Featured Post

28 May 2015

Bilge Kocakarı Le Guin ve Just Think About It!

Şahane bir kitap okuyorum. Ursula K. Le Guin'den "Kadınlar Rüyalar Ejderhalar". Jung'sever bir bilimkurgu yazarı Le Guin. Kitap tanıtımında; "uzay gemisindeki bilge kocakarı" gibi bir tanımlama yapılmış kendisiyle ilgili. Tanımlama hoşuma gitti:) Diğer kitaplarını okumadım ancak bu kitabın kapağını* gördüğümde, kapağına vurulmuştum. Irmak Zileli de, Le Guin hakkında yazınca, kitapla ilgili merakım artmış ve almıştım kitabı, okumak bu günlere kısmetmiş...

Kitap, herkesin ilgisini çeker mi bilmiyorum, çok kolay okunur bir kitap değil bana göre, ama; yazmaktan, gölgesiyle yüzleşmekten, fantazilerden, mitlerden, Jung'dan hoşlananlar için keyifli bir kitap olduğunu düşünüyorum. ("İnsan gölgesiyle yüzleşmekten hoşlanır mı?" diye sorabilirsiniz bana, sorar iseniz; "hoşlanmak biraz abartı olabilir ama gölgemizin varlığını kabul edip onunla yüzleşmeden de, tam olmuş olmuyoruz bence" derim.). Le Guin, çok bilgece anlatmış gölgemizin varlığını...

Bu kitabı okurken; önceki yıllarda "Yüzüklerin Efendisi" serisini seyrettiğime de ayrıca sevindim. Zira, yazar bazı "gölge" analizlerini bu filmdeki karakterler üzerinden(daha doğrusu Tolkien'in karakterleriyle) yapıyor ve gerek Tolkien gerek fantaziler gözümde daha da anlamlı hale geliyor.
Kitaptan birkaç alıntı yaparsam, kitapla ilgili daha çok fikir verebilirim size...


Büyümemiz için bize gereken gerçekliktir, insan erdemini ya da kötülüğünü aşan bir bütünlük. Bilgiye, kendimizi bilmeye ihtiyacımız var. Kendimizi ve gölgemizi görmemiz gerekir. Çünkü gölgemizle yüzleşebiliriz; onu kontrol edebilir, onun rehberliğini kabul edebiliriz; böylece belki de büyüdüğümüzde, güçlenip toplum içinde sorumlu yetişkinler olduğumuzda, dünyada yapılan kötülükler, katlanmak zorunda olduğumuz adaletsizlikler, azap ve acı karşısında ve o en sondaki nihai gölge karşısında, çaresizlikle teslim olmaya ya da gördüklerimizi inkar etmeye daha az eğilimli oluruz. (*Kitabın kapağındaki metin)

Hayal gücünün bastırılabileceğinden emin değilim. Eğer çocuktaki hayal gücünün kökünü gerçekten kazıyabilirseniz, o çocuk büyüyünce bir patates olur:)

Fantazi elbette hakikidir. Olgulara dayanmaz ama hakikidir. Çocuklar bilir bunu. Yetişkinler de bilir, zaten çoğu bu yüzden fantaziden korkar. Fantazideki hakikatın, yaşamaya mecbur edildikleri ve kabullendikleri hayatın sahteliğine, kofluğuna, gereksizliğine, sıradanlığına karşı bir meydan okuma hatta tehdit oluşturduğunu bilirler. Ejderhalardan korkarlar, çünkü özgürlükten korkarlar. Çocuklarımıza güvenmemiz gerektiğine inanıyorum. Normal çocuklar, gerçeklikle fantaziyi birbirinden ayırt etmeyi gayet iyi becerir. Çocuk tek boynuzlu atların gerçek olmadığını tabii ki bilir, ama öte yandan tek boynuzlu atlar üzerine yazılan bir kitabın, eğer yeterince iyiyse, hakiki bir kitap olduğunu da bilir. 

Jung der ki; "Herkes bir gölgeye sahiptir, bu gölge bireyin bilinçli yaşamında ne kadar az içeriliyorsa, o kadar kara ve yoğun olur." Başka bir deyişle, gölgenize ne kadar az bakarsanız, o kadar güçlenir, sonunda bir tehlikeye, kaldırılamaz bir ağırlığa, ruhunuzun içindeki bir tehdide dönüşür. Bilince kabul edilmeyen gölge, dışarı, ötekilere yansıtılır. Benim bir kusurum yok-sorun onlar...
Eğer gerçek dünyada yaşamak istiyorsam, bu yansıtmalarımdan vazgeçmek zorundayım; nefret edilesi olanın, kötünün içimde olduğunu kabul etmeliyim. Bu kolay değildir. Suçu başkalarına atamamak zor. Ama buna değer. Eğer birey, diyor Jung "Kendi gölgesiyle hesaplaşmayı öğrenirse, dünya için gerçek birşey yapmış olur. Günümüzün devasa, çözülmemiş toplumsal sorunlarının hiç olmazsa minicik bir parçasını sırtlanmayı başarmıştır."

Ağır gittim değil mi?:) Neyse, derin ama güzel konular bence...

Yazıyı, güzel bir şarkıyla noktalayayım. Dün bu şarkıyı bir arkadaşım yolladı bana, yıllardır bildiğim ve nakaratını ezbere söylediğim şarkıyı, ilk defa sözlerine dikkat ederek dinledim ve çok sevdim. Bazı şarkılar zamanı gelince, gerçekten dinleniyor sanırım...



Hepinize iyi günler...




20 May 2015

4 kitap

Kafamda Bir Tuhaflık ve Orhan Pamuk: 


Okuduğum sürece, bana Mevlüt ve ailesiyle yaşıyormuşum hissi veren
Her karakterin iç dünyasını benimle paylaşarak, onları derinden anlamamı sağlayan
Baharda okumama rağmen, sürekli bana Karakedi bozacısından boza aldırtan
Mevlüt'ün hayat hikayesi üzerinden yakın tarihimizi usulcacık önüme seriveren
Kitap okuma hazzını, romanı okuduğum sürece en yüksek seviyede yaşatan
Ve son cümlesiyle gecenin 2'sinde beni dağıtan enfes yazar...

Orhan Pamuk, iyi ki varsın!

Bize İki Çay Söyle-Elif Key


Mayıs başında 2 günlüğüne Urla'nın bir köyüne gitmiştik. Orada, akşam vakti okumaya başladım kitabı. Defne ile Mithat bir mizah dergisine bakıp kıkırdarken, yanlarında ilk bölümü okudum. "Aa noluyor yaa, daha ilk bölümde gözümden yaş geldi be Mithat, anneannesini yazmış". "Hadi ikinciyi okuyayım, aa gene gözlerim yaşardı, bu sefer de kardeşini yazmış. Her bölümde böyle ağlayacaksam işim var. Zırlak zırlak ortalıkta okumayayım bari kitabı..." diyip odaya gittim. Odada ağlamalı kısımlar bitti ama kitapla başbaşa kalmak bana iyi geldi.
Su gibi akıp gidiyor yazıları...Bizim yaşlarda, dobra, çok doğal yazıyor. Dili keyifli; güldürüyor bazen, bazen de lafı zort diye gediğine oturtuyor. Yazılarında ben de kendi çocukluk, gençlik, yakın geçmiş anılarımı buldum. Hatta kitabın yanına notlar düştüm bol bol. Kitabı okurken, yazarla karşılıklı konuşuyor gibi hissettim. Sunay Akın'a laf çarptığı kısım hariç, kendime çok yakın buldum Elif Key'i. (Hatta bu bölümde bile, onunla konuştum.) Anlayacağın, seninle karşılıklı çay içip sohbet etmiş gibi oldum Elif Key, eyvallah! Bir dahakine çaylar benden olsun;)

Sakin Olmak-Yaşlanırken Kazandıklarımız


Geçenlerde bir gece uykum kaçtı. Dön sağa, dön sola, yok, erken kalkacağım sabaha, "uyursun uyursun" diye yatakta kendime telkinlerde bulundum, ı ıh, yok ortada. Ortada olmadığı gibi, gecenin tüm huzursuzluğunu da üstüme bırakıp gitmiş durumda...
Çaresiz kalktım. Salona gelip birkaç kitap karıştırdım ve aradığım kitabı buldum: Sakin olmak-Yaşlanırken Kazandıklarımız
O kadar müthiş bir kitap ki...Bu incecik kitap, hayatın bütün evrelerini büyük bir bilgelikle anlatıyor. Telaşa mahal yok! Her yaş dönemi, kendine has özellikleriyle yaşanıyor.  Şu ana kadar yaşadığım dönemleri okumak keyifli ancak, esas yaşamadığım dönemleri de anlamaya çalışmak, büyüklerin gözünden hayatı yorumlamaya çalışmak iyi geldi bana. Hayatı bir bütün olarak değerlendirince, ister istemez sakinleşiyor insan(yani ben). Bu kitap sayesinde, geceyi; süt liman bir ruh halinde, tatlı bir uyku ile kapadım. (Sadece kitap çizimleri biraz karamsar geldi bana, söylemeden geçemeyeceğim.)

Yaşamda çok şey talihe bağlıdır ve talihsizliğe; her ikisinin sebeplerini de kesinkes söyleyemezsiniz. Olmaması gereken bir şey olduğunda, kendini, başkalarını, hayatı ve dünyayı suçlamanın bir anlamı yoktur. Her zaman bir talihsizlik olabilir, bir hastalık girebilir yaşamınıza, emin olduğunuz bir gerçeklik çökebilir. Niye benim başıma geldi? Bunu sahiden açıklamak mümkün değildir. Neden şimdi başıma geldi bu? Tamamen tesadüf olabilir. Ne zaman kurtulacağım? Belki de artık hiçbir zaman. O zaman ne olacak? O zaman olabildiğince iyi baş etmeye bakmak kalır geriye, mesela kendime şöyle demek: Şimdi hayatın önüme koyduğu ödev budur; tesadüfen ya da bilinçli, kim bilebilir. Ödevi kabul ediyorum, elimden geleni yapacağım, çünkü öyle ya da böyle bir işe yarayacak olmalı. Olup biten her şey, eninde sonunda birşey için iyi değil midir? Mutlaka önceden belirlenmiş bir iyi olmayabilir bu, her zaman ilgili kişinin yararına olmayabilir, çok defa ancak geriye dönüp bakınca onun için iyi olan yanı anlaşılır. Zamanın akışı içinde, bireyin ömür süresinin çok ötesinde, belki bir anlam, olup bitenlerin oturduğu bir bağlam anlaşılır hale gelebilir, belki önceden de varolan bir anlamdır bu, belki de sonradan erişilmiştir.  (Kitaptan bir bölüm)

Masal Terapi- Judith Malika Liberman


Daha önceden yazmıştım sanırım, bu sene Judith Liberman'ın masal yazma atölyesine katılmıştım. Hikaye anlatıcısı kendisi, masalcı. Çok da tatlı, gerçek bir kadın. Kırık türkçesiyle şahane masallar anlatıyor. "Dünyada çok fazla kötü, karanlık hikayeler anlatıldı, onlara inanıldı, şimdi de iyi hikayelerin yayılma zamanı olsun" diyor...

Neden olmasın? İnsanoğlunun içindeki iyiliği ortaya çıkaracak her eylem, bence yayılmaya değer...Zaten hayat masallarla, oyunlarla daha güzel...

Judith, atölye sırasında bize kitabının çıkacağından bahsetmişti. Çıkınca aldım. Okumaya başladım ama kitap öyle hemen bitmiyor. Kitabı okuma şekli oyuncaklı, her gün(ya da okumak istediğin zamanlarda), kitaptan rastgele bir sayfa seçiyorsun ve karşına çıkan masal, genelde o günlerde senin kafanı meşgul eden birşeyle ilgili çıkıyor, ya da sen ona yoruyorsun çıkanları:)

Sonuçta hayattaki sorularımızın cevaplarını bulma işini masallara yükleyecek değiliz ama masallar üzerinden hayatla ilgili güzel çıkarımlar yapmak da mümkün. Üstelik dışavurumcu sanatların desteğini de alarak, pek güzel alıştırmalar koymuş her masalın sonuna...

Alıştırmaları yaparsınız, yapmazsınız bilemem ama sırf masalları için bile okunur bu kitap, benden söylemesi...

Hepinize iyi okumalar...






1 Film: Toprağın Tuzu-Sebastiao Salgado'nun Hayatı

Toprağın Tuzu


Festivalde kaçırmıştım bu muhteşem filmi ama iyi ki baskasinema var. Filmin son gösterim gününde, son seans için sinemaya gitmeye niyetlendik. Şans bu ya, o günün akşamı İstoş'ta hava döndü, yola çıktığımızda hafiften yağmur yağmaya, şimşekler çakmaya başlamıştı. Yolda yağmur şiddetini arttırıp fırtınayla beslenince, gök de şimşekten tam randımanlı floresan lamba kıvamına dönünce, hafif tırsıp "eve mi dönsek acaba?" dedik ama vazgeçmedik. Arabadan sinemaya yürüdüğümüz 5 dakika içinde sırılsıklam ıslandık. Sinemaya vardığımızda, çok şey başarmışız gibi kendimizle gurur duyduk ama filmi izlemeye başlayınca, bu film için herşeye değer diye düşündük...

Film; Brezilyalı ünlü fotoğrafçı Sebastiao Salgado'nun hayatı hakkında, insana her duyguyu yaşatan sarsıcı bir belgesel. (Salgado'yu duymuşluğum vardı ancak, fotoğraflarını hayat felsefesiyle birleştirerek okuyabildiğim zaman, nasıl bir fotoğrafçı olduğunu anlayabildim.)
Salgado'nun fotoğrafları o kadar çok şey anlatıyor ki...Salgado; yıllar boyunca, dünyanın dört bir yanında; zorluk, sıkıntı, açlık, savaş yaşayan insanların fotoğraflarını çekerek, bu gerçekleri dünya ile paylaşmış. Dünya ile bu fotoğrafları paylaşırken, insanların bu acılardan birşeyler öğreneceğine ve birşeylerin değişeceğine hep inanmış. Peki birşeyler değişmiş mi? İşte hikayenin beni en çok etkileyen ikinci kısmı bu noktada başlıyor. (Hikayenin beni etkileyen birinci kısmı, fotoğrafların insanı sarsan gerçeklikleri idi.) İkinci kısımda, Salgado'nun farklı bir şekilde dünyayı değiştirme öyküsü başlıyor...

Filmin DVD'si çıktığında, filmi kaçırmayın derim.

(Not: Filmi Wim Wenders ve Salgado'nun oğlu yönetmiş. Wim Wenders, Pina Bausch'un hayat hikayesinin anlatıldığı "Pina" filminin de yönetmeni. Meraklısına...)









19 May 2015

Koca Yürekli Yaşar Kemal



Yaşar Kemal hakkında, çok yazılıp çizildi. Belki yeni birşey söylemeyeceğim ama Yaşar Kemal'in bende bıraktıklarını yine de yazmak istiyorum...
*
Öncelikle, Yaşar Kemal'in bir gözünün neden kısık olduğunu bilmiyordum, nedense hiç de merak etmemiştim. Annem anlattı hikayesini geçenlerde...Yaşar Kemal, ailenin tek çocuğuymuş. 3,5 yaşındayken, başına talihsiz bir olay gelmiş. Halasının eşi koyun keserken, bıçak, derisinden fırlayıp, bu merasimi izleyen Kemal'in gözüne gelmiş ve gözü bıçaktan zarar görmüş. Hayat ne kadar enteresan...Sen çocuğunu emek emek içinde büyüt, doğur, sonra biricik kuzunun o güzelim gözü gitsin, ama o, kalan tek gözüyle memleketi görsün, anlasın ve memleketini edebiyata doyursun...
*
Sonra; Ot dergisinde Eşber Yağmurdereli'nin Yaşar Kemal'le ilgili çok içten bir yazısı var. (Nisan 2015) Eşber Yağmurdereli ve arkadaşları "Barış için 1 milyon imza" kampanyasını başlattıklarında, Yağmurdereli için bir tutuklama kararı çıkartılmış. Yaşar Kemal; "Eşber'i hapishaneye koyarlarsa, ben bu devleti affetmeyeceğim" demiş. Hatta üstüne "Eşber'i hapishaneye koyarsanız, ben bu ülkeyi terk ederim" bile demiş ve sonrasında Eşber'i hapse götürmüşler. Bunun üzerine de; Yaşar Kemal başka memlekete gitmiş. Böyle mert biri. Eşber Yağmurdereli hapisten çıktığında da, geri dönmüş memlekete.
*

Yaşar Kemal'in doğduğu Hemite köyünde, bir heykel varmış. Heykelin hikayesini, Nedim Gürsel'in bir yazısından öğrendim. Nedim Gürsel'in kaleminden hikayeyi aynen aktarıyorum:

Yaşar Kemal’in köyü Hemite’nin girişinde, iki eliyle kayalıkların arasından doğrulan genç bir adamın heykeli var. Önünden akıp giden Ceyhan’a çevirmiş bakışlarını, yarı beline dek çıplak. Birini bekliyor gibi; düz ovayı çepeçevre sarmış dumanlı dağların ötesinden gelecek bir haberciyi, belki de jandarmaları. Ya da sıcaktan bunalmış, ırmağın serin sularına bırakacak ince, güzel bedenini. Gözü uzaklarda ya, aklı burada, sırtını kayalık dağa yaslamış köyün yoksullarından. Kale yıkıntısının gölgesi düşüyor suya, sıcakta ağaçlar mavi yeşil bir buğuda dalgalanıp eriyor. Bana kalırsa köy halkının Safiye Memed dediği İnce Memed bu, Yaşar Kemal’in tüm dünyaya tanıttığı eşkıya. “Eşkıyanın da heykeli dikilir miymiş” demeyin. Eğer bu eşkıya ağa zulmüne başkaldırıp zenginden aldığını yoksula vermişse, halkın ortak bilincinde bir ermişe, bir kahramana, giderek bir efsaneye dönüşmüşse, onu ölümsüzleştiren yazarın deyimiyle bir ‘mecbur adam’sa, artık ondan hiçbir haber alınmıyorsa, ‘imi timi belirsiz’ olmuşsa, ortadan her kayboluşunda dağın doruğunda bir top ışık patlıyorsa, eşkıyanın da heykeli dikilir. Evet, bir eşkıyanın bile!
*
Yaşar Kemal'in kitaplarını bilen biliyor zaten, peki şu söylediği bilgece sözlere ne demeli?

"İnsan evrende gövdesi kadar değil, yüreği kadar yer kaplar."

"İnsanlığın mayası aydınlık ve umuttur. İnsanlığın mayasında güzel, aydınlık, pırıl pırıl, umut, gelecek türküleri söyleyen düş dünyaları kurmak var."

"Az gelişmiş bir ülkede yazar olmak ne işe yarar?"Bu soruyu yıllar boyu kendime sordum. Sanat yapmanın bir lüks olduğuna, kendimin lüzumsuz olduğuma inandım uzun süre. Sonra Sartre da söyledi ki, "az gelişmiş bir ülkede roman yazmaktansa, öğretmenlik yapmak daha yeğdir". Ben bu düşünceye öylesine bir sarıldım ki...Bunca yıl kalem salladığıma utandım. Sartre haklıydı. Bu kadar acı çeken, aç, yoksul insanlara sanat neylerdi ki...Ne faydası olurdu ki...Hele benim gibi eylemden gelmiş bir adam kendini, vaktini nasıl böyle işe yaramaz bir şeye verirdi? Gerçekten uzun bir süre bocaladım. Fakat eylemler, oluşmalar beni kendime getirdi: Az gelişmiş bir ülkede de sanatın gerekliliğini anladım ve rahatladım. Roman, Fransa'ya ne kadar gerekse, bize de öylesine gerek."

"Bir; benim kitaplarımı okuyan katil olamasın, savaş düşmanı olsun. İki; insanın insanı sömürmesine karşı çıksın. Kimse kimseyi aşağılayamasın. Kimse kimseyi asimile edemesin. İnsanları asimile etmeye can atan devletlere, hükümetlere olanak verilmesin. Benim kitaplarımı okuyanlar bilsinler ki, bir kültürü yok edenlerin kendi kültürleri, insanlıkları ellerinden uçmuş gitmiştir. Benim kitaplarımı okuyanlar yoksullarla birlik olsunlar, yoksulluk bütün insanlığın utancıdır. Benim kitaplarımı okuyanlar cümle kötülüklerden arınsınlar."

Çok yaşa koca yürekli Yaşar Kemal, öte tarafa gitsen de, iyi ki varsın...



Benzemez Kimse Sana Müzeyyen Senar

Geçen aylarda, dev çınarlar bir bir gitti öte dünyaya...Ne mutlu ki, onların verdiği hediyelerin tadını bir parça da olsa çıkarabildim kendimce...

İlki Müzeyyen Senar...Türk Sanat Müziği diyince, aklıma önce onunla Zeki Müren'in adı geliyor. Eski taş plak günleri...Yazmışımdır önceden mutlaka...Radyo dinlenen bir evde büyüdüm. Televizyona geçildiği zaman da, özellikle dedemlerde Türk Sanat Müziği korolarının çok izlendiğini hatırlıyorum. TSM, çocuklukta bayıldığım bir müzik değildi. (Bayılırsam da, mecazi anlamda bayılırdım herhalde...) Ama işte bu müzik bünyeye bir kere zerkedilmeye görsün, vakti gelince demlenip, pek güzel ortaya çıkıyor tadı. O dönem şarkılarının sözleri bile yeter onları sevmem için. Peki o içli bestelere ne demeli?

Müzeyyen Senar'ın vefat ettiği günün akşamı, Açık Radyo'da sanatçının taş plak günlerindeki parçalarından çaldılar. Allah'ım öyle güzel parçalar üst üste çalındı ki... Defne'yi yatırma telaşım olmasa, çay bardağına rakı koyup bir avuç leblebiyle şarkılara eşlik edecektim. Defne'yi yatırırken de şarkılara eşlik ettim ama o zaman diliminde hiçbir şey yapmayıp sadece Müzeyyen Senar'ı dinlemek istedim.

Müzeyyen Senar'ın güzel okuduğu birçok şarkı var ama bu şarkıyı koymak istedim bloga...Zira bu şarkının hikayesini öğrendim geçenlerde. Biraz önce baktım, Kanat Atkaya da yazmış şarkının hüzünlü hikayesini. Kısaca yazayım: Bu şarkının güftesini, Osmanlı eliti bir ailenin çocuğu olan şair İhsan Raif Hanım yazmış. 13 yaşında, taş konakta kardeşiyle oynarken, "arap bacıların komplosu" olarak adlandırdığı vahim bir olay gelmiş başına. Konağın kapısı gümbürtüyle açılmış ve içeri reji memuru Mehmet Ali girmiş. Aralarında hiçbir temas olmamasına rağmen, eve bir erkek girdiği için, adı kirlenmiş ve 13 yaşında hiç sevmediği bir adamla evlenmek zorunda kalmış. İstanbul'dan İzmir'e gelin gitmiş. Hayatını değiştiren bu mutsuz olay, ona bu şarkının sözlerini yazdırmış. Kabus gibi ama gerçek bir olay. O mutsuzluğunu kelimelere dökemese ne yapardı kim bilir? Hikayenin devamı da ilginç, öğrenmek isterseniz tık



Biz gene de Müzeyyen Senar'a bu kadar hüzünlü veda etmeyelim. Tamam şarkıların çoğu hüzünlü ama o şarkılar bize hüzünlü zamanlarımızda eşlik etmese, nic'olurdu halimiz? Bir de, bu kadar derin duygular yaşanabilmesi, bu duyguların bu şekilde sözlere aktarılabilmesi insanın içine işliyor. Sizi bilemem ama bana güzel geliyor bu şarkılar...

Kapanışı "Fikrimin İnce Gülü" ile yapayım en iyisi. Siz gene de "Gamzedeyim Deva Bulmam"'ı da dinleyin bir sıra. Bir de Müzeyyen Senar'ın taş plak kayıtlarını...



Sormayayım diyorum ama sormadan da edemiyorum. Siz hangi şarkılarını seversiniz Müzeyyen Senar'ın?:)

Huuu biri anlatsın, nedir bu normal???

(Geçenlerde başladığım ancak bitiremediğim bir yazı, bu haliyle yayınlayayım en iyisi...O günle ilgili bunlar çıkmıştı neticede ortaya...)

Bugün sabah kalktığımda, aklıma Bulutsuzlık Özlemi'nin "Normal" şarkısı takıldı. Sabah 4-5 kez dinleyip, müzik eşliğinde evi toparladım. Bazen içinden çıkamadığım durumlarda, ne güzel eşlik ediyor şarkılar bana...
Fenerbahçe takımına saldırı? normal...
Öğretmene hakaret? normal...
Seçimlerde 2. olan rektörü rektör olarak atamak? gayet normal...
Twitter kapatmak? normal...
Nükleer santral yapmak üstüne bunu reklamla duyurmak? normal...(bu noktada iyice deliriyorum!)

Huuuuu, biri anlatsın hemen, nedir bu normal? Canım sıkılıyor artık, yoksa ben miyim anormal?



Kısa Kısa...

Nisan ayında yazacaklarımı yazamadan, Mayıs'ın ortası geldi iyi mi? Nisan'da yazacağım bazı konular gündemimden düştü, bazıları da iyice kafama yerleşti, hatta içimde kat çıktı...

Kafadakiler plaza olmadan, kafadakileri çıkaralım...Önce başlıklar...

-Dev çınarlara veda...Müzeyyen Senar, Yaşar Kemal
-40'ından sonra üniversiteli olmak
-Ot ve Kafa'dan derlemeler
-New York New York (bu çok kısa olmaz zannımca...)
-Pilates pilates dedikleri...
-Film Fest'ten bende kalanlar...
-Kitaplardan bir demet

08 May 2015

"Zeki Alasya, benim yarımdı..."


Zeki Alasya...Çocukluğum...İstanbul seyahatlerimiz...Şan Tiyatrosu...Nereye bakıyor bu adamlar? Tv'nin önünden ayrılmadığım günler...Devekuşu Kabare-Yasaklar...Hep gülümseyerek, gülerek hatırladığım anılar...
Çocukluğumun bir yıldızı daha kaydı gitti öte tarafa...Hayatımızın filmi mi hızlandı acaba? Yoksa bana mı öyle geliyor? Tabi ya, biz hep çocuklukta kalacak, hayatı seyredecek, sevdiklerimizi donduracak ve sonsuza kadar mutlu yaşayacak değiliz ya, hepbirlikte yolculuk ediyoruz bu hayatta...
*
53 yıldır birliktelermiş Zeki-Metin ikilisi. Bugün kısacık dinledim Metin'i arkadaşının arkasından konuşurken..."Zeki Alasya benim yarımdı. Yarım gitti. Canım gitti." dedi. Daha fazla söze gerek var mı? Hem ne büyük acı "yarımdı" dediğin sevdiğini kaybetmek hem de ne mutluluk böyle bir arkadaşlığı yaşayabilmek, yaşatabilmek...Onun kıymetini bilmek...
Ne güzel bir ikiliydiniz. İyi ki vardınız. Çocukluğumun şen kahkahalarıydınız...Dünyanın güzel bir yer olduğunun kanıtlarıydınız...
Hepimiz geldik, gidiyoruz işte şu hayatta, ne güzel birşey Zeki-Metin gibi gülümsenerek hatırlanmak...Ne diyelim darısı, vakti gelince başımıza...
*
Güle güle Zeki, keyfin bol olsun gittiğin yerde...
*
Bir kadeh şarap koydum kendime, biraz çilek, biraz siyah çikolata, Zeki ile Metin'in videolarını seyrediyorum. Ve benim gibi bir balık, hatırlıyor dün gibi tüm skeçleri...Hem gözlerim doluyor videoları seyrederken, hem de skeçleri seyredip seyredip gülüyorum...Cemal Süreya'nın sözleri geliyor aklıma..."Kimse dokunamaz bizim suçsuzluğumuza" diyorum kendime...Karışık duygular içindeyim...
Neyse, sözü uzatmayalım, en iyisi gelsin bir skeç...
Yasak ne günah ne, neyse ne boşver be...