Featured Post

30 June 2014

Defne'nin Zor Soruları

Madem bir önceki yazıyı Ahmet Mümtaz Taylan'ın kızının babasına yaptığı soru bombardımanı ile kapadım, şimdi de Defne'nin bana 10 dakikada yaptığı soru bombardımanıyla devam edeyim...
Geçtğimiz cuma, Defne'yi aşıya götürecektim. (Aşı ile ilgili kafası karışık bir anne olmama rağmen, gene de aşı yaptırmamayı göze alamadım. Aşı, yine sana yenildim!) Neyse konumuza dönelim...Defne, aşı yapılacağı için doğal olarak hafif bunalımdaydı. Aşıdan önce de, otobüs bileti almamız gerekiyordu. Tam otobüs bileti almak için kırmızı ışıkta karşıdan karşıya geçmeyi beklerken;
-Anne hayat çok saçma birşey bence...
-Nasıl yani?
-Ne bileyim, insanlar niye böyle yaratılmış?
-Niye insanlar uçamaz? Hayvanlar niye biz insanlar gibi konuşamaz?
-İnsanlar niye bu kadar açgözlü ve vicdansız?
-Niye trafik lambaları var? Herkes birbirine yol verseydi olmaz mıydı?
-Bi dakka bi dakka, Defne çok güzel sorular bunlar da, çok hızlı soruyorsun, sorularını bile aklımda tutamıyorum, bi de karşıdan karşıya geçmeyi beklerken mi sorulur yahu bunlar?
-Kalabalık bir şehirde yaşıyoruz, düzen olsun diye böyle kurallar konmuş.
-İyi de, bu kurallar konmasa da, insanlar birbirine yol veremez mi?
-Veremiyor işte.
O sırada fotokopi çektirmem gerektiği aklıma geliyor, karşıya geçmeden yakındaki kırtasiyeciye yürüyoruz.
-Peki, Allah niye bu kadar iyi kalpli ve bilge?
-Hı?
-Allah niye insanları yaratmış?
-Defne zor sorular bunlar, böyle ayaküstü bilemedim ne diyeceğimi.
-Zaten bilsen hepsini, bilim adamı olursun.
Diyor ve kopup gittiği için, sorularına devam ediyor...
-Niye herşey parayla alınıyor?
-Bizim yaşadığımız dönemlerde niye eski kumaşlardan kullanılmıyor?
-Niye herkesin tek kişilik evi olmuyor?
(O ne demek diyince, bir yakınımızın evinden örnek veriyor, müstakil ev demekmiş:)
-Yer yok ki maalesef, üst üste yaşıyoruz. (Bu cevap da olmadı Füs.)
Yürümeye devam edip, ışıklara geliyoruz. Neyse ki o sırada yeşil ışık yanıyor, bilet almaya gidiyoruz. Hastane yoluna düştüğümüzde, son sorusunu patlatıyor...
-İnsanların niye böyle hastalıkları var?
-Defne kısacık zamanda o kadar çok soru sordun ki, paralize oldum. Sen en iyisi yaz bu sorularını, sonra üstünde konuşalım. Hastanede beklerken, sorularını güzelce yazıyor benim ajandama...

Hadi bakalım Füs, başla bir yerden cevaplara...


Radikal'e Geç Veda...


Dijital dünyada ruhum geride kalıyor.
Yıllardır Radikal okurum, yıllar içinde Radikal'in duruşundan ödün verdiği durumlar olsa da, gazeteyi almayı bırakamadım. Gazetenin özellikle kültür-sanat bölümü, kitap eki ve sevdiğim birkaç yazarı, beni yıllarca gazetede tuttu. Şimdi Radikal, dijital dünyaya intikal etti. Ancak ben o dünyaya intikal etmeyi henüz tam anlamıyla beceremedim.
Mesela, bir yazarı okurken, sürekli banner görmek istemiyorum, hele hele sürekli görseli değişen abuk subuk ayakkabı reklamı görmeyi hiç istemiyorum. Yazıya konsantre olamıyorum, sonra hiç aklımda yokken, başka bir yazı başlığı görüp, hooop ona kayıyorum. İş benim kontrolümden çıkıyor. Basılı gazete öyle mi? Ne okuyacağına istediğin zaman kendin karar veriyorsun, okuyacaklarını okuyup, sonrasında gazeteyle helalleşiyorsun. O sırada okuduklarını güzelce sindiriyorsun, hatta sevdiğin bir yazı varsa, onu özenle kesip defterinde saklıyorsun...Mis...
Ama bu da pek mi demode oldu artık ne? Çağın gerisinde mi kalıyorum, amanin? En iyisi hüznü kısa kesip, Radikal'in de kağıt hayatı buraya kadarmış diyerek, kendimizi teknolojinin kollarına bırakalım:)
Bırakalım tabi de, bazı şeyleri de es geçmeyelim... Dijital Radikal, biz okuyuculara teknolojinin gereği gibi lanse edilmiş olsa da, yazılarını ve  röportajlarını severek okuduğum Pınar Öğünç pek de öyle dememiş. Yeni Radikal'de ona yer yok maalesef...Son yazısı için lütfen tık
Öyle böyle, kişisel tarihimde kağıt Radikal'in belli bir yeri oldu, umarım sanal dünyada adından daha fazla ödün vermez...Ona veda ederken, kapanışı, Ahmet Mümtaz Taylan'la yapayım istiyorum. Basılı Radikal'den kestiğim son yazıdır kendisinin yazısı...15 yaşındaki kızının soru bombardımanı karşısında verdiği veremediği cevapları çok tatlı bir şekilde yazmış, okumadıysanız buyrun...
Anneme toplum mühendisi olduğumu söylemeyin...
Not: Bambaşka şeyler yazacaktım bugün, hadi gazeteyi okuyup öyle yazayım dedim, bakın ne yazdım...:)

18 June 2014

Rizom Kalır...

Bir önceki yazımı pek hüzünlü buldum. Oluyor işte, insanın duygu durumu her zaman aynı olmuyor...
İnsanın bu durum değişkenliğini Montaigne pek güzel anlatmış, sözü burada ona devredeyim, devam ederiz...

"Benim işim gücüm kendimi incelemek: Yapacak başka işim de yok zaten. Bakıyorum da öyle çürük taraflarım var ki, söylemeye zor varıyor dilim. Sağlam oturaklı neyim var? Her an sendeleyip düşebilirim. Gözlerim bir şöyle görüyor, bir böyle. Açken başka bir adamım sanki, yemekten sonra başka. Keyfim yerindeyse, hava da güzelse, kötü kişi değilim. Ama bir nasır canımı yakmaya görsün, asık suratlı, aksi, yanına yaklaşılmaz bir adam olurum. Aynı atın yürüyüşü bir rahat gelir bana, bir rahatsız; aynı yolu bir uzun bulurum, bir kısa, aynı biçim bir hoşuma gider, bir zıddıma. Bir gün her işe yatkınım, bir başka gün hiçbir şey gelmez elimden. Bugün sevindiğim şeye yarın üzülebilirim. İçimde durmadan değişen, ele avuca sığmayan bir sürü duygu. Kara kara düşünceler, derken bir öfke; ağlamaklı bir haldeyken, birdenbire taşkın bir sevinç. Kitapları karıştırırken bakarım, dün içinde türlü güzellikler bulduğum, okudukça coştuğum bir yer, bugün birşey demez olmuş bana. Eviririm, çeviririm, orasını burasını okurum, nafile: O sayfalar boşalmış, yabancılaşmıştır artık benim için...
Kendi yazılarımda bile her zaman, ilk duyduğum, düşündüğüm şeyleri bulamam. Burada ne demek istemiştim acaba derim; değiştiririm çok kez ve yitirdiğim ilk anlamın yerine, ondan daha değersiz bir yenisini koyduğum olur. Aynı yolda bir gider bir gelirim: Düşüncem her zaman ileri götürmüyor beni, bir o yana, bir bu yana yalpalıyor, gelişigüzel..."

Güzel anlatmış değil mi? Üstelik bu satırların altını yıllar önce çizmiştim, üstünden yıllar geçse de, okuduklarım pek yabancılaşmamış bana:) İnsanın özü değişmese de, duygu&düşünce durumları haliyle zaman zaman değişebiliyor. Yıllar önce bir arkadaşım bana; "İnsan, ancak kendinden emin olabilir" demişti. Ben de ona "İnsan bazen kendinden bile emin olamıyor, buna ne diyeceksin?" demiştim. O konuşma geliverdi birden aklıma bu satırları yazarken...

Var işte böyle halleri insanoğlunun, çok da yüklenmemek lazım bünyeye... Neticede insanız, hata yapmaya müsait varlıklarız. En iyisi; doğaya, sevgiye, müziğe, işe, güce, mizaha... işte neyle doldurmak istiyorsan o üç noktayı, o şeylere bırakıp gitmek kendini...

Zira felsefi düşüncelere fazlaca daldım bu sıra. Felsefenin de fazlası zarar! Ufaktan çıkacağım bu dalıştan ama son olarak Jung'un hayat ile ilgili yazdığı birkaç satırla bu yazıyı noktalamak istiyorum...

"Yaşam; bana her zaman kendi rizomu(yer altı gövdesi) üzerinde yaşayan bir bitki gibi görünmüştür. Esas canlılığı görünmez, rizom'un içinde gizlenmiştir. Toprağın üzerinde boy gösteren kısmı sadece tek bir yaz boyu yaşar. Sonra solar, kurur ve çürür; çünkü o gelip geçici bir hayaldir yalnızca. Yaşamın ve uygarlığın sonu gelmeyen bu doğup büyüme ve sona erme sürecini düşününce, her şeyin boş olduğunu düşünmekten kurtulamıyoruz. Ama yine de bu sonsuz akışın altında yaşayan ve kalıcı olan bir şeyin hissini asla yitirmedim. Bizim gördüğümüz çiçektir, geçer. Rizom ise kalır."

Bu da rizomun hediyesi olsun:








16 June 2014

Birbirine Laf Atan Sözler...

Yazmaya yazmaya gene şiştim içimde...
*
Eteğimdekileri dökeyim o halde...

Bu sıralar okuduğum yazılarda-kitaplarda; yazarlar birbirlerine laf atıyorlarmış gibi geliyor...Ben kendi içimde bir bağlantı kuruyorum muhtemelen...

Bakalım siz nasıl okuyacaksınız bu atışmaları?

Lao Tzu vaktiyle şöyle demiş:





Julia Cameron da onu teyid eder gibi demiş ki;

Başkaları için böyle olmayabilir ama acı bana dikkat etmeyi öğretti. Acı sırasında, korkunç gözüken geleceği düşünmemek, üzücü geçmişi anımsamamak için şimdiye dikkat etmeyi öğrendim. İçinde bulunduğum an, benim için her zaman en güvenli yer oldu.
*


Jung'un bu sözü, 40 yaşımın sözü oldu. Jung'a ilgim alakam, hürmetim de 40 yaşında iyice kabardı...
Jung'cum; bu yaşa kadar yeterince araştırma yaptığımı düşünüyorum, 40 yaş benim için gerçekten bir dönüm noktası oldu, 40 olduğum için mi, hayatın beni bu noktaya getirmesi bu yaşa rastladığı için mi bilmiyorum ama başka bir Füs daha çıktı 40 yaşımda içimden...Hadi bakalım hayırlara vesile diyorum...

Bu noktada, Albert Camus, Jung'a şunu söylüyor olabilir gibi geldi bana:

"Bir insan, söylediklerinden çok söylemedikleriyle insanlaşır."

Eskiden herşeyi en ince detayına kadar konuşmak gerektiğini düşünürdüm. Açıkta birşey kalmamalıydı. Karşımdaki insan istediğim tepkiyi vermeyince, daha da coşardım, anlamıyor diye daha sivri kelimelerle meramımı anlatmaya çalışırdım. Artık bu yaşımda, bir sözün bir kere söylenmesinin yettiğini, bazı şeylerin söylenmese bile, karşındaki tarafından anlaşıldığını, bir bakışın binlerce söze bedel olduğunu, sessizliğin bazen en büyük ses olduğunu öğrendim. Hayatın kendine göre bir planı olduğunu, biz insanlara düşenin, bu plana direnmeden onun içinde akmak olduğunu öğrendim...Yani öğrenmeye başladım diyelim:)

Alakasız gelebilir size ama şu sözle atışmaları noktalamak istiyorum...

"Bir resim, bin kelimeye bedeldir..."
Bozkurt Güvenç (İnsan ve kültür) 

Bugünlük bu kadar benden...

Yarın Montaigne'den, zihin haritalarından ve hatta Amsterdam'dan bahsedebilirim...

Yarın ola, hayrola...



Nuri Bilge Ceylan'ın "Kış Uykusu'"nu görünüz...

Ara verince, araya mesafe girmiş insanlar gibi çekinir oluyorum blogumdan.
İnsan kendinden çekinir mi? Kendinden çekinmez de, kendini dışarı açmaktan çekinir bazen...
*
Neyse girizgahı fazla uzatmadan esas konuya geleyim: Nuri Bilge Ceylan'ın "Kış Uykusu"ndan bahsetmek istiyorum.
Cumartesi akşamı gittik filme. Nuri Bilge Ceylan'ın her filmi gibi, filmin etkisi hala üzerimde tabi. Replikler kafamda uçuşup duruyor.
İnsanı her haliyle bu kadar iyi gözlemleyip, gözlemini bu kadar doğal başkalarına aktarabilen kaç insan vardır şu dünyada? 
Üniversitede psikoloji hocası olsam, ders olarak okuturdum Nuri Bilge Ceylan'ı. Onun karakterlerini tahlil ederdim öğrencilerimle...İnsan'ı anlamak, tanımak kadar önemli birşey var mı şu dünyada?
Filme gidiniz lütfen, "masum değiliz hiçbirimiz" ve "her insanın kendi içinde bir haklılık(zaman zaman masumiyet) arayışı vardır" sarkacında nasıl bir hayat geçirdiğimizi görünüz. (Benim kendi çıkarımım bu oldu:)
Filmde; kendimden, çevremden, hayatta hoşlanıp hoşlanmadığım birçok insandan parçalar buldum. İnsanoğlu katman katman açılmaya başlayınca, içinden neler çıkacağı hiç belli olmuyor ama açılmadan da insanın gerçek yüzü ortaya çıkmıyor. Ne de olsa, bin ben var benden içeri...Acaba hangi "ben"lerimizi açabiliyoruz hayata? Hangileri bizde saklı kalıyor? Dengesi nerededir bu sarkacın?... 
Çok söze gerek yok aslında;
"Ayna ayna söyle bana, benden güzeli var mı bu dünyada?" masalından uyanıp, şöyle bir kendimizi dürtmek, aslında hiçbirimizin çok da matah olmadığımızı ayna gibi seyretmek için, Kış Uykusu ideal bir film! Kaçırmayınız...

06 June 2014

The Century Of the Self

İşte yine arayı açtık ve ben gene söze nereden başlayacağımı bilemiyorum.

En iyisi aklıma ilk etapta gelenleri yazıvereyim, o zaman ne yazmak istiyorsam çıkar zaten ortaya...

Bu sıra beyinle, bilinçdışı ile ilgili kitaplar okuyorum.  Tam "Subliminal-Bilinçdışınız davranışlarınızı nasıl yönetir?" kitabını okurken, karşıma aşağıdaki belgeselin çıkması ilginç bir tesadüf oldu.

BBC'nin hazırladığı "The Century of the Self" nefis bir belgesel, ilk bölümünü seyrettim henüz ancak bütün bölümler vimeo'da mevcut. Freud'un insan hakkındaki fikirleri, kuzeni Edward Bernays tarafından kitlelerin manipulasyonu için kullanılınca bakın neler olmuş dünyamızda...

Bölümün tamamını indiremedim sanırım, teaser olsun bu:) belgeselin 1. bölümünü izlemek için tık...