Featured Post

29 March 2013

hayata 15 gün ara!

bu seneki afişten biras çekindiğimi söylemeliyim, zor anladım ne olduğunu...
evet ist. film festivali sponsoru akbank'ın bu seneki festival sloganı bu: "hayata 15 gün ara!". güsel bir tanımlama ama benim en çok hayat bulduğum yerlerden biri sinema olduğu için, bu sloganı şöyle yorumlayabilirim kendim için: "rutin hayata 15 gün ara!".

geçenlerde çok hoşuma giden bir şey okudum sinemayla ilgili. murat erşahin yazısında yazmış. bir yer gösterici bilgece bir söz söylemiş kendisine:
"sinema öyle bir illettir ki, gözü bozduğu gibi; aklı da bozar!" kendi de eklemiş sonuna: "aklımız bozuldu. iyi ki:)". bence de iyi ki bozuldu aklımız...

istoş'un en sevdiğim şeylerinden biri festivalleri sanırım. ( bunu söylerken, "istoş'un en çok sevdiğim halleri" başlıklı bir yazı yazmak geldi aklıma?)

neyse, ilk filme defne ve efe ile birlikte gidiyoruz. onlarla festivale gitmek çok güsel bir duygu. bu sefer geçen seferki gibi, çocukları türkçe altyazılı fransız filmine de götürmüyorum, neyse ki:) (bakınız geçen seneki fest-mutluluğa boya beni)

bu festivalde, iş sebebiyle bir haftasonu istoş dışında olacağım. sonraki hafta da, 5 gün eğitim var. o yüzden çok filme gidemeyeceğim. ama kısaca seçtiğim filmleri yazayım...

iki arkadaş
aklımı oynatacağım
cennet: aşk
beşinci mevsim
henüz birşey görmediniz
kapital
camille claudel
sen aydınlatırsın geceyi

belki birinde karşılaşırız? her an bilet almadığım bir filme de sarabilirim tabi,  sinema kapılarında fazla bileti olan var mı?" diye soran, tanıdık bir ses duyarsanız şaşırmayın...:)

hadi görüşmek üzere...

27 March 2013

tiyatrolardan bir demet!

dünya tiyatrolar günü'nü bahane ederek; bu sene gidip de sevdiğim tiyatro oyunlarını yazmak istedim. genelde; dot, krek, ikincikat, garajistanbul, kumbaracı50, oyun atölyesi'nin oyunlarını takip ediyorum. üniversite yıllarında daha çok devlet ve şehir tiyatrolarına giderdim, bütçe de o kadarına elveriyordu tabi ama artık daha küçük, alternatif tiyatrolara gitmeyi seviyorum. tiyatroların durumu hakkında geçen gün hürriyet keyif'te tiyatrocularla bir röportaj yapılmış. yazılanları okuduğumda, daha çok murat daltaban gibi düşündüğümü gördüm. buyrun kendisinin düşünceleri:

Murat Daltaban
Yeniden doğuş hareketi yavaşlamasın
Bundan yaklaşık 10 yıl önce tiyatronun küçülmesi, bir parça kendi içine kapanıp varlığı üzerine düşünmesi gerektiğini anlatıp duruyordum. Küçük salonların açılacağına, tiyatronun yenilenme dönemine girdiğine inanıyordum. İnancım kısmen gerçekleşti. Devlete bağlı kurumların tükendiğini, bu tükenişin süreci hızlandıracağını biliyordum. Biraz cesarete ihtiyaç vardı. Cesaret de genç tiyarocularda vardı. Bu ‘yeniden doğuş hareketi’nin ilk evresi eksikleriyle tamamlandı. “Böyle tiyatro yapılmaz” fikri tamamen kendini yok etti ve bu çıkış hareketi direnenleri bile içine çekerek kabul gördü, büyüdü. Sürekli şikâyet edip ağlayan bir tiyatrocu neslinin yerine, kendi seyircisine kendi tiyatro fikrini kabul ettirmekte ısrarcı bir nesil yerleşti. Sorunlardan ve olanaksızlıklardan şikâyet ederek zaman harcamak yerine yeni projeler üreten genç nesil tiyatrocular artık ergenlikten gençlik dönemine geçme zamanı geldiğinin farkında. Şu anda tiyatronun sorunu olarak ortaya koyabileceğimiz en önemli unsur, tiyatronun bu ‘yeniden doğuş hareketi’nin gelişimini yavaşlatacak (ama durduramayacak) dolaylı ya da dolaysız baskı unsurlarıdır. Onun ötesinde önümüzdeki 10 sene tiyatronun olgunlaşma dönemi olacak, çok parlak geçecektir.

neyse biz oyunlarımıza dönelim, işte gittiğim oyunlardan seçmeler...

dot: "kürklü merkür" zamanına yetişemedim ancak "vur,yağmala,yeniden" oyunlarından beri, dot'un hemen hiçbir oyununu kaçırmamaya çalışıyorum, seviyorum konulara yaklaşım biçimlerini...

bu seneki oyunlarından...oyun adlarına tıklayınca ayrıntılı bilgiye gidebilirsiniz...

sarı ay: ritmi çok yüksek bir oyun, soluksuz seyredebilirsiniz, giderseniz pişman olmazsınız.


altın ejderha: insana verilen değeri buyrun bir de altın ejderha'da görün. oyundaki tatlı sözler, mutlu mesut söylenen "aaaaay laaaayk çayniiiiiiz(I like chinese)" şarkıları sizi yanıltmasın, çaktırmadan çakıyorlar bu şekilde kafanıza! oyunun etkisi oyundan çıktıktan sonra daha bir anlaşılıyor sanki...tavsiye ederim...


yüksek: yarın gideceğiz. bakalım nasıl?


krek: krek'i de kurucusu berkun oya'dan ötürü seviyorum. santral istanbul'a gitmek için de güzel bir neden. bir de içki yasağı çıkmasaydı... neyse, geçen seneki "güzel şeyler bizim tarafta" oyunu bu sene de oynuyor. gitmediyseniz kaçırmayın.

bu sene krek'te  "babamın cesetleri'ne gittim.


yazın babamın sağlık durumuyla da ilgili bir sıkıntı yaşadığımız için, oyunun konusu oldukça etkiledi beni. oyunda bir sıra hüngürt foşurt ağladım diyebilirim. uzun bir oyun, belki daha kısa olabilirmiş ama kısaltıldığında aynı etkiyi verir miydi bilemedim. bir eleştirmen, "oyunda, yan öykülerin bu kadar uzun tutulmasına, süslenmesine ihtiyaç yoktu" diye yorum yapmış ancak yaşanan bir olayla, uyumakta olan birçok yan durum da ortaya pırtladığı için, bu yoruma pek katıldığımı söyleyemeyeceğim.

birşeyi daha söylemeden geçemeyeceğim. oyunun en trajik/dramatik kısımlarında, olsa olsa insanda buruk bir gülümseme yaratacak durumlarda, izleyiciler kahkahalarla gülmüyorlar mı, sinir oluyorum..."iki dakka efendi olun!" diyesim geliyor arsız izleyiciye...

oyun atölyesi: sene başında "antonius ve kleopatra'"ya gitmiştim. güseldi. bu sene "pandaların hikayesi" adlı bir oyuna gittim, o da farklı boyutta,ilginç bir oyundu ancak gösterimden kalkmış sanırım.
bu sene oyun atölyesine misafir olarak gelen "önce bir boşluk oldu kalp gidince ama şu an iyi" oyununa nihayetinde gidebildim. kadın oyuncu(esra bezen bilgin) gerçekten iyi oynuyor. oyunda,  çalışma ve mutlu olma umuduyla türkiye'ye gelen ukraynalı bir kadının hüzünlü öyküsü anlatılıyor.   oyuncu; ironiyle bezediği etkili oyunculuğuyla, oyunu alıp götürüyor. oyuncunun arada bir aksayan aksanına takılsam da, genel olarak oyunu beğendim. zaten ödül de almış. (gene dram olan sahnelerde seyirci kahkahalarla gülüyor. duymamaya çalışıyorum.)


ikincikat: bu sene bir deneyimim olmadı kendileriyle ama genelde 2 oyundan 1'inde sevdiğim bir performans çıkıyor karşıma. risk almayı seviyorsanız, denemenizi tavsiye ederim. tek perdelik oyunlar...

garajistanbul: bu sefer tiyatro değil ama mustava avkıran'ın sabahlar olmasın konserlerini merak ediyorum...

merak ettiğim diğer oyunlar ise;

sumru yavrucuk'un trans bir kadını canlandırdığı "kimsenin ölmediği bir günün ertesiydi". oyun kumbaracı50'de oynuyor genelde ama oyun atölyesi gibi misafir olduğu tiyatrolar da var.
bir de craft oyunculuk atölyesi'nin uzantısı olarak kurulan craft diye yeni bir tiyatro grubu var, onların da kabin adlı oyununa gitmektir niyetim...
*
sizin var mıdır önermek istediğiniz bir oyun?
(genelde bu sorularım cevapsız kalıyor ama olsun sormaya devam...:)

hepinize bol tiyatrolu günler diliyorum...





25 March 2013

seçimler ve sonuçlar...

bir pazar gecesi..."blog mu yazsam, kitap mı okusam, dergilere mi baksam, eğitim notlarına da bakmak istiyorum..." bir gecede bir sürü şey yapmak istiyorum. işte böyle düşüncelerle "hadi" dedim, "kısacık birşey yaz bloga, sonra okumak istediklerine bakarsın."
amma velakin bilgisayarı açmamla, gerçekten kafamda yapmak istediklerimden dakika dakika uzaklaşmaya başlıyorum... "dur bi yahoo'ya bakayım, peki facebook'ta neler varmış?, dur şunu da bir izleyim, tamam sonra bloga döneceğim..." derken, pııııııır uçup gidiyor zaman. oldu mu şimdi?
ee oldu, böyle oldu, ne yapalım, "seçimler ve sonuçlar" diyorum sana füscüm. saat 01:00, pazartesi oldu bile. haftaya uykumu almış bir şekilde başlamak istiyorum.
*
o yüzden en iyisi, blogda daha önceden başlayıp bitirmediğim yazıyı tamamlayayım, sonra biraz okuyup tumba yatak yapayım!
*
tamamlanmamış işler bizi(beni) şişler! 
tamamlanmamış işler ufak ufak birikip, kafa bi dünya haline gelmeden, bahar temizliği yapmak iyi gelir diyorum kendime...
minik işlerden başlayayım...mesela, defne'nin resimlerinin hepsini dosya dosya saklamam mümkün değil, sevdiklerimi blogda arşivleyim diyorum, hatta demiyorum, yapmaya başlıyorum...en sondan başlıyorum tabi:)
*
defne resmi çok severek yapıyor, bence güsel de yapıyor ama annesi olduğum için de öyle görüyor olabilirim. neyse; severek, içinden gelerek resim yapması zaten yeterli benim için. (tek yapmam gereken, önüne malzemeleri koymak ve gerisini ona bırakmak...). bu sıralar ünlü ressamların resimlerine bakarak benzerlerini yapmayı seviyor. geçen gün babasıyla bir resim kitabı almışlar. (küçük ressamın çizim kitabı). bir gün oturdu masanın başına, seçtiği ressamların resimlerini bir çırpıda yapıverdi. ödevlerini de böyle yapsa, ne hoş olur bu dünya:)
defne'nin çalışmalarından bir demetle iyi geceler diyorum herkese...

geçen seneki takvimi iyi ki atmamışım, van gogh resmini yaptıktan sonraki keyfine diyecek yok!
bu da klimt!
karikatürmüş!
takı kutusunu boyarken...
küçük ressamın çizim kitabından
matisse!
miro!
defne: bu çok kolay, bu resmi çocuk bile yapar:)
matisse
defne: siyah beyaz sıkıcı, ben renkli yapmak istedim.
modigliani
kadının başını farklı açıdan çizmek istemiş.
degas

17 March 2013

haftanın top 10'u

bugün ne yazsam diye düşünürken; bu hafta beni keyiflendiren, iyi hissettiren şeyleri yazmak geldi aklıma... kimi çok minik ama haftaya bakınca ilk etapta aklıma gelenlerden olduklarına göre, yazılmaya değerler...

1-mit'in bana yaptığı nefes seansı:
mit'in nefes koçu olma yolunda olduğunu söylemiş miydim? evdeki doğal koçumuzu yakalamak için, biz de kendimizce birşeyler yapıyoruz işte...
mit her "sana nefes seansı yapayım mı?" dediğinde, " aa, ben gayet iyiyim, ihtiyacım yok" hallerine giriyordum. ama mit yapınca, gayet de iyi geliyordu. geçen gün sorduğunda, bu sefer bi laf etmeden, mit için tamam dedim. ve gördüm ki, illa kötü olmam gerekmiyor nefes seansı almak için. iyi hissederken de, daha da iyi hissettirebiliyor transformal nefes... bir nevi meditasyon, kendinle olma zamanı...
o gün, bu konuyla ilgili anlamsız bir önyargımı kırdığım için de, ayrıca sevindim. sağolasın hocam:)

2-baharda açan sıklamenlerimiz: kışın nazlanıyorlar ama baharda açıyor bizim sıklamenlerimiz, bir sabah balkonda hepsini açmış görünce çok sevindim:)

3-eski arkadaşlarımla keyifli bir akşam yemeği: eski arkadaşlar, yıllanmış şarap gibi, lezzetine doyum olmuyor...

4-defne'nin şiir yorumları: bir arkadaşımın kendi şiir kitabı var. bir gece defne'nin odasında o kitabı unutmuşum. sabah yanına geldiğimde, arkadaşımın bir şiirini okuyordu. şiirle ilgili yaşına göre, bence çok güzel yorumlar yaptı. arkadaşımla defne üzerinden hoş bir paylaşımımız oldu. (henüz arkadaşımın iznini almadığım için şiirini ve defne'nin yorumlarını paylaşamıyorum.)

5-işle ilgili bir araştırma yaparken, rastladığım ve keyifle dinlediğim bir şarkı: bu şarkıyı daha önceden duymuşluğum vardı ama ofiste kulaklıkla yüksek seste dinlemek çok iyi geldi.



6-fulya'nın london'dan kesin dönüşü: birçok sevdiğim uzakta. işte o sevdiklerimden fulya'mın dönmesi, bizi ailecek çok mutlu etti. defne ruh ikizi geldiği için, ilk gece fulya'yı bize kaptırmadı tabi:) ilk geceden birkaç foto...

fulya'ya hemen ojeler, takılar, tokalar gösterilir...

özenle ojeler sürülür...

daha önce yapılan resimler paylaşılır, birlikte resim yapılır...

parfümsüz olur mu?
(süslenme insanın içinden gelen bir şey, fulya ile defne'yi izlerken, buna bir kez daha kanaat getirdim) 
7-bilge kadın şule gürbüz'le yapılan röportajdan bir bölüm: 

"şunu demek istiyorum, dünyada her zaman birşeyler vardır, başka bir ruh bir yerlerde kıpırdanıyor, bir takım oluşlar meydana geliyordur. bunlar kimse fark etmeden olur, kendi yapacağını o halle yapan ile olur, herkes ya da başkaları ne halde acaba dediğin an, yapacağını, hatta yapman gerekeni yapamazsın. bu ötekini kıymetsiz bulma değil, sana fısıldanmış sırrı kaybetmeme hususunda çok sakınımlı olma ve gizlenmedir. gizlen ki, ortaya çıksın, sakla ki kaybolmasın. her iş böyle... başka seslere kulak kabartıp, "acaba bizimki?" dendiği an müziğimiz bitti."
(bir+bir dergisi, sayı 20)

8-şebo&fır ile tüm gün mail üzerinden yaptığımız geyik: o gün nasıl bir modumuzdaysak, aşıklar gibi atıştık 3 kişi mail üzerinden. kahkahalarla güldüm, dostlarınla sınırsız saçmalama, kopma gibisi yok...

9-michael jackson&cirque de soleil show: cirque de soleil show kendini tekrarlar mı?, seviyoruz show'larını ama biraz da pahalı değil mi biletler? nasıl olacak bakalım? gibi sorularla gittik show'a ama iyi ki gitmişiz. michael jackson şarkılarını çok güzel bir koreografi ile sundular. akrobatik showlar çok yoktu ancak kostümler, sahne dekoru gerçekten çok iyiydi. defne show sonunda "anne hayatımda gördüğüm en iyi gösteriydi" dedi:) o gazla eve geldiğimizde, MJ'nin bir de belgeselini seyrettik. ertesi gün, evde michael şarkılarıyla dans ederek, mutfakta iş yapıyordum...iyi geldi bize, iyi:)
show'dan kısa bir bölüm:


10-haftanın yorgunluğundan sonra, cumartesi kestirmek için bana tanınan 1 saatlik süre: tamamiyle bana ait, hiçbir şeyi düşünmeden, sadece yatıp uyuduğum nefis 1 saat! teşekkürler mit ve def:)

veee soğuk havadan sonra mis gibi gelen sıcacık bir banyo: o banyodan sonra bu yazıyı yazmaya karar verdim:)

top 10 gibi oldu, biraz da daldan dala...siz de paylaşsanız size iyi gelen şeyleri, aslında ne sevinirim...

hepinize iyi pazarlar...

11 March 2013

evdeki koç!

eğitimde aldığım teorik bilgi, bakalım gerçek hayatta işe yarıyor mu?
evdeki koçu takip ediyoruz:

bir cumartesi sabahı! saat 7 civarı. defne, okul günlerinin aksine, haftasonu sabah deli bir enerjiye sahip! yataktayım. uyuyorum.
"anne, annee tv seyredeyim mi?
"hıı, saat kaç?"
hemen mutfaktaki duvar saati yerinden sökülür, getirilir. (saatin rakamları yok, rakamlar noktalarla belirtilmiş durumda:) ,
"anne, 8 galiba?"
"hıı? yok 7 daha, ya defne yaaa...gidip biraz uyur musun? ya da başka bir iş bulur musun kendine? 9'dan evvel tv yok"
aradan 10-15 dk geçer.
"annee, saat olmuş mudur?"
"defne, saati bekleyerek vakit harcayacağına, seveceğin başka bişi yapar mısın?"
defne içerlerde bişi yapar. 10-15 dk sonra gene gelir. (bu geliş gidişlerin sayısını, kesik uykular arasında füs kaçırır. baba bu arada napıyor derseniz, baba güsel uykusuna mışıl mışıl devam etmektedir.)
"anneee"
"hıı?"
"saat kaç?"
"yaa defne, mahsus mu yapıyosun? uyuyorum işte, tv'yi kaçta açacağını saatte gösterdim, lütfen yapma yaaa"
"ama anne, çocuk yetiştirmek böyle birşey!
"hıııı?" (o anda füs uyanır!)
*
yoğun eğitim döneminden sonra özleşmiş olduğumuz bir akşam. defne ile uno oynuyoruz ikimiz.
def:"seni çok özlemişiiiim" (der ve atlar boynuma)
füs: "canım benim, ben de seni çok özlediiiim." (ben de iyice sarılırım kızıma)
(bu arada gizli öğreten kadını bişi dürter!)
"ne zamandır resim yapmıyorsun defne, farkında mısın?...(ne alaka di mi?)
def: şu anın tadını bozmasak? ne güsel sarılıyorduk?...
(ve füs kendine gelir!)
füs: "aaaay defne, ne kadar haklısın.
(ve anne-kız doya doya sarılışırlar...)
*
geçen sene çok doğumgünü kutlamasına çağrılırdık. başta, "amanin defne hepsine gitmek isterse, ne yapacağız?" paniği yaşamıştım. (hepsine gitmeyeceğimiz çok aşikardı) neyse ki, defne seçe seçe gitti doğumgünlerine...
bu sene de davetler geliyor ancak hiçbir doğumgünü partisine gitmedik henüz. burada olmadığımız zamanlar da oldu ama genel olarak defne hiçbir kutlamaya gitmek istemedi. ne yalan söyleyim başta hoşuma da gitmişti. haftasonları başı kesik tavuk gibi, benzer tarzda doğumgününden doğumgününe gitmek istemiyordum. şu ana kadar çok yakın bir arkadaşının doğumgünü de olmamıştı(1 tane oldu pardon, gittik ona), o yüzden de durumu pek önemsemedim ancak gelecek hafta yakın bir arkadaşının doğumgününe de gitmek istemeyince, bu sefer yine "amanin" oldum. tamam her doğumgününe gitmek tahammülfersa bir durum ama yakın arkadaşınınkine?
"defne, zeynep'in doğumgünü var."
"ne zaman?"
"haftaya."
"annesine haber vereceğim, gideriz değil mi?"
"düşünsem?"
"a aa? zeynep'in doğumgünü yaw..."
"yok, gitmek istemiyorum."
"niye ki?" (hiç koçluk soruları değil:)
"çok kalabalık oluyor doğumgünleri, gürültüden hiçbirşey anlamıyorum, sıkıcı. 5-6 kişi olsa iyi de, bir sürü kişi olunca, hiç keyif almıyorum."
"dııııııııt!" (doğru söze ne denir?)
"walla doğru söylüyorsun da, her zaman bizim istediğimiz gibi olmuyor işte ortamlar, zeynep seni görürse sevinir ama sen bilirsin."
"düşüneyim."
"peki."
*
cumartesi günü. mit'in dışarda işi var.
"anne, ada'ya gidelim mi?"
(dört mevsim adalar'a gitme isteği duyan bir insan olarak, böyle bir talebin defne'den de gelmesine çok sevindim.)
"iyi olur da, babanın gelmesi lazım."
mit'in gelmesi 4'ü bulunca, ben adayı kaçırdık diye düşündüm. defne'nin de canı çok sıkıldı, adaya gidemeyeceğimizi düşündü, babasına bozuk attı ama mit "hadi gidelim" diyince, hemen şık kıyafetlerini giydi. (biz eşofmanlarla adaya gitsek de, defne için değişmiyor durum:) neyse, geç meç, düştük burgazada yoluna...
ödevler de yolda yapılıverdi, aradan çıktı(rahatladık:)
burgazada'yı zaten çok severim ama bu sefer sırf defne'nin mutluluğunu görmek için bile burgazada'ya gitmeliymişim...
o kadar mutlu oldu ki..., "çok mutluyum" diyip diyip ikimizin elini tuttu. bol bol koşturdu yollarda. çiçekler topladı. bahar açan ağaçları kokladı. mimozaları tanıdı. bize "susun, bakın ne kadar sessiz doğa" diyip sakinliğin tadını çıkarttı.
kalpazankaya'ya yürüdük yine. biralarla uğurladık günü.
defne'yi dinledik, ne iyi ettik. nefis bir gün geçirdik.

zortlak ödev!

bahar dalları ve defne, bi de hava kararmasaydı:)

adanın arkası, istoş gittiii!

anne beni çeker misin böyle?

dönüşte mimoza kalmadı diye üzülürken, tatlı bir kadın, mimozalarının yarısını bizimle paylaşarak bizi mes'ut etti:)

her zaman "şimdi ve burada" olan, şimdiden uzaklaştığımda her daim beni kendime getiren evdeki koçuma sevgilerimle....










birsen tezer'le başlayalım...

nerden başlasam, nasıl anlatsam... diye çok düşünmeden girivereyim hemen konuya...
geçmişten bugüne geleyim hafif hafif...
okkalı bir eğitim dönemini daha tamamlamış bulunmaktayım. iyi ki başlamışım bu eğitime diyorum her dönem sonrası...
*
eğitim sonrası enteresan birşey yaşadım ofiste. ofise gittiğimde, bir arkadaşım bana doğumgünü hediyesi olarak bir müzik cd'si aldığını söyledi. "dur söyleme, ben biliyorum kim olduğunu" dedim. eğitimden çıktım ya, bi havalardayım ama içten içe biliyorum da kim olduğunu. iş arkadaşım müzik zevkimi çok bilmese de, bu sanatçıdan öncesinde hiç konuşmamış olsak da, o cd'yi aldığını tahmin ettim. "birsen tezer aldın değil mi?" " aaa, bahar mı söyledi?" "yooo, içime doğdu."
ben de şaşırdım aslında bilmeme, bilmesem karizmam biraz bozulacaktı belki ama, çok bi emindim kendimden. birsen tezer'in yeni albümü (ikinci cihan) çıkmıştı, açık radyo'da kendisiyle yapılan söyleşiyi de dinlemiştim. cd'sini alsam mı diyordum ama bi türlü alamamıştım. bana alınan cd, o cd olabilir miydi lütfen?
*
neyse uzatmayım, ne kadar güsel bir zamanda çıkmış bu albüm karşıma. sanırsın kadın gestalt coaching programını müzikle veriyor...aşağıdaki şarkı, bu dönemki eğitimin bir özeti gibiydi. o kadar hüzünlü değildi tabi eğitim:) kışın sonu bahar ne de olsa...



albümdeki şarkıları dinlediğimde, en çok birsen tezer'in sözlerini yazdığı şarkıları beğendiğimi farkettim. şarkılar genelde hüzünlü ama umutsuz değil, çok güçlü bir yanı var sözlerinin...
bahar zamanının coşkusuna kapılmadan önce, birsen tezer'i ihmal etmeyiniz derim...

*
devam edeceğim...