Featured Post

30 October 2018

İyi İnsan Olmak...

Bu yazı da taslakta kalmış. Kalmasın...

Geçen hafta; Defne'nin "İyi insan olmak"la ilgili bir kompozisyon ödevi vardı. Defne, "Yaa anne okulun istediği iyi insanla, benim düşündüğüm iyi insan aynı değil, yazmak istemiyorum hiçbişi" diye söylenmeye başladı. İyi ki söylendi. "Okulun istediği klişe tanımları yazarsan, ödevi kesinlikle göndertmem sana, otur içinden ne geliyorsa onu yaz" dedim. O kadar kendimden emin bir tonda söylemişim ki, dediklerimi ikiletmeden, oturdu yazdı.

O kadar kritik bir konu ki bu...Hayatlarımız başkalarının isteğine göre, böyle böyle şekillenmeye başlıyor işte...Defne'nin direnmesine seviniyorum...Belki okulun da istediği net bir iyi insan tanımı yoktu(?) ama Defne'de bu tür bir direncin oluşması bile, birşeylerin habercisidir diye düşünüyorum.

Yazdığı yazıyı, haberi ve izni olmadığı için yayınlamayacağım ama özet olarak beni çok mutlu eden bir yazı olduğunu söylemeliyim. Yazısında özetle; her zaman doğru davranışı sergileyemesek de, her insanın özünde iyi olduğunu ve asıl önemli olanın, insanların içindeki iyiliği görmek olduğunu anlatıyordu.

İşte benim için en kıymetli nokta bu! Bize toplum tarafından yaşam boyunca; bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde, "hep iyi davranışlar göstermemiz" dikte ediliyor. İyi çocuk olmak, cici kız olmak...Fazla sorun çıkartmamak, olabildiğince uyumlu olmak, başkasını uğraştırmamak...İçimizdeki karanlık, gölge taraf yokmuş gibi davranarak hareket etmemiz bekleniyor genelde...

Suya sabuna dokunmadan, sorgulamadan, ezberci davranışlarla büyüdüğümüzde de; Ursula Le Guin'in dediği gibi patates olmaktan öteye pek geçemiyoruz. Ben kendimdeki karanlık tarafı içten içe bilerek büyüdüm ancak edebiyat ve sinema olmasa, sanki bir tek böyle hisseden, yaşayan kendimmiş gibi düşünerek büyüdüğümü de itiraf etmeliyim. Sanki bu benim kusurummuş gibi, yıllarca o karanlık tarafla yüzleşmekten kaçtım. Daha doğrusu nasıl yüzleşeceğimi de pek bilmeden yaşadım yıllarca. En çok; günlüğüme yazdığım yazılara içimi döktüm ama kendime karşı da çok hoşgörülü davranmadığım için, oralarda da kızdım kendi varoluş şeklime. Toplumun dayağı yetmedi, en güzel dayağı kendim attım çoğu zaman kendime...

Taaa ki Defne'nin doğum sürecine kadar!  İşte o zaman işin rengi değişmeye başladı benim için... O doğmadan, çocuk gelişimi ile ilgili psikoloji kitaplarını okumaya başlamıştım. Okumaya devam ettikçe, kendimi de yeniden doğurma ihtiyacım olduğunu gördüm. Eğitimlere, psikoterapi gruplarına gittim, işimi, çalıştığım sektörü bile değiştirdim, nasıl olduğunu anlamadan...O yüzden Defne'nin doğumu, benim ikinci doğumumdur diyebilirim. Tabi kendimi esas kabulümün 40'lı yaşlarımı bulduğunu da söylemeliyim. Kolay değil şimdiye kadar doğru bildiğin şeylerin, o kadar da doğru olmadığını kabul etmek ve hayatını istediğin doğrultuda şekillendirmek, zaman alıyor...Ama gerekli...Yaşamak için gerekli...Karanlık taraflarla yüzleşmek, kendini her halinle kabul etmek ve kendini şefkatle sarıp sarmalamak.. Bundan sonra, insan kendini gerçekten sevmeye başlayabiliyor...

Bakın ne diyor Engin Geçtan İnsan Olmak kitabında; "İyi insan, çevresine olduğu kadar, kendisine karşı da iyi olan kişidir." (syf: 58)

Tanım ne kadar yalın ama ne kadar kuvvetli değil mi? Sözün özü; kendimizden vazgeçmek pahasına, iyi insan olmayalım. Olamayız zaten. İyi insanmış gibi oluruz o kadar, gerçek bir yaşanmışlık olmaz. Bence hata yaparak, acıyla yüzleşerek ve sadece iyi hissiyatları bünyemizde barındırmadığımız gerçeğini kabul ederek, gerçek sesimizi duyabiliriz. Ancak bu şekilde sağlıklı seçimler yapabiliriz.

Çevremde çok az insan gerçek anlamda paylaşım yapıyor. (Az da olsalar, iyi ki varlar hayatımda:) İşim gereği de, birçok insanla görüşüyorum. Pek çok insan, içindekileri paylaşmadan, karşısındakinin kendisini anlamasını bekleyerek yaşıyor, gidiyor... Hepimiz kendi küçük dünyalarımızda, kendi kendimize yaşarsak, nasıl çıkarabiliriz karanlıkları ortaya? Hayat, gerçek anlamda paylaşabilince güzel...

Defne'nin ödevinden nerelere geldim, neyse, yazımı Jung'cuğumun bir sözüyle noktalayayım...Haydi şen kalın, kendinizle kalın;)

"One does not become enlightened by imagining figures of light but by making the darkness conscious." Carl Jung
Kadıköy vapurundan gün batımı


Fikrisabitliğin lüzumu yok...

Ekim 2018'de yazmışım bu yazıyı. Taslakta bırakmışım. 2018'de başladığım işi 2023'ün Aralık ayında bitireyim dedim. O zamandan bu zamana neler neler değişti, bazı hayat alışkanlıklarım bile değişti...Ama bunu görmek bile güzel...O yüzden yazıyı olduğu haliyle paylaşıyorum...

Kaç kere yazmaya niyetlensem de, bir türlü başına oturamadığım blogumla bugün başbaşayız. Bloga yazmadan, 2 seneyi devirmişim. Hoş bugün de bir bahane bulsam, yazmayı gene erteleyebilirdim ancak kaçacak pek bir yerim kalmadığı için, şu an buradayım:)

Şöyle ki; sabah görüşmemi yaptıktan sonra, öğle vakti eve geldim. Öğle bir arkadaşımla görüşecektim, iptal oldu. Eve gelince, dün gece ocaktaki varlığını unutarak yaktığım yeşil mercimeği, düdüklünün dibinden temizlemekle vakit geçirdim. Yaklaşık yarım saatlik bir uğraştan sonra, düdüklüyü kurtardım, gururluyum!. Bu sevimsiz iş bile, blog yazma eylemimin önüne geçti, düşünün.
Sonra kahve hazırlama, yazma heyecanımı bastırmak için, bitter çikolata...

Bu yazdıklarımı görünce, sanki zorla yazdırıyorlar, yazma kızım deli misin diyebilirsiniz. Ama demeyin:). O iş öyle değil. Sadece yoğunluktan, iş koşuşturmacasından yazamadım dersem yalan olur. Evet ülkenin gidişatı, yazma isteğimi azaltmış olabilir ama yazmamamın esas sebebi, daha çok korkudur diyebilirim. Bu konuya, başka bir yazıda uzun uzun girerim muhtemelen, şimdi geçelim...

Korkuyu bu süreçte aştım aşmasına da, bloga yazma disiplinini kaybedince, tekrar blogun başına oturmak hiç kolay olmadı. Taa ki, bu ayın başında Şebnem İstoş'a gelene kadar...Şebnem ile yazın, bu sene düzenli olarak hareket etme kararı almıştık. Bu kararımızı Ağustos ayından itibaren uyguluyoruz. İkimiz de, düzenli olarak yürümeye çalışıp, birbirimizi haberdar ediyoruz gidişatımız konusunda...Düşündüğümüzden daha disiplinli gidiyoruz bu konuda. Ayrıca; yürürken dinlediklerimiz, karşılaştığımız durum ve insanlar hakkındaki paylaşımlarımız, işi daha da keyifli hale getiriyor. Bizim gibi, pek spor disiplini olmayan edi-büdü, bu işi kıvırdıysa, neden başka konular için de, benzer bir, birbirimizi dürtme çalışması yapmayalım diye düşündük ve yazma-paylaşma konusunda eyleme geçelim dedik. Tekrar yazma konusu bu şekilde gündeme geldi. Şebo yazdı, şimdi sıra bende;)

Hoş ben bloga yazmadığım zaman sürecinde, bol bol günlüğüme yazdım ama olsun, buranın yeri farklı. Bir taraftan da, blog zamanları da geçti mi acaba diye düşünmeden edemiyorum ama bunu denemeden de, bilemeyeceğim kesin. Neden blog zamanları geçti mi diye düşünüyorum? Kendim bile, eskisi kadar blog takip etmiyorum. Daha çok instagramdan ilgimi çeken şeyleri takip ediyorum. Instagramda ufak ufak paylaşımlar yapıyorum ama o daracık yerde uzun yazdığımda, bazen yüreğim daralabiliyor, alan lazım bana...alan...

Amma uzun bir girizgah oldu. Burada, instagramda uzun uzun anlatmadığım bazı konulara, daha damardan girmeye niyet ediyorum diyip, konuyu özetleyeyim.



Dün İstanbul Modern'de gördüğüm bir sergideki eserden (Anthony Cragg-İnsan Doğası Sergisi) esinlenerek, bu yazıma bir isim düşündüm. Eserin adı: Fikrisabit idi. Orada en abuk subuk görünen eser buydu bana göre. Buradan kendimce şöyle bir anlam çıkardım: Fikrisabit olan, bir boka benzemiyor, kendi içinde tıkanıp kalıyor. Bu eser bunun üç boyutlu örneği. Birşeylere takılıp kalırsan eğer, bu eseri aklına getir ve kendine şunu de Füs'cüm; fikrisabitliğin lüzumu yok, bekleme yapma, devaaam eeeet...

Hadi bakalım kaldığımız yerden devam edelim o halde;)

Sıradaki yazılar;

-İyi insan olmak...
-Thunder veya tandır?
-Demlene demlene...
-Instagram çok güsel, gelsene beybisi...

(Bu yazıların başlığı var sadece, ortaya ne çıkar, ben de bilmiyorum henüz, birlikte göreceğiz;)