Featured Post

31 December 2011

mutlu yıllar:)

"Keşke bugün kar yağsaydı ve gecenin siyahı karın ışıltısıyla aydınlansaydı" dedi Mutlu...Bunun üzerine birşey yazmayım artık:) Çocukluğumdan beri, her yılbaşı karın yağmasını beklerim. Yağmaz, yağmıyor ama belki bir yılbaşı yağar...Arkadaşlar gelmeye başladı...Bana müsade!
Fotoğraf sergisi ve 30 günün değerlendirmesi yeni yıla kaldı...Yeni yılda görüşürüz, her gün yazmayacak olsam da...
*
Öğretmeni, Defne'nin okulda çekilen fotoğrafını göndermiş, onu bugünkü minik yazıya eklemek istedim:)

Hepinize keyifli, sağlıklı, mutlu seneler...

üzüm

Arkadaşlar bu akşam bizdeydi, yarına görüşürüz artık...
Görüşünceye kadar, Yasmin'in bir arkadaşından alıntı yaptığı yazıyı okuyabilirsiniz. Çok beğendim. Daha sonrasında da yazıyı hatırımda tutmak için, ben de buraya alıntı yapsam, blog yazarını üzmem umarım?:)
Hadi iyi geceler...


çocukları üzmeyelim

Her şeyde olduğu gibi anneliğin de iki yüzü var, belki de çok yüzü var. Başkasının bakıp
gördüğüyle benim bakıp gördüğüm aynı olmuyor. 'Saygılı arkadaş' yazısında bahsettiğim kişi,
çocuğu için 'Beni hiç üzmedi bebeğim, çok usluydu' diyor. (Üç aylık bebek annesini ne şekilde
üzebilir, o da kafamı bayağı meşgul etti). "Peki sen onu üzdün mü? Asıl önemli olan o." demek
istiyorum. Ama diyemiyorum, çünkü o benim çok iyi bir arkadaşım. Ben de gelip bloğuma
diyorum. Çocukların kendi aralarında şöyle konuştuklarını duysak, ne kadar
tuhafsardık.

- Bugün annem beni hiç üzmedi. Yemeğimi bitirmem için ısrar etmedi ve en sevdiğim elbisemi
giyip, sokakta oynamama izin verdi.

- Bugün babam beni hiç üzmedi. Bana vakit ayırdı, söz verdiği uçurtmayı yaptı ve üstelik parka
gidip top oynadık.

Çocuklara tembih edilirken de hep birilerini üzmemeleri söylenir: 'Anneni üzme, babaanneni
üzme, öğretmenini üzme, bakıcı teyzeni üzme, onu üzme, bunu üzme, hay bin üzüm..'

30 December 2011

postacı

Senenin son günlerine girerken, "seneye çalışırız, iş bu senelik yeter!" modundayım...Modumu pek sallayan yok ama modumu değiştiremeyeceğim...
30 günlüğüne yeni birşeyler denediğim günlerin de sonuna geliyorum.
Yarın, bu ay çektiğim fotoların bazılarını bloga koyarak, muhteşem bir sergi açmayı düşünüyorum blogumda:)
Senenin son günü de, 30 günün değerlendirmesini yaparım sanırım.
*
Defne'lerin okulunda, yeni yıl için her sınıfa bir posta kutusu koydular. Bizden de, posta yoluyla çocuklarımıza kart göndermemizi istediler. Ben Defne'nin sevdiği yakınlarımıza da haber verdim. Söylediğim herkes kart göndermiş. Hatta öğretmen, "Defne'ye bugün de Viyana ve Sarajevo'dan kart geldi" dediğinde "Hı? emin misiniz?" diye kalakaldım bir gün. Meğer gezgin Fırat, gittiği her yerden Defne'ye kart atar imiş:)
Okulun her yaptığını onayladığımı söyleyemem  ancak bu gerçekten hoş bir uygulama olmuş. Her gün çocukların hevesle posta kutusuna nasıl baktıklarını tahmin edebiliyorum.
Sizi bilemem ama bizim posta kutusuna yıllardan beri faturadan başka pek birşey gelmiyor. Tamam teknoloji sayesinde, iletişim kurma şeklimiz epey değişti ama posta kutusunda; kart, mektup, kitap gibi şeyler bulmak insanı gerçekten çok mutlu ediyor!
*
Şebnem başımda boza pişiriyor, bu günlük bu kadar diyerek aranızdan ayrılıyorum. Yılbaşı zamanı sevdiğim şeylerden birinin fotoğrafını koyuyorum bloga. Her gördüğüm yerde, bu kar taneli bibloları illa elime alıp ters aşağı döndürüp oynarım. Bir gün birinden azar işiteceğim ya neyse...

Hadi iyi geceler,

28 December 2011

misler gibi:)

Ben ki kelimeleri kullanmakta pek becerikli olmayan ve bunu açıkça her ortamda söyleyen kişi, misafir olmayı kabul ettim:) iyi mi ettim kötü mü ettim satırlar göstersin bakalım.

Biz bir grup kadınız, arkadaşlığımız uzun yıllara dayanıyor ama zaman, ve zaman icinde değişen sorumluluklar, hayatımıza giren çıkanlar görüşme sıklığını değiştiriyor. Neyse burayı pek de uzatmak anlamsız bu apayrı bir yazı konusu!  Gelelim gündeme: İşte bu grup uzun zaman sonra konuşup konuşup yapamadığımız hamam sefasını yapmak üzere sözleşti. Aslında 5 kişi olacaktık ama son anda maalesef bir fire verdik:( 
Gittiğimiz hamam Ayasofya Hürrem Sultan Hamamı idi. Hamam 1556 yılında Mimar Sinan tarafından yapılmış son 5 yıldır da restorasyon devam ediyormuş. Yani hamam dizi olmasa da bu hali ile açılacakmış. Bu hamamın yerinde daha önce halıcılar varmış. Açıkçası hamamdayken ne büyük kayıpmış burada halıcı olması diye düşündüm. Taş yapı ve mermerler orijinalliğini korurken ahşap işlemeler yenilenmiş. Tabii bütün hamam boyanmış, camları yenilenmiş vs ama hamam ben eskiyim ruhunu da veriyor. Bursa Kervansaray gibi ihtişamlı ve büyük değil- ama zaten o hamamdan sadece erkekler faydalanıyor ki ben buna deli oluyorummmm-. Hamam tahmin edeceğiniz gibi turistik ama biz gittiğimizde az turist vardı mevsim sebebi ile. Biz türkler kendi kendimize yıkandık:) Turistik kelimesi aslında iyi birşeyler katmış olaya. Girdiğinizde nerdeyse 5 yıldızlı otel hizmeti alıyorsunuz. Size özel sabun-kese seti, ipek peştemaller, bembeyaz havlular filan veriyorlar. Herkesi 1 kişi yıkıyor öyle geldim yıkandım çıktım yok.Sizi biiirrr güzel temizliyorlar. Kese kopuk masaj ohhhh. Biz masajlı paketi aldık, giderseniz onu tavsiye ederim, çünkü hamamda o kadar temizlenmişken üstüne bu masaj da pek guzel geliyor. Hamam bu arada mis gibi kokuyor. Bütün kullanılan malzemeler yasemin ve erguvan çiçeği kokusu. Tüm işlemler bitince ben sürekli kokluyordum ohh ne şahane diye.  Biz sabahtan gittik etraf pek sakindi, hamam da tertemizdi sonradan heryer kalabalıklaştı. Uzun lafın kısası eğer kendinizi derin derin temizlemek istiyorsanız ve bu iş için ayrılmış iyi bir paranız varsa bunu tarihle içiçe yapmak büyük keyif onu söyleyebilirim. Diğer taraftan yurtdışından misafirleriniz gelirse bunu da şiddetle tavsiye ederim. Çok etkileneceklerine eminim. Eh gitmişken biraz da tarih anlatırsınız Hürrem ve entrikaları gibi, mutluluk garanti:)

 Veeee Bugun de bize ayrilan surenin sonuna geldik sayin seyirciler! vakit  hamam sefası sayfasını kapatıp 2012'de yeni sayfalar açmak umudu ile uyuma zamanıdır.

Fotolar blog sahibinden gelsinnn.

Banu

Not: Banum pek güzel yazmışsın, ellerine sağlık. İyi ki gitmişiz. Söylemeden geçemeyeceğim, 40 yılda bir de olsa, paraya kıyıp hamam sefası yapmak lazım! Ben 18 yıldır İstoş'tayım, bu İstoş'taki 2. hamam sefam, olmaz böyle... 
Bir de erguvanlı sabunu mutlaka deneyin. Erguvanı çok severim ama kokusunun bu kadar güzel olduğunu bilmezdim.  Rivayete göre, Hürrem'in en sevdiği sabun erguvanlı sabunmuş...
Foto benim değil, fotoyu hamamın sitesinden aldım. 

güzel şeyler...

Mevlana ne güzel söylemiş; "Dünle beraber gitti cancağızım, ne kadar söz varsa düne ait, şimdi yeni şeyler söylemek lazım..."
Gene de ben dünle ilgili birkaç güzel şeyi söylemeden bugüne geçemeyeceğim...

İşte dün yaşadığım güzelliklerden birkaçı, buyrun:

-Minik bir operasyon geçirme ihtimalim vardı, dün doktora gittiğimde doktor geçen ayki gibi bir durum olmadığını, operasyon yapmak yerine takibin yeterli olacağını söyledi. Havalara uçtum, minik de olsa, operasyon operasyondur. Düşünce gücüyle tedavi ettiğimi düşünüyorum kendimi:)

-Çok uzun zamandır kendime birşey almıyorum. Alışverişe çıkma düşüncesi bile yoruyor beni. Tüketim canavarı olmadığım için memnunum ancak bir süredir aklımda bir mini etek alma düşüncesi vardı. Ofiste yapılan çekilişte, bir arkadaş bana super mini bir siyah etek almış. Acayip sevindim. Benim gibi üşüyen bir insan onu ne zaman giyer bilmiyorum ama bir gün her kadın Aysel Gürel olacak gibi bir düşüncem var. 35'ten sonra arasıra da olsa, kırmızı rujlar sürmeye başladım. Super mini eteği de giyeriz elbet bir gün...

-Fırat facebook'a benim bir yazımı koymuş. "Bir gün 15 dakikalığına herkes plajlanacak" başlığıyla... Çok sevindim. Ben facebook'a blogumun linkini şimdiye kadar koymadım. Biraz çekiniyorum. Sonuçta ben bunları bunları yazıyorum, beni okuyun diye herkese seslenmek pek bana göre değil ama sevdiğim bir arkadaşım blogumu paylaşınca hoşuma gitti.

-Son olarak, gece gazeteyi okuduktan sonra, kanepede sızmış kalmışım. Pek de güzel uyumuşum. Yatağa doğru sürüklenirken, telefonumu kapatayım dedim. Bir de ne göreyim, Banu misafir blogger olarak, bloguma bir yazı göndermiş:) Hemen yüzüme bir gülümseme yayıldı, mutlu oldum. O kadar uykulu olmasam, o an yazısını blogda paylaşırdım ama o kadar çabuk cinleşebilen biri değilim. Sağolasın Banum, gene yaz:)

Sizi birazdan Banu'nun yazısıyla başbaşa bırakıyorum...

Fotolar akşama...

Belki bir daha yazarım bugün, uykuyu aldım nasıl olsa:)

ara'lık

bugünlük kısa bir ara, yarın bugünü telafi ederiz:)
iyi geceler...

27 December 2011

bir pazartesi günü...

Dünkü yazıyı, misafir blogger olarak Fırat yazdı, çok hoşuma gitti. Başka misafirleri de bloguma bekliyorum:)
Bugün açıkçası, gün içi saatlerin pek bir özelliği yoktu hatta hafif sıkıcı olduğunu bile söyleyebilirim. Neyse ki; akşamüstü gittiğimiz film ve sonrasında arkadaşlarla ocakbaşında yediğimiz keyifli yemek, günü güzelleştirdi.
Filmin adı "Acımasız Tanrı-Carnage" .Yasmin de pek güzel yazmıştı filmi geçen günlerde, filmin konusu, oyuncu kadrosu çok iyi. Özellikle evli ve çocuklu ailelerin izlemekten keyif alacağı bir film olduğunu düşünüyorum. Kate Winslet gene çok iyiydi. Özellikle ortalığı sulama hareketinde koptum. Konuşmalarda çok ince, vurucu mesajlar vardı. Biz bugün 4 kişi gittik filme ve çıkışında uzun uzun konuştuk film hakkında.
Burada yorum yazmaya hal kalmadı, en iyisi siz de gidin, seyredin filmi...
*
Günü fotosu, isviçreli bir turistin türk tadlarını kütletirkenki hallerinden bir kare...


Hadi iyi geceler,

26 December 2011

teleportasyonizm

gecenin 12si.
alınan alkol bünyeye çok güzel karışmış, kafa duman.
'dirty food' olarak seçilen fried chicken da yenmiş, açlık bastırılmış.
bir köyü aydınlatacak kadar kalori bünyede; uyuyabilme ihtimali sıfıra yakın.
hanım* ablasıyla alemlere akmış.
anneleri iyi bıraktık.
futbol, küfür, siyaset, dünyayı kurtarma.
sanki 20 yıl öncesinin haftasonu toplantısına ışınlanmışım.
dert yok, tasa yok.
oo la la.
ama gelen telefon dağıtıyor bu sanal gerçekliği.
abim, canavarın kulağının ağrıdığını, ne yapması gerektiğini soruyor.
hoppaaaalaa; bu yoktu evrenle yaptığımız anlaşmamızda;
oysa ki 12 saatliğine 90'lı yıllara ışınlanacak, dertsiz tasasız bir gece sonunda sızıp, sabah baş ağrısıyla uyanıp, bünyeyi çaya, poğaçaya verecektik?
e ne oldu şimdi? canavarın ara sıra ağrır kulağı.
bazen kendiliğinden geçer.
bazen de antibiyotik aldırmak gerekir o küçük bünyeye, her seferinde 'acaba vermesek de geçer miydi?' açmazını yaşatarak bize...
abiyle şimdilik aksiyon almama, sabahı bekleme ve şiddetlenmesi durumunda alarm seviyesine geçme konusunda anlaşıyoruz.
gece yarısını 2 saat geçe yataklara dağılıyoruz.
2 kişi salondaki L koltukta kalıyor, 2 kişi ev sahibinin yatağına geçiyoruz.
uyumak yaklaşık 4 gibi mümkün oluyor sohbet, kahkaha ve küfürden.
0630'da gelen telefonla da tüm büyü komple dağılıyor.
ağrı artmış.
hemmen atlanıp gidiliyor hastaneye.
o gözyaşları karşısında hiç bir şey yapamamak, ona sarılınca acısının geçtiğini ummak, öpücüklerinin onun acısını damla damla azalttığını düşünmek; büyümüş olmanın belki de hissettirdiği en büyük çaresizlik...
neyse.
kulak iltihabı, antibiyotik (maalesef) ve ağrı kesici.
ateş de kontrol altında.
öğlen de uyuduk mu sana üstüne birlikte 2 saat, oooo la laaa.
önümüzdeki maçlara bakıcaz artık.
yeni ışınlanma seansımı mart'a planlıyorum.
hadi bakalım.

*: misafir blogger olduğum çok açık deyil mi? ama foto orcinal sahibinden ;)


25 December 2011

evdeki hesap...

Bugun,isle ilgili bir yere, kisa sureli ziyaret yapacaktim ya da ben kisa surecegini dusunuyordum!
Istanbul trafigini hesaba katmamistim tabi.Isim gercekten kisa surdu ancak tum gunumu trafik sebebiyle arabada gecirdim:(
Bu yuzden ne arkadaslarimla gorusebildim ne de cok katilmayi istedigim Emek Sinemasi'ni Yasatma yuruyusune katilabildim.
Hayatimda ilk defa bir yuruyuse katilacaktim.Film festivallerini sevmemde cok emegi olan Emek'e,kucuk de olsa bir destek vermek istemistim.Facebook'tan bile yuruyuse katilim cagrisi yapmistim,gidemedigime cok uzuldum.Umarim cok katilimli ve etkili bir yuruyus olmustur!
Hos trafikte kalmasam bile,Defne bir karin agrisi surprizi yapmisti,basta cok telaslandik ama neyse ki su an iyi:)
Anlayacaginiz, gun cok planladigim gibi gitmedi ancak Defne babanneye gidince acildi,bir dans gosterisi bile sundu bize.O kadar cok dans etti ki,sonunda “anne benim gene karnim agriyor” dedi.
Cok uzun zamandir kayip olan bir yuzugumu sans eseri babannelerde bulmam da gunun surprizi oldu:)
Su an Defne ile yataktayiz,yatakta telefondan yaziyorum kacamak kacamak:)Amma soz vermisim kendime,yazmayinca huzurlu uyuyamiyorum:)
Hadi iyi geceler,

23 December 2011

I like to move it move it!


Defne ile Efe, 2 aydan sonra bugün birbirlerine kavuştu:) İkisi de birbirini çok özlemesine karşın, çok cool bir karşılaşma anı yaşadılar! Efe çiçeklerle Defne'nin okuluna geldi ve ikisi de uzun süre konuşmadı, sarılmadılar bile birbirlerine. Hoş Şebo tahmin ediyordu ilk karşılaşmada öyle cool olacaklarını... Neyse şu an evde kuduruyorlar:)
Yasmin, bugün çok güzel bir yazı yazmış mutlulukla ilgili, gerçekten en büyük mutluluklardan biri, çocukların mutluluğunu görmek...
Şu an çocuklara DJ'lik yapıyorum. 7 kere I like to move it'i çaldım. Çok güzel dans ediyorlar...
Ben de dayanamadım, onlarla dans ettim. 
Cuma akşamı siz de dans edip biraz kurtları dökmek isterseniz... 

tabula rasa

"Bilincimizin kapılarını ve pencerelerini bir süre için kapamak, gürültüden rahatsız olmadan ve içimizdeki organların birbiriyle mücadelesine hiç kulak asmadan beklemek. Biraz sessizlik iyi gelir. Bilinci tabula rasa haline bırakmak, yeniliklere ve daha erdemli şeylere, ileriye dönük ön düşüncelere yer vermek..."Nietzsche


Bugün biraz tembellik yaparak, tabula rasa haline geçmek, güzel bir uyku çekmek istiyorum izninizle...

Yarın görüşmek üzere,

İyi geceler...



22 December 2011

istediğini yap...

Dünkü yazım pek bir light olmuş.  Hani kelimelerimizi özenle seçiyorduk Füs? "Özgürlüğün bittiği yerde aşk da biter" demişim, bak bak bak, lafa bak... Özgürlük tanımın ne Füs? Çok havada kalmış. Bugün de çok ayrıntılı yazmayacağım ama kendime dürüst olayım. Aşk, çok güzel birşey. Özgür olacağım diye aşktan kaçanların; gerçekten sevmeyi, sevilmeyi, emek vermeyi bilmediğini düşünüyorum. Özgürlük bence insanın içinde, insan gerçekten kendini tanıyorsa ve kendisine samimiyse, her daim özgürdür. Aşk olsa da olmasa da...
Neyse, ben en iyisi bu konuyu çok uzatmayım, blogda çok iyi ifade edemiyorum bu tür konularla ilgili düşüncelerimi. Bakın geyik diye girdim konuya, pek bir ciddiye aldım. En iyisi siz Bülent Ortaçgil'in güzel şarkısını dinleyin. Bu sözler varken ben boşuna çırpınmayım anlatmak için...

Bülent Ortaçgil - İstediğini Yap 
eskiden iyi meslekti doktorluk
şimdinin modası mühendislik
sana bir şey söyleyeyim mi iyi meslek yoktur
mesleğini iyi yapan insanlar var
kerem ile aslı'nın aşkı birinci
leyla ile mecnun'unki ondan sonra
sana birşey söyleyim mi büyük aşk yoktur
aşklarını büyütebilen insanlar var
istediğini yap, çok geç kalmadan daha güç olmadan
istediğini yap, her şey bitmeden
senin yargıların en doğru
benimkiler tabi ki en en doğru
sana birşey söyleyim mi doğru yanlış yoktur
başka yerlerden bakan insanlar var
istediğini yap, çok geç kalmadan daha güç olmadan
istediğini yap, her şey bitmeden

istediğini yap, çok geç kalmadan daha güç olmadan
istediğini yap, her şey bitmeden



Not: En çok sevdiğim çiçek; nergis zamanı başladı. Ev şu an mis gibi kokuyor, istediğinizi yapın tabi ama ben derim ki, evlerinizi bu güsel nergis kokusundan mahrum etmeyin, bir demet de olsa, nergis alın:)

İyi geceler,

21 December 2011

aşk mı? özgürlük mü?

Yorgunum. Kısa yazacağım.
Bugün işe gittiğimde, ofisteki genç arkadaşların odalarındaki tahtaya aşağıdaki 2 soruyu yazdıklarını gördüm.
Üzerinde konuştuk biraz. Her gün bir söz yazacaklarmış tahtaya...Bakalım neler çıkacak?  Bugünkü konu eğlenceliydi...

Biliyorum geyik ama sizce hangisi? Yani birinden birini seçmek durumunda kalsanız?
İkisi bir arada mümkün mü? Yoksa aşık olan zaten özgürlüğü umursamaz mı? Bir nevi gönüllü tutsaklık?Kadın erkek bakış açısına göre cevaplar değişir elbet. Bana göre özgürlüğün bittiği yerde aşk da biter. Tabi özgürlüğün tanımı da önemli... Neyse konu uzun, gece kısa ve de uykum var.

*
Damardan bir Model şarkısıyla hepinize iyi geceler diliyorum:)



Not: Her fotoğrafta imzamı atar gibi bir ışık patlatıyorum ya, pes diyorum kendime!

19 December 2011

çocukluğumun çizgi filmleri...

Dün öyle uzun uzun, ciddi ciddi yazınca, bugüne çok hal kalmadı doğal olarak:) Biraz hafifleyelim...
Dün Temel Reis'ten bahsederken, aklıma çocukluğumdaki çizgi filmler geldi. Çocukken en sevdiğiniz çizgi filmler nelerdi?
Benim en sevdiğim çizgi filmler Heidi, Şeker Kız Candy, Pembe Panter ve Red Kit idi. Tom ve Jerry'yi de fındık fıstık gibi seyrediyordum.
Heidi kadar masum, neşeli, duygusal bir çizgi film az yapılmıştır herhalde...
Candy'nin Anthony ile öpüştüğü o ilk sahneyi hatırlar mısınız? Beni çok etkilemişti, hayat hakkında büyüklerin bize söylemediği, küçük bir sırrı keşfetmiş gibi hissetmiştim o sahneyi seyrettiğimde. Aşkla ilgili ilk teorik bilgilerimizi, bu çizgifilm sayesinde öğrenmeye başlamıştık sanki...
Pempe Panter'in cool hali ve müziği bile yeterdi!
Red Kit, pazar sabahlarının vazgeçilmeziydi benim için, Rintintin uyuzdu ama ona bile dayanırdım...Bir de zırt pırt elektrikler gitmeseydi...

Sevmediğim çizgi filmler de vardı. Mesela Vikingler'i pek sevmezdim. Değiş Tontonlar'dan da pek hoşlanmazdım. Şimdi nedenini düşündüğümde, onların öyle her şekle girmesinin, çocuk kafamda bir nevi güvensizlik ve rahatsızlık yaratmış olabileceğini düşünüyorum. Temel Reis de favorilerimden değildi. Bir de programlar öncesi yayınlanan; çizgisiyle vıdı vıdı konuşup, çizgisi bitince de ortadan kaybolan geveze bir karakter vardı, adını şimdi hatırlayamıyorum, o da ifrit ederdi beni...

Hadi siz de görüşlerinizi söyleyin, nostalji yapalım:)

İyi geceler,

temel reis

Eskişehir'den ailecek hafif nezle olarak döndük. Yazamayacak kadar fena bir durumda olmadığım için bugün 5. anlaşmayı da yazıp, artık kitaba veda edeyim diyorum.
Kitabın 5. anlaşma kısmı biraz uçuk, hatta zaman zaman "uçmuş, hiçbirşey anlamadım, koptuk gidiyoruz" gibi notlar da düşmüşüm bazı bölümlere...
O yüzden olur da kitabı okursanız ve yazılan herşeyi anlamazsanız, dertlenmeyin. Anladıklarınız bile oldukça işinize yarayacaktır. Beni en çok 5. anlaşma etkiledi desem yeridir. Belki de 4 anlaşmayı daha önceden okuduğum ve kısmen de olsa uygulamaya çalıştığım için, sonuncu anlaşma benim için vurucu oldu. Yazarın görüşlerine katılmadığım noktalar da oldu ancak genel olarak hayatımın şu döneminde, bu kitabın bana iyi geldiğini söylemeliyim.

5.Anlaşma:

Kuşkucu ol ama dinlemeyi de bil!
Kuşkunun Gücü:
-Kuşkunuz sayesinde her mesaja inanmamış olursunuz, sembollere bağlanmazsınız ve imajınız sembollere bağlı değilse, kendi içinizdedir.
-Kuşkuculuk, duyduklarınızın hepsine inanmamaktır. İnanmama nedeniniz de hakikat olmayışıdır, o kadar. Kuşkucu olmanın yolu yalnızca tüm insanlığın yalanlara inandığının bilincinde olmaktır.
-5. anlaşmayı anlıyorsanız, görebildiğiniz bir şeye inanmanızın neden gerekli olmadığını da görürsünüz. Hakikat sözlerle gelmez. Hakikat sessizdir. Öylece bildiğiniz bir şeydir; kelimeler olmadan hissettiğiniz, sessiz bilgi denilen bir şey. Sessiz bilgi sembollere imanınızı bağlamadan önce bildiğiniz şeydir. Kendinizi hakikate açıp dinlemeyi öğrenince, tüm semboller değerlerini kaybederler ve geriye sadece hakikat kalır. Bilecek, haklı çıkartılacak hiçbir şey yoktur.
İlk Dikkatin Düşü (Kurbanlar)
-Yetişkinler bizi toplumumuzun bir parçası olmaya hazırlar ve bunun tamamen yalanlarla idare edilen bir toplum olduğunu hiç şüphe duymadan söyleyebilirim. Biz de onların yaşadıkları düşte yaşamayı öğreniriz; imanımız o düşün içine sıkışıp kalır ve normal düşümüz haline gelir. Ebeveyninizin sizin için en iyisini yaptığından kuşkunuz olmasın. Daha iyisini yapamadılarsa, bilemediklerindendir.
-Bu dünyadaki en büyük korku nedir? Hakikat korkusudur. Öyle çok yalana inanmayı öğrenmişiz ki, hakikatten korkarız.
-Siz gerçek siz değilsiniz çünkü kendi çarpıtılmış imgeniz ruhunuza sahip olmuştır.
-Gerçek şu ki, siz ölüsünüz. O zaman hayata dönmenin çaresi nedir? Farkındalık!
İkinci Dikkatin Düşü (Savaşçılar)
-Savaşçılar dünyası bir şeyler yapmaya gayret etme dünyasıdır.
-Hayatınızı değiştirmenin tek yolu eylemi değiştirmek. Arkasından tepki de değişecek.
-Söz göremediğiniz bir kuvvettir ama onun tecellisini, sözün ifadesi olan kendi hayatınızı görebilirsiniz. Sözünüzün özenli olup olmadığını ölçmenin yolu duygusal tepkilerinizdir. Mutlu musunuz yoksa acı mı çekiyorsunuz? Düşünüzden zevk almanız ya da acı çekmenizin nedeni onu öyle yarattığınızdandır. Cenneti veya cehennemi yaratabilirsiniz. İkisinin de içinizde var olan zihinsel durumlar olduğunu hatırlayın.
-Birisinin gelip sizi kurtarmasını bekliyorsanız, o kurtarıcı kendiniz olacaksınız.
-4 anlaşmayı uyguladıktan sonra, kendi yarattığınızı başka bir açıdan görürsünüz. "Yarattığım hikaye çok güzel ama artık ona inanmıyorum. Ne kendimin ne de başkalarının hikayesine inanıyorum. Bunun sadece sanal olduğunu görüyorum." dersiniz.
-4 anlaşma, kişisel cennetinizi ikinci kez yaratmak için dikkatinizi kullanma araçlarıdır. 5. anlaşma ise, sembollerin zorbalığına karşı savaşı kazanmanın aracıdır.
-Kendinize inandığınız zaman birlikte doğduğunuz her içgüdüyü izlersiniz. Ne olduğunuza dair hiçbir kuşkunuz olmaz ve sağduyuya geri dönersiniz.Tüm samimiyetinizin gücü sizindir; kendinize güvenirsiniz, hayata güvenirsiniz. Her şeyin yolunda gideceğine inanırsınız, hayat böylelikle son derece kolaylaşır. Artık zihin her şeyi anlama gereğini duymaz; bilmeye ihtiyacı yoktur. Bir şeyi ya bilirsiniz ya da bilmezsiniz ama bilip bilmediğinize dair kuşkunuz yoktur. Bilmiyorsanız, bilmediğinizi kabul edersiniz. Uyduracak haliniz yoktur. Tamamen samimi olduğunuzda, kendinize kuşkusuzca hakikati söylersiniz: Hoşuma gitti, hoşuma gitmedi. İstiyorum, istemiyorum." Tam istediklerinizi yaparak hayattan zevk alırsınız.
-Sahici olmak, yapabileceğiniz en iyi şeydir. Sahici olunca istediğinizi yaparsınız; kendinize inanmak değil, neye inanmak istiyorsanız ona inanırsınız.
-Kimseyle rekabete girmek zorunda değilsiniz, kendinizi kimseyle kıyaslamak zorunda değilsiniz. Yalnızca neyseniz, o olmanız gerek, sevgi olmanız gerek ama gerçek sevgi. Gerçek sevgi doğuştan sizinle gelendir. Gerçek sevgi olduğunuz haldir. 
Üçüncü Dikkatin Gücü (Ustalar)
-Nihayet kendinizi tüm bilgi birikiminiz olmaksızın gördüğünüzde, sonuç:Ben'dir. Ben neysem oyum; sen neysen osun; farkı yaratan, senin sen olmaya dair tam kabulundur. Ne olduğunuzu tam kabullendiğinizde hayatın keyfini çıkartmaya hazırsınızdır. Artık yargılama, suçluluk, utanç, pişmanlık yoktur.
-Sembolleri bir kenara bıraktığınızda, geriye kalan saf ve basit çıplak gerçektir. Ne olduğunuzu bilmeye ihtiyacınız yoktur ve bu mükemmel bir açılımdır!
-Varlığınızı gerçekten hissetmeniz için tamamen farkında olmanız gerek; tüm yaradılışınızı tamamen başka bir açıdan, her şeyin çok basit olduğu bir yerden görmeniz gerek.
Duru Görülü Olmak
-Artık büründüğünüz kişilik olma zorunluluğu kalmayınca, tamamen özgürleştiğinizi bileceksiniz. Bu derin bir özgürlük, gerçek siz olma özgürlüğü ve kendinize verebileceğiniz en büyük armağan.
-Yalnızca kendiniz olmayı, kimseyi ikna etmeye çalışmadığınızı düşünün. Sadece kendiniz olmakla mutlu olduğunuzu, nereye giderseniz cennetin sizinle geldiğini, onun içinizde olduğunu hayal edin. Bu tür bir özgürlükle yaşadığınızı düşünün. Evet hakikat sizi özgür kılacaktır ama önce onu görmeniz gerekir. 
-Kendinizi olduğu gibi kabullendiğinizde artık yargılamazsınız. Başkalarını oldukları gibi kabul ettiğinizde, onlarla ilgili yargılarınız da artık yok olmuştur. O zaman dünyanızda inanılmaz birşey olur: Huzur bulursunuz. Ne kendinizle ne de başkalarıyla çatışma halindesinizdir artık.  
-Sizi kontrol etmeye çalışırsam, sizi kontrol niyetiyle kendi özgürlüğümü yitiririm. O halde benim özgürlüğüm, sizi kendi halinize bırakmaktır, istediğinizi yapmanızdır. Sizin sanal gerçekliğinizi değiştirmek benim işim değil. Benim işim kendimi değiştirmek.
-Hayata teslim olunca, her şey sihirli değnek değmişçesine değişir. Bedeninizden akan, zihninizden akan o kuvvete teslim olun ve hayata bakışınız değişsin.
-Konuştuğunuz lisanı değiştirerek hayatın daha iyi bir yansıması olabilirsiniz. Kendiniz ve başkalarıyla iletişim kurma biçiminizi değiştirerek mesaj verme şeklinizi değiştirebilirsiniz.
-Verdiğiniz ve çevrenizdekilerden aldığınız mesajların bir kez farkında olunca, bakış açınız güçlü ve sağlam bir şekilde değişir.
-Farkındalığa bir kez sahip olunca artık masumiyet iddiasında olamazsınız. Ne yaptığınızı çok iyi bilirsiniz ve bu hala mükemmeldir ama kendi kararınız ve seçiminizdir. Artık soru şudur; Ben nasıl mesajlar dağıtmayı seçtim? 
-Kendinize verdiğiniz mesaj değişince, daha mutlu olursunuz ve sadece mutlu olmanızdan, çevrenizde yaşayanlar da yararlanır. Çabanız aslında herkes içindir çünkü coşkunuz, mutluluğunuz , cennetiniz bulaşıcıdır. Siz mutlu olduğunuzda, çevrenizdeki insanlar da mutlu olur ve bu onlara kendi dünyalarını değiştirme ilhamı verir. 


Bu kız da,  hemen hemen tüm kitabı yazdı diyorsunuz belki , bu kısımlar altını çizdiğim, notlar aldığım kısımlar. Parça parça anlatımlarla anafikri verebildim mi bilmiyorum, belki de en iyisi kitabı sizin okumanız. Hepimizin kitaptan alacağı farklı fikirler olabilir. Teorik olarak belki bildiğimiz şeyler ancak daha önce bu tarzda okuduğum kitaplardan daha çok etkiledi beni bu kitap bir şekilde. Dediğim gibi, belki ruhen de hazırdım ve çektim bu kitabı kendime.

Ben de "hayata nereden baktığımıza bağlı olarak, hayatımızı cennet gibi de, cehennem gibi de yaşamak mümkün", derdim. Kitapta da buna benzer bir yaklaşım olması hoşuma gitti.
"Hakikat sessizdir" sözünü de çok beğendim, çok doğru bir söz. Gerçekten hakikat orada öyle tüm gerçekliğiyle uzanırken, kuru gürültüye hiç gerek yok.
Kendini, karşındakini olduğu gibi kabul etmek, sevmek, hayata teslim olmak...çok rahatlatıcı, bu şekilde davrandığımda, hayatımda gerçekten huzurlu bir duruma kavuştuğumu hissediyorum.
Her zaman böyle değilim elbet ancak çabalıyorum ve bu çabaya değer olduğuna inanıyorum.

Neden başlığa Temel Reis yazdığımı soracak olursanız, yazarın, en sevdiği çizgi roman kahramanı Temel Reis, yazar onu çok bilge buluyor, çünkü Temel Reis her zaman şunu söylüyor: "Ben neysem oyum ve bütün olduğum budur!":)

Hepinize iyi geceler,

17 December 2011

bir arabaşı ritüeli

Ablamlardan bağlanıyorum şimdi de:)
Her gün yazacağım dedim ya, kısacık da olsa bağlanayım istedim.
Birazdan Eskişehir'deki kış gecelerimizin vazgeçilmez çorbası, arabaşını içeceğiz. Meyaneli, tavuklu güzel bir çorba ancak bu çorba; tuz, un ve suyla yapılan, lastik kıvamında bir hamur ile birlikte içiliyor. İşin aslı, hamuru çorbanın suyuyla birlikte yutuyorsun. Acayip saçma birşey, yani hamuru yemiyorsun, çiğnemiyorsun, cuuup diye yutuyorsun, ne kadar büyük ve fazla miktarda yutarsan, o kadar kıymetli oluyor. Saçma ama işte eğlenceli bir tarafı da oluyor cup cup hamurları yutarken... Ben gene de sadece çorbayı içebiliyorum:)
Fotoğraflarını çektim, dönünce paylaşırım. Arabaşı hakkında ayrıntılı bilgi isterseniz tık!
Dönüşte görüşmek üzere...
İyi geceler,


16 December 2011

oldcity

Eskisehir'den bildiriyorum,hem de telefondan!
Annemlerde internet baglantisi yok,vinn'dan denedim ama baglanti kuramadim bir sekilde.
Telefondan yazmak takdir edersiniz ki,pek keyifli degil,gene de Eskisehir'den bir selam edeyim istedim.
Memleketime kis gelmis.
Yol ve yemek yeme yorgunu Fus,hepinize iyi geceler diler...

kutup ayısının hikayesi...

Bugün Yasmin'e uğradım iş çıkışı. Yorgunduk ikimiz de ama çok iyi geldi bana görüşmek. İnsanın, yıllar içinde birlikte büyüyebildiği dostlarının olması çok güsel ve kıymetli birşey...
*
Eve geldiğimde ise, Defne'nin bir sürpriziyle karşılaştım. Defne, babasıyla bir hikaye yazmış benim için. "Çocuklar için değil, sen yatarken oku diye sana yaptım" dedi. Heyecanla okumaya başladım, çok iyi başladı hikaye ama hikayenin gidişatı hafiften sarsıcı oldu:) Daha önceleri olsa, "ay nerede hata yaptım acaba" diye küçük çaplı bir karaları bağlama durumuna geçerdim. Şimdiyse, daha çok gülüyorum Defne'nin yaratıcı hikayeciliğine...

Resimli hikayenin resimleri ve senaryosu Defne'ye, yazımı Mit'e ait.
Fotoğraflarını çektim resimlerin, yazılanlar okunmadığı için, buraya metinlerini yazıyorum:
1.sayfa
(Hikayenin başlangıç cümlesini Mit yazmış, devamını Defne getirmiş.)


Bu kutup ayısı, küresel ısınmadan dolayı buzulun üzerinde kalakalmış. 
Başka bir buzula atlaması için uzun uzun yüzmesi gerek.




2.sayfa
Kutup ayısı 2 penguen görmüş. 
Penguenler demiş ki; "kaç yaşındasın?"
 "2" demiş kutup ayısı. 
Penguenler, "ne komik biz senden daha büyüğüz" diye alay etmeye başlamışlar. 
Kutup ayısı bu sözleri duyunca, yanlarından gitmiş. Yüzüp kaçmaya başlamış. 
Ardından bir kayalığa ulaşmış. Birazdan "ben nerdeyim böyle" demiş. Mısır'daymış. Mısır o kadar sıcakmış ki, içinden uyumak geliyormuş.

3.sayfa
Derken plajlanma yeri görmüş. 
Zaten öğlen, bir yüzüp geleyim dedi. (mış'lı geçmişten di'li geçmişe geçmek istemiş Defne)
Bir kaplumbağa gördü. Kaplumbağa ile tanışmak istemedi. 
Penguenlerin alay ettiği gibi, kaplumbağanın da alay etmesini istemiyordu.



4.sayfa
Bir ayak izi gördü. Kime ait olduğunu merak etti. Acaba tehlikeli bir hayvan mı diye düşünmeye başladı.
Ayak izi onu yuvasına götürdü. Kutup ayısı evine döndüğü için neşeyle sıçradı. 
Bir daha asla evinden çıkmaya cesaret etmeyecekti. Annesinin dediklerini yapacaktı.



Tabi ilk okuduğumda nasıl tepki vereceğimi bilemedim. İster istemez öğreten anne kıvamına girerek bir sürü soru sordum: "Çok güselmiş Defne ama kutup ayısına üzüldüm. Penguenler gibi olur korkusuyla kaplumbağa ile tanışma fırsatını kaçırmış, belki çok iyi arkadaş olacaklardı. Hem kutup ayısının küçük olması kötü birşey mi? Evinden çıkmaya cesaret edemezse, nasıl yeni arkadaşları olacak? Annesi katı birisi miymiş?"

Defne'nin cevabı ise çok kısa ve net oldu: "Anne bu hikaye, herşey iyi olsaydı, hikaye olmazdı. "

Güldüm ve sarılıp öptüm kızımı:)

İşte bu kadar Füs, Defne'ye öğretici binbir laf anlatacağına, onun her sözünden birşey çıkaracağına, hikayeni oku ve güselce uyu:)

5. Anlaşma, başka bir güne kaldı...

Hadi iyi geceler...


15 December 2011

yapıver gitsin

Bu akşam kendimi, son 1 senede çektiğimiz fotoğrafları albüme yerleştirme işine adadım. Bir taraftan da Sülüman'a baktım.
Fotoğraf çekme işinin digital makinelerle artık zıvanadan çıktığı bir çağda, binlerce fotoğraf arasından eleme yapmak ve bastırmak hafif delilik. Hani bastıracağım fotoları önceden belirleyip klasörlesem gene bir derece. Son bir yılın fotoğraflarını fotoğrafçıda ayıkladım, eleme sonunda gözlerim şeşibeş bakıyordu.
Gene de seviyorum ben fotoğraflara albümden bakmayı. Bilgisayardan fotoğraflara bakmak, hiçbir zaman aynı tadı vermiyor bana. Defne de seviyor albümlere bakmayı. Yalnız evi albümlerle doldurmamak için, fotoğraf seçiminde daha seçici olmak gerekiyor kanaatimce. Bir de fotoğrafları 1 sene bekletmemek, eleme yaparken arada saçma fotoğraflar da bastırmışım...
*
Neyse, anlaşmalarımıza dönecek olursak;
4. Anlaşma'dayız:

Daima Yapabildiğinin En İyisini Yap

-İlk 3 anlaşmayı uygulamak zor, hatta imkansız bile gelebilir. İnanın bana, hiç imkansız değil. Ama zor olduğunu kabul ediyorum çünkü aslında yaptığımız, bunun tam aksi. Hayatımız boyunca kafamızın içindeki sesi dinlemeyi biliriz. Ancak bir de 4. anlaşma var ki, o kolay. Her şeyi mümkün kılan, işte bu anlaşma: Daima yapabildiğinin en iyisini yap. Elinizden geleni yaparsınız, olur biter. Ne az ne fazla; sadece yapabileceğinizin en iyisi. Yapıverin. Eyleme geçin. Eyleme geçmeden en iyisi yapılamaz ki.  
-Anlaşmaların birini tutmayı başaramazsanız, yenileyin. Yarın yeniden başlayın ve ertesi gün tekrar. Sürekli uygulayın. Her gün daha kolay gelecek. Yapabileceğinizin en iyisini yapmanızın sonucunda, sözleri özenle seçmemek, olayları kişisel algılamak ve varsayımda bulunmak zamanla zayıflayıp seyrekleşecektir. Alışkanlıklarınızı değiştirmek için harekete geçerseniz, böyle olacaktır.
-Kendinize tamamen dürüst olacak, hikayenizi nası yazdığınızla ilgili gerçeği görecek cesaretiniz var mı? 

Bu anlaşmanın en sevdiğim yanı; "gayret göster sonra da yapıver " demesi oldu. Kendim dahil çoğu insanda bir erteleme, bir eyleme geçememe durumu var. Mükemmeliyetçi yaklaşım ne demekse, hani çoğumuz, birşey olacaksa tam olsun, şusu da olsun, busu da olsun, ondan sonra yapacağım gibi bir yaklaşım içindeyiz ya, ondan bahsediyorum. O yüzden de hep bir beklentideyiz. Birinin gelip bizi sihirli değnekle eyleme felan geçireceği de yok.
30 günde yeni birşeyler deneme arayışım da, belki bu sebeple ortaya çıktı. Kendi kendimi dürttüm. Çok mu şahane blog yazıyorum? Yoo ama bu blogu Yasmin bana açalı kaç sene oluyor, bir türlü yazmaya elim gitmiyordu. Yok vaktim olsun, yok kafam iyi olsun, yok istediğim şekilde olsun...Bekle bekle o zaman gelmiyor. Ama yazmaya başlayınca iyi kötü yazıyormuş insan. Yürümeye başlayınca yürüyormuş. Su içince içiyormuş. Fotoğraf bile çekiyormuş.

Diyeceğim o ki, kendim için birşeyler yapmaya çalışmak, beklemekten çok daha iyi geldi bana...

Hadi siz de yapıverin gitsin:)

14 December 2011

haydi sor sor...

İnsan bedeninin kendini onarım saatleri 22.00-24.00 arasıymış. Çocukların büyümesi için gerekli hormonun bu saatlerde salgılandığını biliyordum. Meğer bu hormon, çocuk büyük dinlemez imiş. Yani biz yetişkinlerin de bu saatlerde yatması vücudumuz için çok faydalı imiş. (Bu bilgiyi bize çocuk doktorumuz vermişti.)
Uyguluyor musun diye sorarsanız, çoğu zaman tabi ki uygulayamıyorum ancak vücut haber veriyor insana. Bu akşam ben Defne'yi yatırdıktan sonra, Mit bir video programı açmıştı. Ninni gibi gelmiş program bana. Farkına varmadan, yaklaşık bir saat uyumuşum. İyi geldi.
*
Gene saatler koştur koştur gidiyor. Bu kitaptan bahsedeli beri, pek bir ciddileştim sanki. Aslında hepimizin bildiği konular da, teoride zehir gibi olmanın ötesinde, insan pratiğin de sallanmamasını istiyor. Başladım, devam edeyim...
3. Anlaşma:

Varsayımda Bulunmayın.

-Varsayımlar başa bela açar, zira çoğu gerçek değil, kurgudur. Büyük varsayımlarımızdan birisi, sanal gerçekliğimizde ne varsa, tümünü hakikat sanmaktır.
-Varsayımlarda bulunarak, onları kişisel olarak üzerimize almak, bu dünyadaki cehennemin başlangıç noktasıdır. Hemen tüm uyuşmazlıklarımız buna dayalıdır, nedenini anlamak ise zor değildir. Varsayımlar kendimize söylediğimiz yalanlardan başka birşey değildir.
-Varsayım yapmayı ancak soru sormakla bırakabiliriz. Sormak ve açıklık getirmek daima daha iyidir.
-Varsayımda bulunmadığımızda, dikkatimizi neyin hakikat olduğuna dair düşüncemize değil, hakikate odaklayabiliriz. O zaman hayatı görmek istediğimiz gibi değil, olduğu gibi görürüz.


Bu anlaşmanın en çok beğendiğim yanı; varsayımlarla başka bir alemde yaşamak yerine, soru sorarak kişiyi gerçeklerle karşılaştırmaya yönlendirmesi oldu. Kafada; acaba böyle mi demek istedi, yoksa şunu mu kastetti gibi yeni senaryolar üretmek yerine, işin doğrusu neyse, onun üzerinde konuşup, netleşmek en güseli.
*
Bu 30 gün boyunca yapmaya karar verdiğim şeyleri, her gün blogda belirtmiyorum ama gayret ediyorum yapmaya. O gayret bile; insanı rutin yaşamdan çıkarıyor, ki bu da iyi geliyor bana. Mesela foto işinde çok parlak sayılmam ancak foto çektiğimden beri, bazı şeylere boş boş bakmanın ötesinde (bu rutin iş hayatının da getirdiği kaçınılmaz bir durum, kafa manasız dolu), biraz daha çevremi görmeye çalıştığımı farkediyorum.
*
Bugün işe giderken, otobana bağlandığım noktada, dikkatimi çeken bir görüntü oldu ancak araba kullandığım için fotoğrafını çekemedim. Aşağıda görmüş olduğunuz yılbaşı çiçeklerinden, sırtına hamal kadar çok fazla miktarda yüklenmiş bir çingene kızı otobanda ters yönde yürüyordu. Evlerimize hoşluk olsun diye aldığımız yılbaşı çiçekleri, o kız için eminim çok farklı şeyler ifade ediyordu. Kim bilir nereden gelmiş, nereye gidiyordu, çiçekleri akşam iş çıkışı dönüş yolunda satmaya çalışacaktı belki de...Umarım hepsini satıp, sırtındaki dikenli yükten erkence kurtulmuştur...


Hepinize iyi geceler...

12 December 2011

herkes kendi aleminde

Bloga yazmak iyi hoş ama geçe kalmamakta fayda var, uykusuzluk bana göre değil, leyla gibi oluyorum gün içinde...
Kaldığım yerden devam ediyorum.
Evet 2. Anlaşma:

 Hiçbir şeyi kişisel algılamayın!

-Algıladığınız ne varsa, hepsi sizin inanç sisteminizden filtre ediliyor.
-Eğer hayatınızdan, kendinize dair inançlarınızdan hoşlanmıyorsanız, onu değiştirebilecek tek insan sizsiniz.
-İnsanlar kendi dünyalarında, kendi filmlerinde, kendi hikayelerinde yaşar. Tüm inançlarının yatırımını, o hikayeye yapmışlardır ve o hikaye onlara göre gerçektir. Ancak görece bir gerçektir çünkü size göre gerçek o değildir. Sizin adınıza yargıladıkları, kendi yaratmış oldukları bir karakterdir. İnsanların hakkınızda düşündükleri ne varsa, aslında onlardaki siz imgesi üzerine kuruludur, o imge siz değilsiniz.
-Sizin hikayenizle ilgilenecek tek kişi, sadece sizsiniz. Bu farkındalık her şeyi değiştirir.
-Tüm insanların kendi alemlerinde, kendi filmlerinde, kendi düşlerinde yaşadıklarını bir kez anladığınızda, ikinci anlaşma saf sağduyudur.

İnsan sadece kendi hikayesinin başrol oyuncusu gerçeğini kabul ederse ve çevresindeki insanların hikayeleri için hep yardımcı oyuncu olacağını bilirse, içindeki çatışmalar büyük ölçüde azalıyor. Ben ne yapmaya çalışırsam çalışayım, karşımdaki insan beni kendi hikayesi üzerinden tanımlayacak, benim hikayem üzerinden değil. O yüzden başkasının ne düşündüğü çok da önemli olmamalı benim için, önemli olan, benim kendi hakkımda ne düşündüğüm...

Yazarken görüyorum ki, aslında bu anlaşmaları ifade etmeye çalışmak çok da kolay değil. Çünkü kitaplardan alıntılar yapıyorum, kendi yorumlarımı yazıyorum ama dediğim gibi, ben kendi algıladıklarımı yazıyorum, herkes kendi için farklı şeyler algılayacaktır bu anlaşmalarda.

Neyse, bugünlük benden bu kadar...

Bugün foto makinesini yanıma almamışım, fotoyu Kanyon'daki Remzi Kitabevi'nde cepten çektim. Umarım çok insan dokunur bu kitaba, umarım uzun süre, 1 numarada kalır bu kitap. Henüz ben de okumadım ama okuyacağım. Kitaplar yasaklanmasın, kimse kitaplar yüzünden tutuklanmasın artık bu ülkede. En kısa sürede Ahmet'in özgürlüğüne kavuşması dileğiyle...

sözler kalbin aynasıdır:)

Bir gün Kanat Atkaya; Woody Allen'ın, pazar sabahları için önerdiği müzikleri yazmıştı. O yazıda; Woody Allen;  Sidney Bechet ve Louis Armstrong'dan bahsederek, "bir güne başlamak için onları dinlemekten daha iyi bir yol bilmiyorum" diyordu.
Biz de Woody'i anarak, Sidney'le başadık bugün güne. Hatta buraya da bir şarkısını koyuyorum, belki blogu okurken dinlersiniz...Sidney Bechet-si tu vois ma mere


Siz kitapları nasıl okursunuz? Ben kitapları okurken, genelde yanımda bir kurşunkalemim olur. Beni etkileyen yerlerin altını çizerim, yazarın sevdiğim sevmediğim görüşlerine yorumlarda bulunurum.  Çok iyi bir hafızam olduğunu söyleyemem. O yüzden bu şekilde kitap okumak bana iyi geliyor. O kitaba yıllar sonra bakmak istediğimde, bir zamanlar beni hangi düşüncelerin, hangi duyguların etkilediğini görmek hoşuma gidiyor.
Beşinci Anlaşma kitabına dönecek olursak, bu kitapta da altını çizdiğim, benim için önemli bölümlerden kısa alıntılar yapacağım. Bugün 1. anlaşma:

Kullandığınız sözcükleri özenle seçin
-Sözcükler sizin yaratma gücünüzdür ve bu güç birden fazla yönde kullanılabilir. Bir yön; sözün harika bir hikayeyi, bu dünyadaki kişisel cennetinizi yarattığı kusursuzluktur. Diğer yön, sözün çevrenizde ne varsa yıkarak kişisel cehenneminizi yarattığı onun kötüye kullanımıdır.
-Mutluluğunuz size bağlıdır ve sözü nasıl kullandığınızla ilintilidir. Eğer birine kızıp, sözü ona duygusal zehir yollamakta kullanıyorsanız, dışarıdan sanki sözü ona sarf etmişsiniz gibi görünse de, aslında kendinize karşı kullanmış olursunuz.   
-Kullandığın sözcükleri özenle seç, aslında sözün gücünü asla kendine karşı kullanma demektir. Sözünüz özenliyse, asla kendinize ihanet etmezsiniz.
-Kendi hayat hikayenizin yaratıcısı olduğunuzu hatırlayın. Sözü doğru kulllandığınızda, yaratabileceğiniz kendi hikayenizi düşünün. 
-Söz saf sihirdir ve birinci anlaşmayı benimsediğinizde, sihir hayatınıza girer. Niyet ve arzularınız kolay gelir, çünkü karşı koyma yoktur, korku yoktur, yalnızca sevgi vardır. Huzurlusunuzdur ve her yönden özgür ve hoşnut bir hayat yaratırsınız.  


Açıkçası kitabın belirttiği "cennet, olağanüstü, harika bir hayat" gibi tanımlamaları abartılı buluyorum ancak yazarın belirttiği, sözleri özenle seçme konusunun çok önemli olduğunu düşünüyorum.
Gün içinde neler dediğimizin ne kadar farkındayız?
İçimizde neler hissediyoruz, dışarıya nasıl mesajlar yansıtıyoruz?
Başkalarını eleştirirken, biz nasıl konuşuyoruz?
Çok dikkatli miyiz sözlerimizi kullanırken?
Olumsuz cümlelerle başlayan bir gün, olumlu bir hale gelebiliyor mu?

Ben bu soruları sordum ister istemez kendime. Karamsar olabileceğimiz çok konu var etrafımızda, var ama kendi yapabileceklerimiz de var. Düşününce çıkıyor ortaya.
Mesela, benim gibi sabah insanı olmayan bir kişinin, güne olumsuz cümlelerle başlaması çok olası, öte yandan, "yaa dur bakalım, niye hemen enseyi karartıyorsun, iyi bişiler de var bu doğan günde, biraz gör etrafını, silkin kendine gel" demek de mümkün. Bunu diyip, farkına vardığında, zaten bir uyanış başlıyor içinde. Kendini bulunduğun olumsuz ruh durumundan kurtarıp, kelimelerin yardımıyla rotayı farklı bir yola çevirmeye başladığında, hayattaki akış da değişmeye başlıyor. Çevrendeki insanlara özenli sözlerle konuştuğunda, onlar da sana özenli sözlerle cevap vermeye çalışıyor.

Çok somut gelmeyebilir belki anlattıklarım ama kişinin kendi hayatında uyguladığında ortaya çıkıyor değişiklikler... Kolay bir süreç değil, gene de denemeye değer diye düşünüyorum.

Defne'nin, bugün sinemada Miss Piggy'yi görür görmez yanına ilişip verdiği pozu, son anda cepten yakaladım. Çok net bir foto olmasa da, bugün bunu bloga koymak istedim.



Hadi iyi geceler...

11 December 2011

stay hungry...

Saat 12 olmadan bugün kayıtlara gireyim, üzerimdeki zaman baskısını azaltayım dedim:)
O yüzden; bugün bir arkadaşımın gönderdiği, beni güldüren bir Yiğit Özgür karikatürünü bloga koyarak bu güne elveda diyorum, 12'den sonra tekrar görüşeceğiz...

5. anlaşma

Bir şekilde Amerika saatine bağlı yazıyormuşum, Türkiye GMT saatine bağlanınca, hop hop hop, bütün saatler, saatleri bırakın tarihler kaydı. Bak blogcum, ben kendime söz verdiğim gibi, günü gününe yazıyorum, bir gün yazmışım bir gün yazmamışım gibi gösteriyorsun kayıtlarda, ayıp oluyor...Neyse bundan sonra takibindeyim...
Gece gece cinleştim.
O yüzden, çok etkilendiğim 5. Anlaşma adlı kitaptan bahsedeyim istedim. Bu kitabı, daha doğrusu yazarın (Don Miguel Ruiz) Dört Anlaşma adlı kitabını daha önceden Mit okumuştu ve bana "bu kitabı oku, seversin" demişti. Normalde, ben böyle "yüreğinin götürdüğü yere git, herşey seninle başlar, mutluluk cebinde" tarzı kitaplara biraz mesafeli yaklaşırım, okurken gaza gelirsin ancak gerçek hayatta pek de işe yaramaz gibi gelir bana. Gene de okuyayım dedim. Dört Anlaşma'yı okudum. Okuduktan sonra, gerçekten bazı değişiklikler oldu algı dünyamda. Hayata biraz farklı bakmayı başarabildiğimde, bazı şeyleri daha farklı görebildiğimi gözlemledim.
Belki ruhen hazır olduğumdan ya da adam gerçekten samimi yazdığından, kitaptan etkilendim.
Daha sonra, bir fuarda karşıma, sözünü ettiğim;  5. Anlaşma adlı kitap çıktı. "Bu da nerden çıktı şimdi" dedim, adam kitabı tutunca, bir de 5. anlaşma mı uydurmuş diye düşünmeden edemedim. Kitaba hafif şüpheli yaklaşsam da, kitabı aldım.
İyi ki de almışım. Don Amca, ilk 4 anlaşma yeterince zor olduğu için, önce bir onları sindirin, sonra bu 5. Anlaşma kitabını okuyun demiş.
Peki kitap ne anlatıyor, sadede gel diyorsunuz değil mi?
Kitap, temel olarak; hayatta yaptığımız anlaşmalarla hayatımızın gidişatını nasıl etkileyebileceğimizi konu ediniyor.
Don Miguel Ruiz, aşağıda yazan 5 temel anlaşmayı uyguladığımız sürece, hayatımızın tıkırında gideceğini belirtiyor özetle :

1-Kullandığınız sözcükleri özenle seçin.
2-Hiçbir şeyi kişisel algılamayın.
3-Varsayımda bulunmayın.
4-Daima yapabildiğinizin en iyisini yapın.
5-Kuşkucu olun ama dinlemeyi de bilin.

Bugün bu şekilde bir girizgah yapmış olayım, yarın devam edeceğim.

İyi geceler...

minik ajanlar

Bugün Yasminler bizdeydi. Çocuklar şahane oynadılar, varlıklarını bile hissetmedik. Tatlı Rüya da, saat 23'lere kadar süren huzurlu haliyle, bize rüya gibi bir akşam hediye etti.
Harikaydınız çocuklar, hep böyle olun :)

09 December 2011

tasarımsal denemeler...

Hadi dedim, blog tasarımım çok sade, biraz renklendireyim, ohooo, kayboldum tabi içinde, en güzeli sadesiymiş. Eski haline de dönemedim, işte şimdi başlıkta bar bar bağıran bir vişne rengim var, bulabildiğim en sadesi bu oldu, dur bakalım, gene değiştiririm elbet de, şimdilik bu idare eder ...
Bugünkü yazı bu değil, bu bir ara nağme:)
Hadi görüşürüz.

08 December 2011

insan doğası

Bu akşam,  Tehlikeli İlişki  (A Dangerous Method) adlı filme gittik. Film; özet olarak Freud ve Jung dönemini , psikanalizin doğuşunu anlatıyor.
Güzel filmdi. Freud ve Jung'u tekrar okumak istedim.
Şu insan doğası ne kadar karmaşık... Şu an biraz yorgun hissediyorum...
Fatih Özgüven de filmle ilgili bir eleştiri yazısı yazmış. Beğendim, okumak isterseniz Fatih'e tık...
Hadi iyi geceler...

ashura

Blogu yazarken bir taraftan da bugün yaptığım aşureyi yiyorum. Bugün suları içtik, yağmurda yürüyüş yaptık, oldu mu şu vakitte şimdi bu aşure? oldu oldu, pek güzel oldu...
Hürrem'i izleyince, geçe kaldık yazmaya bu akşam.
Bugün bir sunum hazırlamam gerektiği için, evden çalıştım. Çalıştım diyorum ama konsantre olana kadar öğleyi buldum. Bazen yapman gereken bir iş vardır ve sen onu yapmamak için binbir iş icat edersin ya, bugün aşure de güzel bir icat oldu bana.
Aşure sevdiğim tatlılardan, anneminkini çok severim, istiyorum ki, birkaç yemek ve tatlıda da olsa, bazı şeyleri ben de sürekli ve güzel yapayım. Bir de kızı olan aşure yaparmış diye bir hikaye duydum, doğru ya da değil, hoşuma gidiyor bu hikaye, ben de o bahaneyle bazı seneler aşure yapmaya kalkışıyorum.
Dün geceden ıslamıştım malzemeleri, tencerenin içine malzemeleri kattıkça, keyiflendim, terapi gibi geldi. Tabi malzemeler pişince, bir güzel şiştiler. 2 tencere kullanmak durumunda kaldım. Şekeri biraz kaçırdım gibi geldi baştan, tüm malzemeler karışınca, kıvamı tutturdum sanırım. Hoş şu an yediğim aşure, bütün suyunu çekmiş durumda ama olsun tadı güzel. Üstelik Defne ve Mit severek yediler, Defne yediyse, sınıfı geçmişimdir. Komşulara bile dağıttım. Allah kabul etsin dediler ama o maksatla yapmamıştım, gene de anlatmaya kalkmak da çok anlamlı olmayacaktı. Aşure günü de nasıl bir günmüş öyle, yok yok yani o günde...
Geçmiş yıllarda Ashura diye bir oyuna gitmiştik Garaj İstanbul'da, oyun Anadolu'daki kültürlerin, konuşulan dillerin zenginliği ve kaybolmakta olan değerler üzerineydi, etkileyici bir oyundu. Sonunda da aşure veriyorlardı, o geldi şimdi aklıma...
Kitabı anlatmak yarına kaldı...
Hadi iyi geceler,

07 December 2011

her canlı ölümü tadacaktır.

Başlıktaki yazının nerede yazdığını bilir misiniz? Zincirlikuyu mezarlığının kapısında yazılıdır. Benim bu yazıyı ilk okumam hafif trajikomik bir şekilde olmuştu. Üniversite için İstanbul'a ilk geldiğimde, İstoş'un her yeri bana pek bir büyülü geliyordu. Zincirlikuyu civarına geldiğimde de, "ne kadar güzel burası, yemyeşil bir yer, neresi burası acaba" diye düşünürken, işte bu yazıyla karşılaştım ve anladım neresi olduğunu:)
Nereden çıktı bu ölüm konusu şimdi diyeceksiniz belki?
Bu akşam yemekte ondan bundan konuşurken pat diye Defne konuyu açıverdi:
"Anne ben ne zaman ölücem?"
"O da nerden çıktı şimdi?" (Şoklardayız, bu soruya çalışmamıştık henüz)
"Merak ediyorum""Hayattan gitmek mi demek?"
"Sen nerden duydun bunları?"
"Kendim soruyorum, bi yerden duymadım.
"Ne zaman öleceğimizi bilemeyiz ancak genelde yaşlanınca ölürüz."
"Kraliçe Elizabeth hala yaşıyor ama"
"Bazı insanlar çok uzun yaşar, 100 yaşına kadar yaşayan insanlar var."
"Yüz müüüü? Çokmuş""Ben ölmek istemiyorum."
"Hepimiz öleceğiz, bebek olarak doğar, çocuk, genç, yetişkin olarak yaşar, sonra da yaşlanınca ölürüz, bitkiler, hayvanlar gibi, onlar da ölür... (Hebe hübe, çok kitap cümleleri kuruyorum, Defne çok üstüme gelme, ne diyeceğimi bilemiyorum)
"Acaba en uzun yaşayan hayvan hangisi Defne?" (Hooop değiştirdim konuyu, Mit'in daha derin açıklamaları olacaktı ama neyse ki Defne'nin ilgisini dağıttım.)
Uzun ömürlü hayvanlarla ilgili tahminlerde bulunduk, sonra da internetten baktık, sizce en uzun süre yaşayan hayvan hangisi? Birkaç örnek;
-Bir kaplumbağa türü 120 yaşına kadar yaşarmış.
-Bir karga türünün 150 yaşına kadar tespit edilmiş. (buna pek inanamadım nedense?)
-Gene bir fil türü 72 yıl yaşarmış.
-At 50 sene, köpek 50 sene...

Neyse bugünü atlattık, sonra Mit'le konuşurken ölümle ilgili ne dememiz gerekir acaba diye düşündük. "Uzun süreli uyku" geldi aklıma. Birkaç kitaba bakmak gerek, ben okuduğum hamilelik kitaplarının doğum bölümlerini de okumaktan hafif kaçardım, sanırım bu bölümden de kaçıyorum biraz ama ölümden kaçış yok:)

Yok yok, zaten öleceğiz, güzel güzel yaşayalım, itişip kakışmayalım, sevelim sevilelim diyim en iyisi:)

Bugün Zeki Müren'in doğumgünüymüş. Anısına birkaç şarkısını dinledim. Bahçevan filminin şarkısını da sizinle paylaşıyorum. Hey gidi günler hey...
Sizin aklınıza gelen ilk Zeki Müren şarkıları neler?


Zeki Müren - Bahçevan1 - www.zekimuren.net ile  ssonmez

Yarın bir kitaptan bahsetmek istiyorum, bakalım yarın ola hayrola...

05 December 2011

gerçekten yok böyle dans!

Bugünkü yürüyüşümü yapacak vaktim olmadı, evde dans edeyim en iyisi dedim. Sonuçta maksat hareket etmek değil mi? Dansı da severim. Raslantı bu ya, TV'de de "Yok Böyle Dans" programı var. Bu programı birkaç kez seyretmiştik. Hatta Defne dans etmeyi çok seviyor diye, onun da bir süre programı seyretmesine izin vermiştik. Uzatmayayım, "hadi bu müziklerde dans edeyim" dedim. Jürimde kim var dersiniz? Tabi ki Defne! Bu insanlar sadece dans etse, aslında güzel bir program olabilir ancak başta sunucular olmak üzere, çok bayıltıcı konuşmalar oluyor. Neyse ben istifimi bozmadım ve 4 şarkı boyunca dans ettim! Yaptıkları figürleri yapmayı denedim biraz, canım çıktı. Aralardaki uzun konuşma seanslarında da dansıma devam ettim bi şekilde, walla iyi geldi:)
Yalnız jüri üyem çok acımasızdı.
Dans etmek için hazırlandığımı görünce, "Sana ancak 1 verirler" dedi.
Moralimi bozmadım.
İlk dansıma 0 puan verdi.
2. dansımdan sonra "üzüldün, yükselteyim bari, 1" dedi.
3. dansımda "bu sefer beğendim, 4" dedi.
4. dansta dayanamadı, o da kalktı, benimle dans etti, dans yönetimi ondaydı tabi. Puanım oldu 9:)

Bugünlük bu kadar, biraz okuyacağım. Foto çekme işi biraz zorlama oluyor sanırım, bugün foto çekmediğimi farkedince, balkondaki sıklamenleri çektim akşam. Çok vefakar çiçekler, 3 senedir, şıkır şıkır açıyorlar, hatırası olsun en azından:)

Hadi iyi geceler...

Dogi ile bir haftasonu...












Şafak sayar gibi, her günü başlıkta belirtmeye gerek yok sanki? Ayın kaçıysa o gündeyiz işte:)
Dogi kim derseniz, Dogi; Defne'nin okulunda karmaşık bir sırayla, her gün başka bir çocuğun evine misafirliğe giden peluş bir aslan! Dogi'nin bize 2. gelişi. Çocuklar için Dogi'nin ziyareti çok kıymetli anladığım kadarıyla, bize de 2 keredir haftasonu geliyor, yani çok şanslıyız. Biz de kendisine hizmette kusur etmemeye çalışıyoruz. Birlikte kulaktan kulağa bile oynadık (Defne, bir şekilde iletişimi sağladı:) Defne'nin Dogi'ye taktığı küpeler, bilezikler, gözlüklerle Dogi aslandan çok maymuna döndü ama bir tarzı da oldu kabul etmeliyim! Defne'nin söylediğine göre Dogi de peynir ve zeytin sevmiyormuş, o da beyaz ekmek, reçel, yumurta, kurufasulye, pilav ve bolonez makarna seviyormuş, bak sen? Dogi kendisine ilk defa küpe takan biri olduğu için çok mutlu olmuş. Dogi'nin bir de kız arkadaşı varmış...Güzel güzel yazıyor hikayeleri Defne...
Dogi bugün bizimle Emirgan'da kahvaltıya, parkta yürüyüşe, organik pazara gitti ve çok yoruldu. Defne'yle serildiler yatağa.
Bugün pazar günü için biraz aktif bir gün oldu gerçekten.
Meloşlar'a 2 saatliğine Defne'yi bırakabileceğimizi öğrenince, bir de Entelköy Efeköy'e Karşı adlı filme gittik. Organik pazardan sonra gitmemiz komik oldu, filmde biraz kendi halimize güldük anlayacağınız. Verilmek istenen mesajları biraz didaktik bulsam da, keyifli bir filmdi. Yönetmen Yüksel Aksu'nun Dondurmam_Gaymak filmini de severek izlemiştim. Ayrıca şu an geçici de olsa, Leyla ve Mecnun dizisinin yönetmeni olması da kendisine olan sempatimi arttırıyor. Bu arada, Leyla ile Mecnun'un esas yönetmeni Onur Ünlü'nün "Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi" filminden bahsetmezsem ayıp olur. Türkiye'de de böyle başarılı absürd komedi filmleri çekilebiliyormuş demek. Filmin Eskişehir'de geçmesi de hoşuma gitti. Halaa filmle ilgili bazı kareler aklıma geldikçe gülüyorum. Onur Ünlü hasta imiş, umarım biran önce iyileşir.
Bugünkü filmden bir müzik ekleyerek ayrılıyorum aranızdan.

Yarın görüşmek üzere...

03 December 2011

3. gün ...



Kafa kazan! Yatarak yazabiliyorum ancak. Bütün günü leyla gibi geçirdim.
Dün gece kızlarla dışarı çıkmıştık. İçelim güselleşelim derken, kopup gitmişim. Çoooook uzun zamandır böyle sarhoş olmamıştım. Bir şey değil ne zaman koptuğumu ne ben ne çevremdekiler anladı. Ama ayağa kalkınca herşey anlaşıldı tabi! Çok şanslıyım ki, müthiş arkadaşlarım var.Gecelerini sarhoş arkadaşlarını ayıltmakla geçirmeyi planlamıyorlardı muhtemelen ama sağolsunlar sayelerinde gözümü açabildim. Hoş Sibel sabahki emekleme hallerimi de biliyor ama o kadar detaya girmeyeyim artık...
Sabah Defne beni evde göremeyince, Mit Defne'ye evde olmama sebebimi açıklamış. İşte "eğlencede içkiyi biraz kaçırmış annen, Sibel'de kalmış vs..." "Eğlenmek demek içki içmek mi demek?İçmeseymiş" diye söylenmiş Defne:)
Neyse, bir müsibet bin nasihattan iyidir derler ya, 30 günlük plana alkol almamayı da ekleyeceğim. Gerçekten alkol sınırı aşınca iyi olmuyor. Ben bile Dr.Jekyll-Mr Hide tarzı bir değişime giriyorum ki, kendimden korkuyorum.
Bugüne gelirsek, bugün hava harikaydı, taksiyle eve dönüyordum, son dakikada kaptanı Caddebostan sahil tarafına döndürdüm. Buğulu kafayla bir banka oturdum, gözlerimi kapadım ve güneşin tadını çıkarmaya çalıştım. Başta çok parlak değildim ancak sonra kağnı hızında da olsa, yürüyüş bile yaptım. Defne'yle Mit de geldi sonra sahile. Tabi Defne'nin enerjisine bugün hiç ayak uyduramadım. Neyse ki, o da halimden anladı biraz, evde bana kitaplar okudu. Ben de ara ara uyuklayabildim bu sayede. Ama günün sonunda, "sen de bugün benimle hiç ilgilenmedin" diye lafını koydu da yattı.
Olabilir Defne'cim, insanız işte.
Fotoları çekiyorum ancak şu an yükleyecek durumum yok. topluca yüklerim bu gidişle...
Defne'nin çok sevdiği Katy Perry'nin HotN Cold parçasıyla aranızdan ayrılıyorum.
http://www.youtube.com/watch?v=kTHNpusq654

Hadi herkes kendine iyi baksın...

02 December 2011

2.gün fıııırrrlatmaaa beni!

Selam,
Bugün eve geç döneceğim için, şimdiden yazayım istedim.
Günüm iş sebebiyle Viaport civarında geçti, yani uzun süre TEM'de memleketimin estetik dolu binalarını seyretme fırsatı buldum. Neyse olumsuz bir cümle yok...
Gözüm gönlüm açılsın diye, birkaç foto çektim bahçemizden. Mucizeler yaratmasa bile bu 30 gün, farkındalığımın artmasına yarayacak o kesin...
Bugün için aşağıdaki şarkı ve klibi seçerek huzurlarınızdan ayrılıyorum, yorumu size bırakıyorum ancak youtube'daki yorumları da okumanızı tavsiye ederim;)
Sevgiler...

http://www.youtube.com/watch?v=po6PS-7Q1XM

ilk günün panlığı

12 olmadan yazmalıyıııım:)
Evet ilk günde, birdenbire hayatım değişmedi elbet ancak günde kaç bardak su tükettiğimin bile farkına varmak iyi geldi!
Yeterli su içtiğimi sanırdım, bugün baktım, 5. bardak suyu daha yeni bitirmişim.
Bugün TEDx'in İstanbul'da düzenlediği, kadınlarla ilgili bir söyleşiye gidecektim. Gittim de, ancak söyleşi, programda belirtilen vakitten 1 saat sonra başlayacağı için biraz canım sıkıldı. Sonra videodan seyrederim dedim ve çıktım. Bu kararıma şaştım aslında, çünkü Salt Galata'nın yerine ulaşmak bile oldukça fazla zamanımı almıştı. Neyse öyle karar verdim. Bu söyleşiden bahsedemeyeceğim yani bugün:)
Şişhane taraflarında bugünkü fotoğrafımı da çektim, sanat eseri olduğu söylenemez ama çektim işte!
Şanslıyım ki, karşıya trafik çok bastırmadan geçebildim. Acıbadem Hastanesi'nin yanında küçük bir park var. Dedim bugün yarım saatlik yürüyüşümü burada yapayım. İyi dedim de, kıyafet işini biraz daha düşünmem gerekecek sanırım. Tamam, topuksuz çizme giymeyi akıl ettim bugün ama akşamın ayazında mini etekle yürümek pek akıllıca olmadı tabi! Çantayı da yoketmek gerek. Yarına daha hazırlıklı olacağım!
Bugün çok uzun zamandır göremediğim canım kuzenimle, Skype üzerinden de olsa bol bol konuşabildik, günümüz güzelleşti.
İlk gün biraz panlıklar yaptım tabi ama bu düzen bir süre sonra akışa oturur gibi geliyor bana...
Hadi bakalım, iyi geceler...

30 November 2011

30 günlüğüne yeni birşeyler deniyorum...

kaşındım, TED konuşmalarından ilgimi çeken bir konuşma olur mu diye bakınıyordum veeee ekteki videoyu buldum!

daha iyisini, daha içime sineni yapmak için ertelediğim birçok şeyi, minik minik aralık ayı boyunca yapmayı kafama koydum:

neler yapacağım?
-bloga her gün yazacağım, az da olsa her gün!bazen sadece merhaba da olabilir tabi:)
-her gün foto çekeceğim (bu aksiyon fikrini matt abiden aldım ama hoşuma gitti, belki her gün çektiğim fotolardan bloga koyarım;)
-her gün yarım saat yürüyeceğim. (spor yaptığım günleri yürümeye sayarım.)
-her gün en az 50 sayfa kitap okuyacağım. (kitap okuyorum elbet ancak bazen elime alacak halim olmuyor yorgunluktan, böyle sayfa okuma baskısına da gelemem ben ama, neyse şimdilik 50 diyeyim, kitabına göre bu artar azalır, pek net olmadım sanki?:)
-her gün en az 5 bardak su içeceğim. (su içiyorum ama günde ne kadar içtiğimin farkında değilim.)

neleri yapmayacağım?
bu maddeler hemen aklıma gelmedi, geldikçe yazarım;
-gece çok geç yatmayacağım.
-internete saatlerce takılıp kalmayacağım.
-...
hadi bakalım iyi aralık'lar...

defne'nin hediyesi

o kadar zaman bloga girmezsen, şifren bile unutulur gider işte füs...şifreyi yenileyene kadar göbeğim çatladı!
oysa ki sadece, defne'nin dayıma ve meloş'a hediye ettiği resmi koyacaktım bloga...
defne geçenlerde ilk defa meloşlar'da yatılı olarak kalacaktı, çok heyecanlıydı, onlara bir resim yapacağım dedi ve bu resmi yapıverdi.
çok söze gerek yok, resmin bir yanında elele tutuşmuş dayım ve meloş, diğer yanında mutlu ve huzurlu defne var, çiçek filan da götürdüğümüz yoktu dayımlara ama öyle çizmek istemiş:) özellikle yüz ifadeleri çok hoşuma gitti...


normalde "I love" yerine "love I"'ı tercih ediyor defne, netekim resmi koyduğu zarfta kendi tarzına dönmüş:)

26 September 2011

şimdi okullu olduk...

Hani dönüşümüz muhteşem olmuştu, olmuşsa da,sönüşümüz çabuk olmuş:)
Neyse Eylül ayındaki 2. yazımız olacak, buna da şükür...
Yazmak için konu başlıklarını belirttiğim konuların kimi güncelliğini kaybetti, bu arada gündeme yeni konular geldi oturdu!
O yüzden hala yazmak istediğim şeyleri yazacağım. Mesela;Patti Smith'in yazdığı "Çoluk Çocuk" kitabından çok etkilendim. Patti Smith, Robert Mapplethorpe ile yaşadıkları dönemin hikayesini yazmış. Çok samimi ve naif bir dille yazmış, özellikle aralarındaki ilişkinin gücü beni çok etkiledi. Yolları ayrılsa bile, birbirlerinden hiç kopmamaları, birbirlerini her zaman ve her şekilde oldukları gibi kabul etmeleri,koruyup kollamaları gerçekten hayranlık uyandırıcı.Patti Smith'in çok sadık bir dinleyicisi değildim ancak bu kitabı okuduktan sonra, kadına duyduğum sempati ve saygının arttığını kesinlikle söyleyebilirim.
"Taş Devri Diyeti"'ni bir sonraki yazıda ayrıntılı olarak yazacağım.
,
Gündeme oturan en önemli konu ise; yaklaşık 2-3 hafta önce başlayan Defne'nin anaokulu! Evet Defne kendi deyimiyle artık "hazırlık" sınıfına gidiyor.Okul seçimi detaylarına hiç girmeyeceğim. Bu okulu seçmemizin en önemli nedeni, okulun eve yürüyüş mesafesinde olması. Defne'yi okula yürüyerek götürüp geliyoruz. Zaten eskiden hepimiz evimize en yakın okula gitmez miydik? Neyse,sabah herkes servislerle, arabalarla okula yetişmeye çalışırken, Defne ile sohbet ederek okula gitmek hoşuma gidiyor. Sabahları okuldaki tavşanlara marul veriyoruz bazen,kümesteki diğer hayvanlara selam veriyoruz...İşte bu sabah ritüeli bile iyi geliyor bana. Bu tabloya bakıp hemen okula adapte olduğumuzu sanmayın tabi. Defne çabuk adapte olmuş görünüyordu ancak geçen gün okul saatlerinin uzunluğu yüzünden siniri bozulmuş, yemekte "anne okulu seviyorum ama bu kadar uzun zaman okulda kalmak zorunda mıyım?" diyip ağlamaya başladı. Ah yavrum haklı tabi,8.20-16.20 arası okulda. Biz yarım gün gider gelirdik okula onun yaşındayken. Mithat'la kendi çocukluğumuzdan, öğrenciliğimizden bahsettik Defne'ye. Biraz rahatladı, sevmediği öğretmenler varmış, onları söyledi.Bizim de sevmediğimiz hocalar vardı Defne dedim ben ve bunu duyunca yüzü aydınlandı yavrumun. Aslında düşünüyorum da bende iz bırakan doğru dürüst pek bi hocam bile olmamış. Ne yazık...
Bizim okula adaptasyonumuza gelince, Mithat bana göre daha ılımlı, ben biraz daha tıktıkıyım. Önyargılı olmamaya çalışıyorum ancak hem velilerin bazılarında hem de okuldaki bazı yöneticilerde aynı tas aynı hamam ezberciliğini görüyorum.
Oryantasyonda,okul müdürü kadın Türk çocuklarıyla ilgili yapılmış bir araştırmadan bahsetti. Türk çocukları, okul öncesi dönemde; yaratıcılıkları ile ülkeler bazında ilk sıralarda yer alırken, okul dönemiyle birlikte yaratıcılıkları en alt sıralara düşüyormuş...Yani Milli Eğitim süzgecinden geçen her çocuk mis gibi oluyor, yok birbirimizden farkımız kıvamına getiriliyorlar, ne hoş, sonrasında da zaten çoğunluk içinde mutlu mesut yaşayıp gidiyoruz...
Ben ezberci eğitimden çok çektim sorgulamayı taaa üniversitede öğrendim diyebilirim tam anlamıyla. O yüzden birşeyler gerçekten değişsin artık diyorum. Okul öncesi dönemde cin gibi olan çocuklarımızı yanlış sistemlerle köreltmeyelim, doğrularımızı gözden geçirelim, ezbere birşeyleri yapmayalım istiyorum.
Umarım birşeyler değişmiştir eğitim sisteminde yıllar içinde...
Gelişmelerle tekrar karşınızda olacağız,
Hadi iyi geceler...