıkarken aslında onu kendisine sonsuza dek kelepçeyle mahkûm ettiğini öğrendim. Sizlerden çok şey öğrendim. Ama bu öğrendiklerim pek işe yaramayacak. Çünkü hepsini bir çantaya kilitledim. Mutsuz bir şekilde… Artık ölebilir miyim?"

Mektubu Marquez yazmışsa, tevazu göstermiş bence. Zira bu söylediklerinin farkında olan insan, mutsuzluğu yaşadığı kadar, mutlululuğu da aynı ölçüde yaşamıştır bana göre...Hatta mutluluğu derinden yaşadığı için, mutsuzluğu da daha derin olmuştur. Öyle olmasa, bu kadar dokunaklı yazabilir mi?
İnsan, yaşamadığı şeylerin yokluğunu bilmez.
*
Diyeceğim o ki; Marquez gibi bir üstad bu mektubu yazmışsa, olsa olsa, "kızım sana söylüyorum gelinim sen anla" demek için yazmıştır yazdıklarını...Ee o zaman bize iyi okumalar:)
Hadi yolun açık olsun Marquez...

Not: Biraz önce Facebook kanalıyla, bir arkadaşımdan düzelti geldi, bu yazı Marquez'in değilmiş, neyse güzel bir yazı... Marquez lütfen sen de kusuruma bakma, kitaplarınla anacağım seni, pek yakında...

Ara Nağme

Bilirsiniz, insanlar doğar, ölür ve sonra büyür...
(Alper Canıgüz, Cehennem Çiçeği)

Zamandır bizi biz yapan.
(Grandmaster filminden hoşuma giden bir söz)

Bu iki söz, bir süredir kafamda dönüp duruyor. Dönmesin, buraya yazayım, otursun yerine. Belki açılımını da yaparım bir gün...

Yazınca oturuyor herşey yerine...Bana öyle geliyor...Bu arada, zaman zaman hikayeler yazıyorum. Bir arkadaşıma bugün bu hikaye yazma işinden bahsederken, "Ee ne zaman okuyacağız?" diye sordu. "Bilmem, daha yeni başladım sayılır" dedim. "3 yıl sonra okuruz artık" dedi. Biraz dokundu ama haklı olarak dokundurdu. Gene iyi, 3 yıl dedi, gelecek hayatta okuruz dese de yeriydi:)

Neyse, şimdilik kendime yazıyorum. Sonrasını bilemem...

17 April 2014

Bu İş Zor Yonca...

Dün kendimce eğitim içeriği oluşturuyordum. Bir konudan bahsederken, Bülent Ortaçgil ve bir şarkısı geldi aklıma. Şarkının adı: "Bu İş Zor Yonca", pek severim. Onu çaldım birkaç kere, iyi geldi.
O yüzden, önce onun müziği gelsin...


*
Dün bir de evde aylık genel temizlik vardı. (Ne mutlu bana:) (Bu ev işleriyle ilgili anılarımdan başka bir yazıda bahsedeceğim.). Ev temizliği için bize yeni gelmeye başlayan teyzemiz; güleryüzlü, tezcanlı bir kadın. Bütün hafta temizliğe gidip, akşamları da evde yatalak kayınvalidesine bakıyor. Ama hayattan yakınmıyor, ara ara şükrettiğini de duydum iş yaparken.
Öğle, yemek yemek için mutfağa geldiğinde, Barış Manço çalıyordu ı-pod'da. "Aaa, rahmetli Barış Manço mu? Ne güzel şarkı sözleri yazmış değil mi?" diyiverdi ve sonra o sıra çalmakta olan Halil İbrahim Sofrası şarkısının sözlerini mırıldandı. Yemeğin sonunda da "Halil İbrahim sofrası gibi bereketli olsun sofranız" dedi ve hemencecik işine döndü.
Bir insanın insanlığının okuma yazmayla çok alakası yok bence. Teyzenin yaşama tutunma, hayatı algılayıp yorumlama şekli çok bilgece geliyor bana. "Günümüze eşlik eden her insandan öğreneceğimiz birşey var şu hayatta" diye düşünerek ben de kendi işime dalıyorum sonra...
*
Akşamında gene Bülent Ortaçgil dinlemeye dönüyorum. Yemek yerken, Ortaçgil'in "Benimle Oynar Mısın?" şarkısı çalıyordu. Defne'nin şarkıyı dinlediğine dikkat etmemiştim, ta ki bir yerde isyan edene kadar:
 -"Yok canım, oynamam, niye oynayalım ki? di mi anne?"
-"Hah:) Aslında, beni her halimle sever misin gibi birşey söylemeye çalışıyor".
-"Bilmem, gene de saçma, taş olsam felan diyor.
-Ben taş olsam, sever misin beni?
-Yaaaani, sen olduğun için evet ama annem olarak kalırsan...
(Neyse yaa, son soruyu sormana hiç gerek yoktu Füs:)
*
Hayatı böyle basit, olduğu gibi görmek ne güzel...Defne büyüdüğünde de böyle görebilse hayatı isterim...



10 April 2014

Bahar Temizliği

Sabah facebook'a şöyle bir göz gezireyim dedim. Takıldım kaldım, bir arkadaş blog yazıyormuş, onun yazıları okudum. Keyifli yazmış, hoşuma gitti. Hatta buraya da yazayım, okuyun isterseniz siz de...tık!
*
Sonra birkaç bloga daha baktım. Baktım bloglarda; g+, facebook, twitter vırt zırt bağlantısı gırla gidiyor.
"Hadi ben de blogumda birşeyler yapayım bari" dedim.
Aman demez olaydım, ne çok detay varmış.
1. "g+": Google+ yapayım dedim ama bu sefer google hesabım farklı bir hesabıma bağlanıyor, tüm kişisel bilgilerim blogda da görünüyor. İstiyor muyum? Hayır. Neye yarayacak g+ olmak, onu da pek kestiremiyorum ya...Neyse, o zaman geçiniz.
2. Popüler yayınlar: Başka blogları okuduğumda bunları okumak hoşuma gidiyor ama kendi bloguma baktığımda, populer blog yazılarımın, google'da en çok aranan başlıklar olması sebebiyle, popüler olduğunu görüyorum. İstatiksel popülerlik...Benim en sevdiğim yazılarım bunlar mı? Kendim seçemiyor muyum popüler sayfalarımı? Neyse, şimdilik koydum sayfama bu popüler yayınları ama her an çıkarabilirim.
3-Search: Bazen arama yapıyorum blog sayfalarında. Kendime kolaylık olsun dedim.
4-Etiketler: Bu etiketleme işini de daha yeni öğrendim sayılır. Eski yazılarımdan itibaren yazıları konu başlıklarına göre etiketlemeye başladım. Bitirince sevineceğim.
5-Fotoğraf: Pek bi karanlıklarda kalmışsın sanki Füs. Yeni bir foto koysam iyi olacak...

İşte böyle düşüncelerle zaman geçip gidiverdi.

Kendi halimde yazıp giderken, kaşındım ama sonuç pek değişmedi sanırım:)

Çok merak ediyorum, insanlar hem facebook, hem twitter hem instagram hem linked-in hem vırt hem zırt nasıl takip edebiliyorlar? Bunları takip ederlerken, yaşamaya, iş yapmaya nasıl fırsat bulabiliyorlar?

Ben pek iyi değilim bu sosyal medyayı takip işinde, yakaladığım kadarı bana yetiyor belki de, öyle öyle...

Ne yazacaktım bugün, ne yazdım? En iyisi; ben önce şu maillerimde, blogumda, evde bahar temizliğini yapayım, sonra tekrar geleyim...Hadi sağlıcakla kalın...

konu başlığına uysun diye...










08 April 2014

Hişt Hişt Füs!

Bir süredir, sabah uyandığımda, tatlı bir kuş sesi duyuyorum bahçeden... Belki uzun süredir bu kuş vardı ama ben yeni duymaya başladım sesini. Her sabah uyandığımda, artık dikkat kesiliyorum sesine...Güne onun sesiyle başlamak yüzümü gülümsetiyor...
*
Defne ile okula yürüyerek gittiğimizi söylemişimdir muhtemelen. Sabahları okula giderken, ben yolumuzun üzerindeki çiçeklere, hayvanlara "günaydın" derim. Defne "delisin sen anne" diyor ama aslında bu durum bir yandan da hoşuna gidiyor sanırım. Çünkü babasının onu okula bıraktığı bir gün, babasına benim hallerimi; gülerek, keyifle anlatmış:)
*
Bugün, yürüyüş yolumuzdaki çiçekleri, hayvanları yazmak geldi içimden...
İşte rotamız:
Mor salkımlar:
Onlara sadece günaydın demekle kalmıyoruz tabi ki...Onları koklamadan geçersek, kendilerine çok ayıp olur...Görürseniz, siz de kaçırmayın, geçti geçecek zamanları...


Ördekler:
Okulun kümesi. Ördekler de benim gibi uykuya düşkünler sanırım. Okula vardığımız bazı zamanlarda henüz uyanmamış oluyorlar...Merak etmeyin tüm gün kümeste değiller, özellikle çimenlerdeki halleri çok komik...


Tavuklar, Horozlar, Tavuskuşları:
İster inanın ister inanmayın, ben "günaydın tavuklaaar, günaydın horozlaaar, günaydın tavuskuşlarııı!" dediğimde, bir horoz öterek mutlaka karşılık veriyor!
Geçenlerde Defne'yi bırakıp eve dönerken, bir tavuskuşu da kanatlarını açıp, görsel bir şölen sunmuştu bana. Ona da teşekkür ettim:)


Son olarak sardunyalar, menekşeler:
Nedense onlara günaydın dememi yadırgamıyor Defne, "heh bunlara günaydın de" diyor:)


Defne'yi okula bıraktıktan sonra yarım saat okulun bahçesinde tur atıyorum. Genelde yanıma telefon almadığım için, bazı bahar açmış ağaçları çekemiyorum, neyse bol bol içime çekiyorum kokularını...

Bir de çok kızgın bir köpek var, kulübesinin yanından geçtiğimde bana çok fena havlayan. Bilmiyorum "günaydın, hişşşt sakin ol, tamam ben dostum" felan demelerimden sonra, biraz sakinledi gibi son günlerde ama gene de, onun yanından her geçişimde biraz tırsıyorum. 

Aaa bunu anlatmadan geçemeyeceğim. Geçen gün okulun bahçesinde yürürken, yerde kırık bir dal gördüm. Hatta önce üstüne basıp yürümüşüm. Sonra farkettim, geri döndüm. Dal parçasının üzerinde tomurcuklar vardı. "Bu dalı suya koysam birşey olur mu acep?" dedim ve bakın ne oldu?

1.gün
2.gün 
3.gün
4. gün biraz daha açtı minik dal, sonra bitti kısa yaşamı. Kırık bir dal bile yaşama böyle tutunuyor işte...Doğayı izlemek, gözlemek, aslında ne büyük öğretiler barındırıyor içinde... Doğuyoruz, yaşıyoruz, ölüyoruz, tekrar doğuyoruz...
*
Son olarak; okulun kapı görevlilerine de bir selam göndermek istiyorum buradan. Özellikle bütün veliler gittikten sonra, kapıda kitabını okumaya başlayan güleryüzlü görevliye ve "kaçıncı tur?" diye bana zaman zaman soran meraklı görevliye...
*
Bu yazıyı yazarken, Sait Faik geldi aklıma... En iyisi; önce kendi ünsüz sözümü söyleyeyim, sonra da sizi Sait Faik'in o güzel sözleriyle başbaşa bırakayım... Sevgiler... 

"Bazen doğadan gelir hişşşt hişşşt sesi, duymaya çalışmak gerek..."(Füs)

Hişt Hişt

Nereden gelirse gelsin, dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, hayvandan, attan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin! Bir hişt hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları...

Sait Faik Abasıyanık





06 April 2014

33. İstanbul Film Festivali Koşturması Başladı:)

33. İstanbul Film Festivali dün başladı! Ben de festivale 3 filmle biraz bodoslama daldım!
*
İlk film, çocuk menüsünden "Amazonia" idi. Belgesel tadındaki filmde, insanlar tarafından büyütülmüş bir maymunun, kaza ile Amazon ormanına düşmesi ve sonrasında vahşi hayattaki yaşam mücadelesi anlatılıyordu. Filmde hiç seslendirme yoktu, tamamen doğadaki hayvanların seslerini, iletişim şekillerini izleyerek filmi anlamaya çalışmak gerekiyordu. Film, çocuk menüsünde yer aldığından, "bir parça seslendirme desteği olsa, çocukların ilgisi daha yukarıda tutulabilirdi belki?" diye düşünmeden edemedim. Kolaya da kaçıyor olabilirim. Bir sıra uyukladığım için de bunu söylemiş olabilirim. Siz benim uyuklamama bakmayın, doğal yaşam ile ilgili belgesellere düşkünseniz, iyi bir filmdi diyebilirim. Çocuklar sevdi mi derseniz, "biraz sıkıcıydı ama heyecanlı yerleri de vardı" dedi bizimkiler...
*
Diğer 2 film, akşam karşı yakadaydı. Akşamüstü Defne'yi dayımlara bıraktıktan sonra, kendimce karşıya geçişle ilgili iyi bir plan yapmıştım. Daha tamamen iyileşmediğim için, hadi dedim, şimdi metro, metrobüs uğraşmayayım, arabayla Üsküdar'a ulaşıp, oradan vapur sefası yaparak karşıya geçeyim. Fikrimi beğendim ve uygulamaya koydum. Üsküdar'a geldiğimde saat 18.00 idi. Filmimiz saat 19.00'da İstanbul Modern'de olduğuna göre, vakit olarak iyi bir zamanlama yapmıştım. Afferimdi bana. Arabayı parkettikten sonra, pıt diye karşıya geçecektim...Tabi arabayı parkettikten sonra! Sahilde, fenerin olduğu alanda, İspark'ın otoparkını gözüme kestirmiştim ama bir vardım ki, görevliler nayır kafa hareketleriyle, bana "DOLU" yazısını gösteriyor. Nikah dairesi varmış meğer otoparkın yakınlarında. Bütün düğüncüler toplanmış, otopark zıngazınk! Başka bir yerde elbet otopark bulurum diye düşündüm. Zor bulursun Füs! Korkunç bir trafik içinde, 2 kere Üsküdar'da tur attım. Sonra tekrar sahildeki otoparka geldim ve "kusura bakmayın, yer açılıncaya kadar burada beklemek istiyorum, başka yer bulamıyorum" dedim. Neyse ki görevliler anlayışlı çıktılar ve kenarda beklememe izin verdiler. Bu sırada saat 18.40 oldu mu? Ooooof of! Saat 19.00'da İstanbul Modern mi demişti birisi? Neyse ki, bir araba çıktı o sırada otoparktan. Ben arabayı geri geri parkettikten sonra(hayatta yapmakta en çok zorlandığım şeylerden biridir), Üsküdar motor iskelesine doğru depar koşusuna başladım. Heyhaaaat, yaş  oldu 40, 20 senedir değişen birşey yok. Her film fest'e koşarak gidiyorum...Mecazi anlamda değil, baya bayaa koşuyorum... Koş Füs koş!
*
Soluk soluğa Üsküdar-Kabataş motoruna yetişiyorum. Saat 18.50! Bu sırada zaten karşıda olan Mit, çoktan sinemaya varmış. Dur diyorum "sana biletin fotosunu çekip göndereyim, sen gir içeri, ilk 10 dk reklam nasıl olsa. Yetişirim elbet?"
*
Saat 19.00. Kabataş'tayım. Bir yandan da "dıdın dııııın, dıdın dıııııın, dıdın dııııın, dıdın dıııııın, dırı dıt dıt dırııııt!..." diye içimden iç ses müzik yapıyorum, halaa sinemaya yetişme umudum var! Ancak tramvayla felan yetişmeme imkan yok. Neyse ki, Tophane tarafına trafik açık! Taksici kafa biri çıkıyor, tüm ışıklar şansıma yeşile dönüyor. Mit'e telefon ediyorum, "yetişiyorum!" diye. Kaptan bu kadar telaşla neye yetişmeye çalıştığımı soruyor, "filme" deyince gevrek gevrek gülüyor. "İyi seyirler" diyor arabadan inerken arkamdan:)
*
Gelin görün ki, İstanbul Modern'in otopark girişindeki görevliden tut, güvenlik geçişindeki görevliye kadar "film başlamıştır, boş yere gitmeyin" geciktirme sohbetleriyle birkaç dakika daha vakit kaybediyorum...
*
Pancarlaşmış halimle soluk soluğa sinemaya varıyorum. İKSV'nin 20 yaşında ha var ha yok görevli çocukları "film başladı, maalesef alamıyoruz" diyor. Kendilerince çok haklılar tabi. Ama saat 19.10! "Siz gençsiniz, 20 küsur senedir ben bu fest'e geliyorum, karşıdan geliyorum. Reklamlar yeni bitti, biliyorum, ayrıca koltuklar da numarasız, içerde eşim var. Emek zamanında, Emek'in emektarları bizi içeri alırdı usulcacık, Emek gidince çok şey değişti hayatımızda çooook..." hanımteyze konuşmalarına geçiyorum. "Evet öyle efendim ama bit bit bit..." Neyse ki, bu konuşmaların arasında Mit'e "içeri almıyorlar" diye bir mesaj gönderiyorum. Mit hemen kapıdan çıkıp,  nezaketle "benim eşim, film şimdi başladı, içeri gelebilir değil mi?" diyor. Görevliler hafif bir "ne yapsak acaba?" duraksaması yaşıyor ama hızlı, sessiz bir göz temasıyla çocuklarla anlaşıyoruz ve Mit beni içeri alıveriyor. İşte o an, Mithat gözümde bir kahramana dönüşüyor:))
*
Bu arada filme girdiğimde saat 19.12. Salon çok dolu değil, kenar koltuklara sessizce yerleşiveriyoruz. Ben de filme geç gelenleri sevmem ama bu kadarlık kaçağa da birşey demem. Siz de demeyin lütfen:). (Ben de bir daha arabayla yola çıkmayayım:)
*
Eee filmler neydi diyecek olursanız, bu sene Türk Sineması'nın 100. yılı imiş. Bunun şerefine, festivalde "Bu İkiliye Dikkat" adıyla Türk Sinemasının çeşitli sebeplerle kült olmuş filmleri gösteriliyor. Bizim cumartesi gittiğimiz iki filmde de tema, ünlü kişilerin kendilerini beyazperdede oynamalarıyla ilgiliydi. İlk filmde; Zeki Müren "Beklenen Şarkı" ile, diğerinde Emel Sayın "Mavi Boncuk" ile karşımızdaydı.
*
"Beklenen Şarkı", 1950'li yıllarda Zeki Müren'in yaptığı ilk filmmiş. Ne güzel şarkıları varmış bilmediğim...Zeki Müren'in o ilk yıllardaki sesini daha çok seviyorum. Film türü itibariyle, dram olarak adlandırılabilir ancak 1950'li yılların Türkiye'sinden bu zamana o kadar çok şey değişmiş ki, en dramatik sahnelerde bile seyirciler olarak güldüğümüz durumlar oldu. O yılların naifliğini kaybetmek üzücü, öte yandan oyunculukların yıllar içinde geliştiğini görmek de sevindirici. Beklenen şarkı hangi şarkıymış diye merak eder misiniz?  Youtube'tan filmin şarkısını birebir koyayım isterdim. Gelin görün ki, youtube, yalnız ve güzel ülkeme yassah!!! Elbet açılır yakında ve orijinalini koyarım. Şimdilik dailymotion ile yetineceğiz maalesef, ben de severim bu şarkıyı...


Zeki Müren - Beklenen Şarkı paylaşan: girlinterrupted_168
*
Emel Sayın'ın Mavi Boncuk'u ise, Hababam kadrosu ve Ertem Eğilmez ile seyredilir oluyor. Onun da orijinal müziğini youtube açılınca ekleyeyim.
*
Türk filmleriyle yetişen bir nesildenim. Bu sene biletlerimin bir bölümünü bu tarz filmlerden aldım. Sanırım o dönemlerin masumiyetini hatırlamak iyi geliyor bana...
*
Son olarak kendime kıssadan hisse: Günde bir film iyidir Füscüm:)
*
Hepinize film tadında güzel günler dilerim...


04 April 2014

Sanatçının Yolu-Julia Cameron

İki gündür gripten yatıyorum. İnsan hasta olduğuna sevinir mi? Sevinmez elbet ama bu sefer çok ağır geçirmiyorum gribi ve fakat yataktan çıkacak da enerjim yok. Yani bir nevi olana teslim olma halindeyim. Bu da iyi geldi.
Ev, yapılacak işler bekliyor. Beklesinler bakalım biraz.
Bir tek Defne'yi okula bırakıp alma durumum var. 2 gündür de arkadaşlarına gidiyor okul çıkışı, o da şahane oldu!
*
Bu iki gündür yatakta "Sanatçının Yolu" adlı kitabı 2. defa okuyorum. Çok enteresan, kitabı ilk okuyuşum, gene hasta olduğum bir güne denk gelmişti. (Baş dönmelerimin olduğu dönem, o sıra nasıl okuduysam?). Kitabı Elif hediye etmişti bana. (Hani bazı insanlar vardır, çaktırmadan, tatlı bir dokunuşla hayatınıza güzellik, yenilik ve bilgelik getirirler. Elif de öyle bir insan işte benim için. Bu kitabı da sakince, iki lafın arasında verivermişti bir gün bana. Kitabı yazarken, onu anmadan geçemedim:)
Kitaba dönersek, itiraf etmeliyim ki, kitabın kırmızı kapağına baktığımda, biraz kuşkulu yaklaşmıştım kitaba ancak okumaya başladıkça çok sevmiştim. İçinde yaratıcı doğamızı ortaya çıkartmamızı sağlayacak birçok alıştırma ve güzel saptamalar var. O dönemde bu kitap çok iyi gelmişti bana. İş hayatıyla ilgili aldığım kararlarda bile, bu kitabın bende etkisi olmuştur.
*
Kitabı bu sefer farklı bir sebepten elime almıştım ancak altını çizdiğim noktalara, aldığım notlara bakmaya başlayınca, kendimi de tekrar gözden geçirme fırsatı buldum:)
*
Kitap aslında öyle pat diye okunacak bir kitap değil, 12 haftalık uygulamalı bir okunuşu var ancak ben kitaba ikinci defa baktığım için; ilk gün okuma, 2. gün de okuduklarımdan kendime not çıkarma yaptım. O dönem beni etkileyenlerle, şimdi okuduğumda bana dokunanları toparlayınca, ortaya 20 sayfalık bir not çıktı. Yazınca, yazmayı ne kadar çok özlemiş olduğumu gördüm. Bir rahatlama, bir güç geldi üzerime.
*
İşte onun gazıyla, bloga da yazayım istedim. Yok yazarım bundan sonra. "Gölgelerin gücü adınaaaa, güüüüç bende artık!!!" kıvamına geldim 2 günlük yoğun temasla:)
*
Hadi kitaptan minicik bir alıntı yapayım da, sonrasında gelsin artık bahar...
*
Her yaratıcı yaşamın kuru mevsimi vardır...Yaşam güzelliğini yitirir, işimiz mekanikleşir, boş ve zorlanmış gözükür. Söyleyecek hiçbir şeyimizin kalmadığını hissederiz ve hiçbir şey söylemek istemeyiz. Böyle zamanlarda sabah sayfalarını yapmak çok zordur ve çok yararlıdır. (Füs not:Sabah sayfaları, her gün kendinizle ilgili içinizden ne geliyorsa yazacağınız 3 sayfa)
Kuraklık sırasında Tanrı ile mücadele etmekteyiz...
Kuraklık sırasında duygular kurur. Su gibi altta bir yerlerdedirler ama onlara ulaşamayız... Kuraklık, gözyaşı içermeyen bir keder dönemidir...
Kuraklık korkunçtur. Kuraklık incitir...
(Ama) kuraklıklar da sona erer.
Kuraklık sayfaları yazdığımız için sona erer. Umutsuzluk içinde yere kapaklanmadığımız ve yerde kalmadığımız için sona erer. Kuşku duyduk, evet ama sendeleyerek devam ettik.
Yaratıcı yaşamda kuraklık gereklidir. Çölde geçirdiğimiz zaman bize belirginlik ve merhamet kazandırır. Kuraklıkta iseniz, bilin ki bunun bir anlamı vardır!