Featured Post

30 September 2013

bir kitap önerisi: ercan kesal-peri gazozu

bugün, okumayı henüz bitirdiğim çok etkileyici bir kitaptan bahsetme niyetindeydim. hala niyetindeyim de, bilgisayarın başına oturduğumdan beri, tuncel kurtiz ile ilgili videoları izliyorum. o yüzden konuya hemen giremiyorum. tuncel kurtiz'in okuduğu şiirleri, anlattığı hikayeleri gevrek sesinden dinlerken bambaşka yerlere gidiyorum...fuzuli ne güsel demiş " söylesem tesiri yok, sussam gönlüm razı değil" diye...işte ben de tam böyle hissediyorum şu an. yaşı kaç olursa olsun, bazı insanların dünyadan gitme zamanı bana hep erken geliyor, onları dünyanın demirbaşlarındanmış gibi düşünüyorum... tuncel kurtiz, gittiği yere de kendi güselliklerini, bilgeliğini götürmüştür eminim...öte tarafta sanki can yücel'le kucaklaşmış ve rakıları koyup sohbete, şiir okumaya başlamışlar gibi bir sahne canlanıyor gözümde ve böyle düşünmek iyi geliyor bana... (niye yılmaz güney değil de, can yücel diye soracak olursanız, ne diyebilirim ki, hayal bu...:)
***
bahsedeceğim kitaba gelince...aslında kitap aracılığı ile güsel bir insandan bahsetmek istiyorum: "ercan kesal". bilenler biliyordur; kendisi doktor, aynı zamanda oyuncu ve senaryo yazarı. üstelik ödüllü bir oyuncu! geçen gün "yozgat blues" filmindeki oyunculuğuyla bir ödül daha kazandı. ebru ve nuri bilge ceylan'la "bir zamanlar anadolu" filminin de senaryosunu yazdığını belirtmek isterim. bir hayata birçok hayat sığdırabilmiş, içinden hayat fışkıran bir adam!
***
son olarak "peri gazozu" isimli bir kitap yazdı. kitabında; özellikle çocukluk dönemini, ailesiyle olan samimi ilişkisini ve hekimliği döneminde yaşadığı birtakım acı-tatlı olayları anlatıyor. kitabını o kadar çok sevdim ki...gerçek bir insan, insanlığını her türlü zorlukta daha çok ortaya çıkartabilmiş bir insan... okurken, kitap hiç bitmesin istedim. böyle bir insanla uzaktan da olsa, belli bir zamanı paylaşmış olmaktan dolayı kendimi mutlu hissettim.
***
kitaptan minicik 2 alıntı yapayım, okuyup okumama kararı elbette sizin ancak bana soracak olursanız mutlaka "peri gazozu"'nu okuyun derim:)

kitabın ilk satırları, beni benden alan sözler...

"...bütün sanat eserleri belleğe dayanır. belleği billursu hale getirmenin, somutlaştırmanın araçlarıdır. bir ağacın üzerindeki bir böcek gibi, sanatçı da asalak gibi çocukluğundan beslenir. sonra biriktirdiklerini harcar, yetişkin olur ve olgunluğu da son noktadır...diyor bergman...katılıyorum. 

(sanatçı olalım, olmayalım, hep çocukluğumuzdan beslenmiyor muyuz? babam kendimi bildim bileli, hep çocukluk anılarını anlatır bize... küçükken onu pek anlamazdım ancak yaşım ilerledikçe kendimin de aslında çocukluk anılarımla yaşadığımı görüyorum...füs)

...dedemden öğrendiğim, "insan olmak" kendi mutlu olduğun şeyleri yanındakilere de iletmektir. insan kendinde olmasını istediği herhangi bir şeyi başkası için de aynı şiddette isteyebiliyorsa "insanım" diyebiliyor. 
birbirimizin hayatlarının içindeyiz ve insan olmak galiba "diğerkam*" olmaktan geçiyor.
(*diğerkam: başkalarının yararını kendi yararı kadar gözetmek)
ercan kesal




24 September 2013

fikrimin ince gülü behçet'e karşı

geçen hafta yazdığım ve fakat yayınlayamadığım yazım...bugün sabah defne'yi "fikrimin ince gülü'"nü söyleyerek uyandırdığıma göre, bu yazıyı yayınlama isteğim devam ediyor demektir...buyrunuz...
*******
"şiire en çok yakışan mevsim hangisidir?" deseler, çoğumuz sonbahar deriz sanırım, ben kendi adıma en çok sonbaharda şiiri seviyorum...
hava hafif bozmaya başlayınca, elim sevdiğim şiirleri toparladığım eski defterime daha çok gidiyor.
*
bugün defne'nin müzik kitaplarını almak için arabayla kadıköy tarafına gitmiştim. dönüşte öyle hoş bir sonbahar havası oldu ki, sahil beni çağırdı sanki, sahilde yürüyüşe gitmesem, sahilin gönlü kalacaktı bende gibi hissettim. hafif sonbahar rüzgarı, edepli dalgalar, mis kokulu incir ağaçları, binbir renge bürünen gökyüzü...
oh saçlarımı da açtım rüzgara, yürüdüm bol bol...
yürürken de aklıma behçet necatigil'in "sevgilerde"şiiri geldi nedense...şiiri hatırlamak isteyenlere:

sevgilerde...

sevgileri yarınlara bıraktınız
çekingen,tutuk, saygılı
bütün yakınlarınız sizi yanlış tanıdı.

bitmeyen işler yüzünden
(siz böyle olsun istemezdiniz)
bir bakış bile yeterken anlatmaya herşeyi
kalbinizde kaldı.

siz geniş zamanlar umuyordunuz
çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
yılların telaşlarda bu kadar çabuk
geçeceği aklınıza gelmezdi.

gizli bahçenizde 
açan çiçekler vardı
gecelerde ve yalnız.
vermeye az buldunuz
yahut vakit olmadı.

behçet necatigil

hüzünlü, buruk bir tadı var değil mi şiirin? ömrün sonunda; ah ah, vah vah diye hayıflanmamak için, sevgileri söylemek lazım... içinizden gelse bile, daha önceki unutamadığınız durumlardan dolayı, tuttuğunuz oluyor mu sevginizi? ben tutardım bir zamanlar, tutmuyorum artık, beklentisizce söylüyorum içimden geldi mi...oh söyledim gitti...sen sağ ben selamet...mezara mı götüreceğiz yahu güsel sözlerimizi?
*
neyse, tam eve dönerken arabada radyoyu açtım. kanallar karışmış, karşıma radyotrt ve bir türk sanat müziği programı çıktı. hemen"fikrimin ince gülü"'nü anons ediverdiler.
"heh" dedim kendi kendime, "bak sevgisini söyleyen ne de güsel söylemiş, söyle de dinleyelim..."
bugün bu şarkı çok takıldı dilime, evde de birkaç kere çaldım, dinledim. türk sanat müziği bana hep çocukluk dönemimi hatırlatıyor. annem mutfakta hep radyo dinleyerek iş yapardı ve müziğe eşlik ederdi ben çocukken...geniş ailemizde de türk sanat müziği sevilirdi. ne zaman türk sanat müziği dinlesem annem oluyormuşum gibi geliyor son günlerde bana:) bir sonraki kuşağa geçer mi bilmiyorum ama ben bugün defne'nin yanında bu şarkıyı söyledim. hafif boş gözlerle baktı bana ama severek söylediğim için, sessiz kalarak şarkımı bitirmemi bekledi.
neyse uzun lafın kısası, fikrimin ince gülü'nü behçet necatigil'e bir cevap olarak paylaşayım istedim:) iyi dinlemeler...




23 September 2013

üzümden çok sevmek:)


haftasonu, ahmet mümtaz taylan'ın gazetedeki yazısını arabada okuyup çok gülmüştüm, hatta mit'e de yüksek sesle tekrar okumuştum. defne, arabada yazıya pek ses vermemişti ama bugün akşam yaptığımız mini diyalogdan sonra, yazıyı bloga da eklemek farz oldu:)
- "ee yetiştin mi okula sabah?"
- "yetiştim yetiştim, üzümden çok sevmeye yetiştim:)"

andımız gerginliği
İlkokula küçük bir yerde, Şarkîkaraağaç’ta başladım. Isparta’nın Eğirdir ilçesinin, ilçesine uzakça bir kazası. O yıllarda küçük yerlerde aileler çocuklarını okula yazdırmak için acele etmezdi. Bense şehirde büyümüş, anaokulu da görmüş bir aklıevvel olarak, vaktinden önce okul yolunu tutmuştum. İyi kötü okuma yazma bildiğim için de, okulun ilk aylarında arkadaşsızlık derdi çektim. Bir de andımızı ezberlemekte zorluğum vardı. Herkesin kısa zamanda sular seller gibi ezberlediği andımız, bir türlü eksiksiz girmiyordu küçük aklıma. Babam arada bir ezberimi yoklar, hemen her baba gibi mevzu uzadıkça kabaran sinirini bastırarak ezber ettirirdi andımızı. Babam okumaya başlar, ben peşi sıra yinelerdim: “Türküm”, “Tüürküm”, “Doğruyum”, “Dooğruyum”, “Çalışkanım”, “Çalışkanım…” 
O metazori ezber, ertesi kontrolde yine yoklara karışmış olurdu. Akşam yemek sonraları andımız gerginliği yaşar, kendimi erkenden yatağa atmaya bile razı olurdum. Neyse ki babam da bir zaman sonra sıkılıp, kontrolü bıraktı elden. Ta ki bir akşam, misafirler huzurunda andımızı okumamı isteyene kadar. Sıkılarak, manasız bir tonla başladım kırık ezberime. Misafirlerin, okulda derse katılımından çok, top oynarken zırt pırt okulun camını çerçevesini indirmesiyle meşhur oğlu da –ona cam canavarı derlerdi- huşu içinde bana eşlik ediyordu. Andımızla sınanmanın gerilimini saymazsak ezber tıkırında gidiyordu ki; dinleyenlerde bomba etkisi yaratan o satır geldi; “Yasam; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi üzümden çok sevmektir. Ülküm…” Babamın iyi tanıdığım sinirli ses tonu bir anda salondaki tüm oksijeni emdi ve… “Bir dakika bir dakika, ne dedin sen?” “Ülküm…”, “Yok ondan önce ne dedin?” “Yasam”, “Evet!”, “İşte, küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak…”, “Evet!?”, “Yurdumu, milletimi üzümden çok sevmektir.” “Neyden çok?” “Üzümden!” Önce muhterem zevatın kıkırtısı kahkahaya dönüştü, sonra yanımda gülmekten ağzı ayrılan arsız cam canavarının dirseği böğrümde patladı. Herkes gülmekten katılırken, babamın kırgın bakışları beynimi delip, arkamdaki aşı boyalı duvara çarpıp dağıldı. Ben hatamın ne olduğunu kavramakla, utanmak arasında pres olurken, “Haydi bakalım” dedi,  “Yatma vakti… Herkese iyi geceler dile!” Babam neye ve niye kırıldığını açıklamaz, kırgınlığı sorgulanamazdı. Benim hayatta en üzüldüğüm anlar ise -hâlâ öyledir- neyi yanlışyaptığımı anlayamadığım anlar olmuştur. Babam yine kırılmıştı ve ben yine ne halt ettiğimi bilmiyordum. Kendisiyle bu ilişki ya da ilişkisizlik biçimi, sonraki yıllarda da birçok defa yaşanmıştır aramızda. Onu yitirene kadar… Babamın yardımı olmadan -cam canavarının sayesinde- özümle üzüm arasındaki farkı öğrendim elbet. Bir daha hiç unutmadım. Ama babam bir daha hiç sormadı andımızı.

varlığın şiire dönüşmesi
Pazartesi günü okullar açıldı. Evimin yakınında bir ilkokul var. En küçüğü 66 aylık, en büyüğü 10 yaşında güzel çocuklar, sabahları hançerelerini yırtarak andımızı okuyorlar okul bahçesinde. Onların ezberine uyanıyorum her sabah. Hayatını ezberle kazanan bir oyuncu olarak, andımızı neden ezberleyemediğime hâlâ şaşarak ve hâlâ yurdumu, milletimi “özümden” çok sevmem gerektiğine ikna olamayarak!
Bir kızım var. Onu özümden çok seviyorum. Ona sevmeyi anlatmaya çalışıyorum. Önce ve en fazla neyi seveceğine karışmadan. Yine de bazen başkalarının güzel tavsiyelerini de okuyup aktarıyorum kızıma.
Misal; “Yapman gereken şu: Dünyayı, güneşi ve hayvanları sev, zenginliklerden uzak dur, isteyen herkese yardım elini uzat, aptalları ve delileri savun, gelirini ve işgücünü başkalarına ada, zalimlerden nefret et, tanrı konusunda tartışma, insanlara sabır ve hoşgörü göster, bilinen ya da bilinmeyen hiçbir şeye, hiçbir adama veya adamlara şapka çıkarma… Okulda, kilisede ya da bir kitapta anlatılanların hepsini gözden geçir, ruhuna hakaret eden şeyleri defet. İşte o zaman varlığın muhteşem bir şiire dönüşür.” Böyle demiş, şair babalardan Walt Whitman. Varlığınız sevgiye armağan olsun…

17 September 2013

yaşamını hiçbirşey beklemeden yaşayacaksın...

yıllar önce defterime yazdığım, sevdiğim bir oruç aruoba şiiri...

şiirin tamamını yazmamışım, sadece beni etkileyen kısımlarını almışım deftere, gene öyle yapayım...

yaşamını hiçbirşey beklemeden yaşayacaksın
ne istediğini bilerek ama beklemeden
en çok beklediğinin, gelse bile bir gün
hiçbir zaman beklediğin anlamda gelmeyeceğini bilerek...

oruç aruoba



13 September 2013

hedefin ne?

biliyorsunuz defne bu hafta okula başladı. öğretmeni geçen gün; çocuklara hedef çalışması yaptırmış. her çocuk dönem sonuna kadar kendisiyle ilgili gerçekleştirmek istediği bir hedefi düşünmüş, yazıp zarfa koymuş. zarfa konulan hedefler bir duvara asılmış. muhtemelen dönem sonunda "eee hedefin neydi? gerçekleştirdin mi hedefini?" değerlendirmesi yapacaklar...
*
"hedef" biraz sevimsiz ve iddialı bulduğum bir kelime. eminim öğretmeni "hedef" kelimesini açarak anlatmıştır çocuklara ama gene de başka bir ifade şekli bulunamaz mıydı? çocukların gerçek isteklerini, duygularını biraz daha ön plana çıkaracak bir şekil?
*
-anne biz bugün hedefimizi yazdık.
-aa ne hedefi?
-işte karne alıncaya kadar kendinle ilgili bi hedef.
-ee sen ne yazdın?
-okul boyunca uslu olmayı ve dersleri dinlemeyi hedefliyorum.
-hı? gerçek hedefin bu mu? sen zaten yaramaz ve ders dinlemez bi çocuk değilsin ki?
 yaa defne açık söyle, bu senin hedefin mi? öğretmenin için yazdığın hedef mi?
-amaan yazdım işte anne.
-anne, sana da bir hedef vermek istiyorum.
-ee neymiş?
-bence daha çok gülmeyi hedeflemelisin. gülünce daha keyifli ve güsel oluyorsun.
-heh işte hedef budur! bak isteyince gerçek hedef verebiliyorsun.
tamam ben dediğine dikkat edeceğim ve daha güleryüzlü olmayı hedefleyeceğim. gerçekten iyi bir hedef. ama ben de senden senin gerçek hedefini duymak istiyorum. gerçekten dönem ortasına kadar ne yapmak istersin kendinle ilgili? biraz düşün. yarın konuşalım.
*
bugün:
-ee gerçek hedefini düşündün mü?
-60 tane kitap okumak istiyorum!
-hımmm, beyza da 70 tane kitap okumak istiyordu değil mi? sayı çok geldi bana ama neyse sayıya çok takılma bence. eğlenceli, keyifli kitaplar okusan yeter...
*
bu hedef de beni çok kesmedi ama uzatmadım artık. belli ki defne benim nabzıma uygun şerbeti pardon hedefi vererek, "uzatma artık anne!" mesajını veriyordu.. illa bir hedefi olması da gerekli miydi zaten dönem sonuna kadar? hele okula başladığı ilk haftadan, zorlama işler çocuklara işlemiyor...
*
aa belki de defne baştan çözdü bu işi, ya hedef için ne kasacağım, zaten olduğum şeyi olmaya devam ederek, sistemi de idare ederim, annemi de, olur biter diyor olabilir mi? mümkün...
herkesin bir hedefi var:)
(arkadaşımın kedisi ve kaplumbağası, yayın iznini almadım ama kızmaz herhalde?:)








12 September 2013

gündüz vassaf

yazmışımdır önce. kesin. hayatımda; yakın dostlarım kadar gözlerimi ışıldatan, tanışmasam da sevdiğim, varlıkları bana güç veren "bazı insanlar "var. bunlardan biri işte gündüz vassaf!
gene inci inci döktürmüş güsel insan remzi kitabevi'ne verdiği söyleşisinde...dünkü yazdığım yazının üstüne, söylediklerini okumak çok iyi geldi. sevdiğim birkaç satırı hemen buraya aktarıyorum. tüm röportajı okumak isterseniz  lütfen tık!

“Kitabınızda söz ettiğiniz ‘ötekileştirme’ meselesi var. Bizim gibi olmadığını varsaydığımız kişileri hemen ‘öteki’ diye adlandırabiliyoruz. Ama bir de ‘eleştiri’ var. Eleştirinin sınırları nedir? Ya da yargılamadan, ötekileştirmeden eleştirmek mümkün mü?”

“Şair Nerval, ‘Je suis les autres’ der. ‘Ötekiler ben’im, içimdeki ötekiler ben’im’ der. Ressam arkadaşım Altan Adalı da ‘En zor resim otoportredir çünkü kendi yalanını hemen yakalarsın,’ demişti. Kendimizi gördükçe, başkalarını daha az yargılar hale gelebiliriz. Ne kadar kompleksli biri bile olsam, kendi sabitimde durduğum için başkalarını ötekileştiririm. Ama kendi değişimimi görebilirsem işler değişir. Günlükler bu anlamda önemli. İçten bir günlük tutuyorsanız, değişimi anlamış olabiliyorsunuz. Bence en doğru yol kendimizi eleştirmek. Bu şekilde bizce doğru olanı, iyi olanı göstererek zaten tavrımızı ortaya koymuş oluruz.”


“Anı yazmak da böyle bir şey mi? Anları zapt etmiş mi oluyorsunuz?”

“Benim için değil. Yazı yazarken kendimdeki değişimin farkındayım. Başkasına saldırdığımın da farkındayım. Onun için başkasına saldırmamak istiyorum. Yazıdaki ahlakın farkındayım. Neyi yazacağım, neyi yazmayacağım? Nasıl yazdım? Neden bunu yazdım da ötekini yazmadım? Çünkü her kelimeyi yazarken başka bir kelimeyi seçmemiş oluyorsun. O da başka bir ahlaki süreç. Ahlakın kapısını, penceresini kapatıp bu şekilde yazmak da mümkün. Ve ortaya müthiş bir kitap çıkabilir. Zaten var böyle kitaplar. Size nefret dolu bir katil duygusunu yaşattıran, içimizdeki o duyguları kabartan kitaplar var elbette. Bunlar insanın bir yönünü abartan kitaplar. Savaş gibi. Kitaplar savaş değil, sevgi için, barış için olsa… Kavga ederek, eleştirerek… Ama severek. O sevme duygusunu kaldırmadan…”


geçenlerde okuduğum gazete yazısından bir bölümü de buraya eklemeden yapamayacağım. iyi ki varsın gündüz vassaf:)

yazının başlığı 'neden çocuk yapmamalı?' tüm yazı için lütfen tık!

...Daha çok değil, daha az çocuk yapmalıyız.

Türümüzün yaşam kalitesiyle mutluluğu, gezegenimizin sağlıklı geleceği için: 
- Her çocuğa daha çok zaman ayırarak sevebilmek, daha iyi eğitim olanakları sağlamak, 
- Çalışmayı, çalışma mekânını keyifli kılarak, insanı robotlaştıran işlerde robot kullanarak, daha az çalışıp daha çok üretmek,
- Daha az tüketip, yerel mekânlarda, yerel olanaklarla daha çok üreterek, aracıları, taşıyıcıları gereksiz kılarak, nüfusumuzu azaltarak yaşamımızın kalitesini arttırmak,
- Şimdiye kadar yaptığımızın tersine, genç nüfusu, tehlikeli, kirli, istikbal vaat etmeyen, istenmeyen işlere kurban edip sırtlarından geçinmek yerine, işyerinde fizyolojik ve psikolojik yıpranma nedenlerini ortadan kaldırarak, onların yaratıcı güçlerine uygun ortamlar sağlamak,
- Erken emeklilikle çalışanları kızağa çekmek yerine, yarızamanlı, dörtte bir zamanlı iş imkânları tanıyarak, yaşa, arzuya uygun yeni çalışma alanları yaratarak, yaşlıların toplumla entegrasyonlarını sürdürebilmek.
- Dünya hepimizin. Şimdi ve yakın gelecekte yeni işgücüne gereksinim duyacak Avrupa, Rusya, Japonya, Çin ve Türkiye’de, kurumsal ve toplumsal ırkçılığa karşı mücadeleyle, buraları her dilden, dinden, renkten insana yaşanır kılarak herkesin mecbur değil, mutlu ve özgür olduğu yerlerde çalışmalarını sağlamak.


bir minik not: G.V. muhtemelen yazı dikkat çeksin diye başlığa 'neden çocuk yapmamalı?' demiş ama benim gönlümden geçen başlık 'neden az çocuk yapmalı?' idi:)

11 September 2013

inanmak için yazıyorum...

dün aşağıdaki yazıyı yazmıştım. çok hassas bir konu olduğu için, yazıyı çok düşünerek yazmıştım kendimce. akşam, mit'e "okur musun?" dedim. iyi ki okumuş. o görüşlerini söyledikten sonra önce biraz sinirlendim kendisine, sonra düşündüm. evet haklıydı. sabah hemen yazıyı kayıtlardan taslağa çektim. en iyisi yayınlamayayım dedim. sonra o da içime sinmedi. aslında tam da demek istediğim tarzda birşey yaşıyorduk ve bu yazıyı bu şekliyle yayınlamalıydım.
önce yazıyı okuyun diye mit'le olan diyaloğumuzu sona koyuyorum.
*****************************

bugün sabah defne'yi okula bıraktım. sonrasında okul çevresinde de bir saat yürüdüm. aklıma bloga yazacak onlarca şey geldi. heyecanla eve geldim. keyifle kahvaltımı yaptım. hayat güseldi gerçekten...
*
sonrasında biraz facebook'a bakayım dedim, iki gündür dış dünya ile çok bağlantım yoktu. haberleri okudukça içim acımaya başladı. facebook kesmedi, twitter'a da girdim. son olarak gazeteyi açtım ve ahmet atakan'ın tabutuna sarılmış annesinin fotoğrafını görünce artık ağlamaya başladım.
*

ahmet atakan'ın kim olduğunu biliyorsunuzdur belki... 23 yaşında antakya'lı bir genç. suçu; gezi parkı eylemlerinde can veren abdullah cömert'i anmak ve odtü eylemlerine destek vermek amacıyla düzenlenen hatay'daki eyleme katılmak. polisin biber gazlı müdahalesinde hayatını kaybediyor...
annesi: "oğlum halkı için direndi. bu yolda canını verdi. biz başından sonuna kadar oğlumuzun yanındaydık. ben bir anneyim, bütün annelerin yüreği yandı" demiş. yandı gerçekten. hiç tanımadığım ahmet için, annesi için hüngür hüngür ağladım bugün. çaresiz hissettim kendimi. bu kaçıncı giden can? hem de ne uğruna? ölümden ötesi var mı? o annenin yüreğinin ateşini kim söndürebilir artık?
*
kimin hakkı var başka birinin canını almaya? zaten ölümlü olan bizler niye bu kadar cana susamış şekilde saldırıyoruz birbirimize? vicdanımızı, insanlığımızı nerede kaybettik? "vicdan insanın içindeki tanrıdır" demiş victor hugo. tanrımızı kaybettik belki de...
*
insan hayatı bu kadar ucuz değil, olmamalı. bu buhrandan milletçe çıkmalıyız. insanlığımızı yeniden hatırlamalıyız. sağduyuya, akla, birbirimizi anlamaya en çok ihtiyaç duyduğumuz zamanlar bu zamanlar... siz-biz kutuplaşmalarına girersek hiç çıkamayacağız bu işin içinden. tüm haksızlıklara rağmen şu an en çok insanca hareket etmemiz gereken zaman.
rakel dink ne kadar etkili bir söz söylemişti hrant dink'in cenaze töreninde:

"Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim…"

*
sorgulayacağız, anlamaya çalışacağız, kendimizi düzelteceğiz biraz, sonra elimizden geleni güzelleştirmeye, yeşertmeye çalışacağız, ufak ufak olacak belki, biraz zaman alacak ama olacak, bir umuttur neticede yaşatan insanı...
*
gabriel garcia marquez'in bir sözüyle bitireyim en iyisi yazıyı. benden fayda yok bugün ama olacak!

Gabriel Garcia Marquez'e "Karamsar bir insan olduğunuzu söylüyorsunuz ama kitaplarınızda her şey ne kadar kötü olursa olsun hep bir umut var, bu nasıl oluyor?" diye sormuşlar. Usta cevap vermiş; "Dünya'nın güzel olacağına inanmıyorum, ama inanmak için yazıyorum."

*****************************

-füs, herşey o kadar siyah-beyaz değil.
-nasıl yani? yazımdan bu mu anlaşılıyor?
-çocuğun nasıl öldüğünü bilmiyorsun?
-evet şaibeli bir durum ama sakin bir yürüyüş olsaydı böyle sonuçlar olur muydu? ya öncekiler?
-işte bu yüzden, daha da sorumlu davranmamız gereken bir dönemdeyiz. zaten bir yara var. bu yaraya tuz basmak yerine daha yapıcı davranmamız gerekiyor. benim; polisin de, benden farklı düşünen birinin de, iyi olduğuna, insan olduğuna inanmaya ihtiyacım var.
-hımmm, yazımdan benim de böyle bir ihtiyacım olduğu anlaşılmıyor mu? ben ölümlerin nasıl olduğunda değilim artık, yeni ölümler olmasın, tek isteğim bu.
-füs, ben seni biliyorum ama farklı görüşten biri yazdığını okuduğunda, farklı görüşün olsa da, kimseyi doğruluğu kanıtlanmamış bilgilerle suçlamadığın için, sana saygı duyabilmeli.
*
işte bu kadar konuştu. dedim ya, başta biraz sinirlendim mit'e, "benim burada yüreğim sızlamış, ne diyor mit?" diye ama yazımı tekrar okudum. evet, yazıda, daha önceki birikimlerin etkisiyle, farkında olmadan yaptığım suçlamalarımı gördüm. işte buradan başlamalıyız işe. sorgulamaya önce kendimizle başlamalıyız, sonra çekirdek aile, arkadaşlar, komşular, yakın çevremiz...bu toplum kendi kendine bu hale gelmedi. bu kördüğümü biz yaptık toplumca. çözüm de gene içimizde.

sağolasın sağduyulu kocam:)

09 September 2013

bir rock'n coke macerası...

yarın defne'nin okulu açılıyor. yarın sabahı düşünerek, bu saatte bilgisayarın başına oturmasam daha iyi olacaktı ama oturdum artık:)
*
yeğenim şebnem, 14 yaşında olup kendisi sıkı bir müzikseverdir. çoğu müzik grubunu ondan öğreniyorum. meğer bu sene de rock'n coke'a çok sevdiği bir grup olan " hurts" geliyormuş. "hadi" dedim "gelin istoş'a, gidelim!". ablamı ikna etmek biraz zaman alsa da, ana-kız eskişehir'den geldiler bu haftasonu. şebo'dan festival öncesi biraz müzik dersi aldım, öncelikle tabi "hurts" çalıştım.
yani cumartesi günü için hazırız festivale!
tabi defne de tutturdu "ben de geleceğim diye!" o kadar uzak bir yer olmasa, hadi bir görsün diye götüreceğim ama nerdeeee...
defne'yi gündüzden bırakabileceğimiz bir yer yok. akşama arkadaşımıza bırakabiliyoruz.
"hadi, şebo günü kaçırmasın, biz önden gidelim şebo ile, siz mit'le defne'yi bırakır, arabayla gelirsiniz akşama..." dedim bizimkilere.
bana göre plan gayet iyi olmuştu ama çok büyük bir stratejik hata yaptığımın o an tabi ki henüz farkında değildim...
*
şeboyla teyze-yeğen düştük yollara. tam öğrenci gibi, önce minibüs, sonra metrobüs (arada elimizdeki sezen biletlerini trump towers önünde bir arkadaşa vermece) en son da yine oradan kalkan servise binip hezarfen yollarına düşmece...tabi sürüne sürüne gittik, yolda dur kalk dur kalk...2 saatte ulaştık ama ne yapalım festival uğruna düştük yola dedik, söylenmedik...
*
sonra şebo fest alanının muhteşem wc'leri ile tanıştı! ne bu böyle yaa, bu kadar da kötü olmaz ki wc'ler! ilk defa da gelmiyoruz festivale, daha iyi yapanlar var bu işi! neyse buna da takılmadık, akrobatik hareketlerle işimizi gördük, kaçtık o sahneden!
*
festival havasına girmeye hazır, bilet kontrol sırasına yürüdük. sıra bize geldi. biletlerimizi görevliye gösterdik.
-"18 yaş altı kişiler için şu bölüme geçin lütfen" dediler. tıpış tıpış oraya geçtik. kimliklerimizi istediler.
- siz annesi değil misiniz?
- "hayır teyzesiyim. (doğrucu davut, şaşkın tavuk füs)
(((biiiip yandınız!!! ve bittiniz hatta!!! daha farkında değilsiniz!!! sizi sürüm sürüm süründüreceğiz!!!)))
-o zaman alana giremezsiniz.
-ama bakın yeğenim esk'den sırf bu fest için geldi.
-olabilir, alamıyoruz.
-bir yetkili ile görüşebilir miyim?
-hamfendi sizi anlıyorum, vıt vıt vıt, zıt zıt zıt...
-annesi gelmeden maalesef içeri alamıyoruz.
-pardon hezarfen'deyiz, nasıl gelsin hemen annesi? annesi akşama gelecek. kimliğim sizde kalsın isterseniz?
-annesi gelince alabiliriz ancak içeri.
-bakın sizin iyi bir insan olduğunuz yüzünüzden belli, ee biz de pek kötü insanlara benzemiyoruz değil mi? uzatmasak?
-hamfendi lütfen kenarıya alalım sizi.
(şebo hayal kırıklığı ile yere çökerek ağlamaya başlar!)
ve o bölümde birçok gözü yaşlı gencin olduğunu o an farkederim. meğer orası "18 yaş altı özel ağlama bölümü"ymüş. şebo'nun ağladığını gören, durumu çoktan kanıksamış bir kız " biz 4 saattir buradayız, arkadaşımın babası bizi getirmişti ama velimiz olmadığı için bizi içeri almadılar, babamızı bekliyoruz, ancak o gelince girebileceğiz. hoş, işini bilen çoktan girdi içeri. kimi öğrenci kimliğinde yaş düzeltmesi yapmış, kimi tam bilet almış, makyajı full yapmış, havayı kapmış, içeri zıplamış, aradan kaytarıp içeri girenler, el sallayanlar...)
*
eh be füüüs, yıllardır bu organizasyon-fest işlerini bilirsin, arada yaptığın çakallıklar da olmuştur ama yaş kemale erince, hafif pas tutmuşsun ya da basiret bağlanması diyelim... çok basit birşeyi atlamışsın. ablanın kimliğiyle kendi kimliğini değiştir gel işte. ablanla benzerliğinden hayatta bir kere yararlan be kızım!!!
*
atladık işte, ama pes eder mi anadolu çocuğu? kırk yılda bi yeğenimi getirmişim konsere, elbette gireceğiz, ne salakça birşey kapıda takılmamız...
*
-hadi başka kapıdan deneyelim.
*
saçlarımızı açtık. şebo benim gözlüğü taktı, hafif makyaj(ama sıkı makyaj gerekiyormuş aslında) ve fakat başka kapıda da takıldık. buyrun yine ağlama duvarına...
*
bu sefer kadın olan başka bir yetkiliyi buluyorum.
-"bakın durumu şöyle izah edeyim. yeğenim ve annesi esk'den geldiler, ablam evde kızıma bakıyor, kızımı akşam bırakabileceğiz, yeğenimin annesiyle, eşim akşama buraya gelebilecek... bıt bıt bıt..."
(füs ne anlatıyon yaaa? hayat hikayemi anlatıyorum orada ama kimin umrunda, zaten niye umurlarında olsun ki? ah bi yaşıma göre birini bulsam...artık sonunda o kadar koptum ki, "siz de anne olacaksınız, o zaman anlayacaksınız beni..."filan diye iyice kükremeye başlıyorum ama nafile çabalar tabi...:)
*
duman konseri başlıyor.
dışarda volta atıyoruz şebo'yla, bi taraftan da "gireriz canım, merak etme" diyorum kuzuma.
*
içeride olan arkadaşlarımdan yardım istiyorum. oradan da olumlu cevap yok.
*
ablamlar yola çıktılar bu arada ama yol çok kalabalık diye başka bir yollara sapmışlar. onlardan ümit yok yakın vadede...
*
bir daha başka kapıdan deneyelim diyoruz.
bu sefer görevliye "annesiyim" diyorum. "tamam kimlik kontrolü yapacağız ağlama noktasına buyrun" diyorlar.
maalesef kükrediğim kadın beni görüyor. bu sefer başka bir kadın yetkili var, o kadın daha bir profesyonel çemkiriyor. yaa ben de artık kendimi tanıyamıyorum. tamam anladık annesi değilim ama teyzesiyim ulan.
-sitenizin ilk sayfasına büyük büyük harflerle bu uyarıyı yapmalıydınız. annesi babası hayatta olmayan bir genç olsa, bu festivale gelemeyecek mi?
-hamfendi alamıyoruz. annesi gelsin.
(tabi bu püskürtmeler sonunda hafif tonda küfürleri basıyorum çevreme, çevredeki gözü yaşlı gençler, büyük birinden böyle bir destek gelince, gülümseyerek bakıyor bana, yalnız değilsiniz çocuklar!!!)
-şebo "18 yaşını tam doldurmamışsa kişi, illa babasıyla mı gelecek konsere? yaa nasıl bir mantık bu? diyor, gülüyorum:)) yassah kardeşim, burası türkiye! 18 yaşın altındaysan müzik dinlemek yok sana! teyzeye anne yarısı derler ama burada geçmez o laflar...alkolü dayar felan ağzına mazallah...korku kültürünün egemen olduğu topraklarda bu konserler de devam eder mi acep?
*
akşama doğru giriş alanı, sırf çocuğu için gelmiş olduğu belli olan velilerle dolmaya başlamıştı. şaşkın gözlerle etrafa bakıyordu çoğu veli...
*
bizse, deniz kenarının oradaki su bidonlarının tepesine tüneyip "duman"ı dinliyoruz. güvenlik görevlileriyle sohbete başlıyoruz. yardım etmek istiyorlar ama belli ki emir büyük yerden verilmiş!
*
hurts'un başlamasına 5 dk var. ablamların gelmesine daha en az yarım saat var. son birşey geliyor aklımıza.
-hadi öğrenci biletini tam yapalım. akşam vakti artık çok bakmazlar.
ve fakat üstüne para vermemize rağmen öğrenci biletinin arkasına bir bilet daha zımbalıyor gişedeki adam. hayıııır!!!
-bu biletin tam yazan halini istiyorum.
-yok bu da öyle sayılır.
-öyle sayılmaz.
-tamam vazgeçtim, geri alayım parayı lütfen.
*
ve hurts başlar!!!
*
şebo da ağlamaya başlar. onun o halini görüp, eli kolu bağlı, çaresiz hisseden teyzesi de artık gözyaşlarını tutamaz! teyze-yeğen sarılırız birbirimize...
*
işte o an mucizevi birşey olur! kimseyi zor durumda bırakmak istemediğim için ayrıntısını yazmayacağım ama ufacıcık bir kapı bize açılır, 3.5 saatlik bekleyişimiz sonunda içeri gireriz!!!
*
konserine "miracle" şarkısıyla başlayan hurts, belli ki bizi çağırıyordu. hem ağlıyorduk hem de sevinçle ana sahneye koşuyorduk!
*
sonrası...sonrası müthiş bir mutluluk... şebom her şarkısını ezbere bildiği bu konseri keyifle seyretti ya, daha ötesi yok benim için...

ablamla mit'i merak ediyorsanız, onlar da konserin sonuna yetişti:)
*
"miracle"'dan sonra "wonderful life" şarkısına geçen "hurts" gerçekten bizi anlamış gibiydi... hayat böyle birşey galiba... en umutsuz olduğunuz zamanda size bir yerden "pişşt, enseyi karartma hemencecik, 5 dakkada değişir bütün işler" diyiveriyor...

buyrun siz de dinleyin bu güsel şarkıları...







not: sabah defne'ye hikayemizi anlattığımızda, çok büyük bir heyecanla dinledi. sonunda "aslında kimlikleri değiştirseydiniz teyzemle, yalan söylemiş olacaktınız ama gerekli bir yalanmış" diyiverdi:)

05 September 2013

mutlu olmanın 10 bilimsel yolu:)

eylül'e girdik diye melankolinin derinliklerine daldım sanmayın. onun daha demini alma zamanına var:)
günlerim pek dolu geçiyor... birçok şeyi yapma heyecanı var içimde...özellikle geceleri iple çekiyorum...
ama tabi geceleri seven füs, eğer uykusunu tam almamışsa, gündüzleri çekilmez olabiliyor. bugün çocuklarla birlikteydim ama o kadar nemruttum ki, "sana ayak masajı yapalım istersen" kıvamına gelmişlerdi kızlar günün sonunda. (bu arada, arada nemrutluk da iyi oluyormuş:) höttürü zöt, ben ne istersem o olur modu!)
yazacak çok şey var kafamda.
ama bu akşam kısa keseceğim.
aşağıdaki "mutluluk dansı" yollarını sevdim. hem büyük ölçüde doğru, hem de komik! üstelik bilimsel;) yorumlarım aşağıda...


-görseli ilk gördüğümde aklıma: "groove is in the heart" şarkısı geldi!
-"plan a trip" güsel de, neden "don't take it?" (bu kısmı pek anlamadım? para harcamayın, bazen hayaller gerçeklerden güseldir mi?... anlayan varsa buyrun...)
-"move closer to work" en büyük kariyer hedeflerimden biri olmuştur! (ne kadar başardın derseniz, bir süreliğine de olsa, bu tatlı duyguyu yaşadım, gene yaparım heeeyt!)
-"go outside esp. 13.9 C." beni biraz üzer sanırım. üşüyen bi kadınım, ayrıca niye 14 değil de 13.9? dışarıya termometre ile mi çıkıyoruz?
-"help others" ama haftada 2 saat ona göre;)
-"exercise at least 7 minutes" hadi hergün tibet hareketlerini 15 dakika yaparak yırttım da, neden en az 7 dakika? bilen?
-"sleep more" işte bu gecenin son noktası! hadi iyi geceler...