Featured Post

27 December 2009

sarhoş olun


Bu akşam, Defne'nin kış kitaplarından bahsedecektim ancak o modda değilim şu an. Defne yorgunuyum . Bu sıralar müthiş bir inatlaşma ve itişme içinde. Daha cümlemi bitirmeden ondan olumsuz bir cevap geleceğini biliyorum. Sakinliği elden bırakmadan çok dikkatli davranıyorum, bazen derin derin nefesler alıyorum. Nerelerde yanlış yapıyoruz diye sürekli düşünüyorum. 3.5 yaşında. Bu döneme çocukların erken ergenlik dönemi de deniliyormuş. Onca kitap okudum çocuk gelişimiyle ilgili ama teorikle pratik her zaman tutmuyor. Her çocuk başka bir kitap. Elbet geçecek diye kendime telkinlerde bulunuyorum ancak gün sonunda üzerimden tır geçmiş gibi oluyor.

O yüzden iyisi mi bugün kısa kesip başka dünyalara gireyim. Şu anki ruh durumuma Baudelaire'in ''Sarhoş olun'' şiiri çok uyuyor. Bir taraftan da bira içiyorum:) Hadi eyvallah!

Sarhoş olun.
Her zaman sarhoş olmalı. Her şey bunda: Tek sorun bu. Omuzlarınızı ezen, sizi toprağa doğru çeken Zaman'ın korkunç ağırlığını duymamak için, durmamacasına sarhoş olmalısınız.

Ama neyle? Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz. Ama sarhoş olun.

Ve bazı bazı , bir sarayın basamakları, bir hendeğin yeşil otları üzerinde, odanızın donuk yalnızlığı içinde, sarhoşluğunuz azalmış ya da büsbütün geçmiş bir durumda uyanırsanız, sorun yele, dalgaya, yıldıza, kuşa, saate sorun, her kaçan şeye, inleyen, yuvarlanan, şakıyan, konuşan her şeye sorun, ''saat kaç?'' deyin; yel , dalga, yıldız, kuş, saat hemen verecektir karşılığını: ''Sarhoş olma saatidir. Zamanın inim inim inleyen köleleri olmamak için sarhoş olun durmamacasına! Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz''

Charles Pierre Baudelaire, Paris Sıkıntısı, Tahsin Yücel çevirisi

Not:
Resim Zerrin Tekindor 'un bir eseri. Henüz tablolarından alabilmek nasip olmadı ancak çok seviyorum resimlerini...


20 December 2009

Dot'un 2 yeni oyunu

Bugün Mit'i yolcu etmek üzere, havaalanına gidiyoruz. Arabada Radyo Eksen şıkır şıkır Janis Joplin'i çalıyor. İnsan böyle iyi müzik çalınca bir havaya giriyor. Mit'i bıraktıktan sonra, sahil yolundan eve dönüş yolunu tutuyoruz Defne'yle. Hava kapalı, Kumkapı dolayında balık peşinde koşan kuşlarla güreşen güçlü dalgalar müthiş bir görüntü oluşturuyor. Dalıyorum biraz. Karşıya geçiyoruz, Bostancı yönünde istasyona gitmeye karar veriyorum ama o da ne? Girdiğim sokakta, caddeye giriş yönü yasaklanmış, pazar nasıl olsa, gireyim buradan birşey olmaz gibi bir anlık gaflet ve dalalete düşüyorum, geçiyorum ve bingooo, polisler beni bekliyor köşede! Diyecek birşey yok, %100 haksızım. Kuzu gibi ruhsat ve ehliyetimi çıkarıp veriyorum. Hayatımda ilk defa trafik cezası yiyorum, herşeyin bir ilki var tabi ama koyuyor. Defne sinirlenip yırtalım o cezayı diyor, anlatıyorum, eh işte pek ikna olmuyor ama yapacak birşey yok, hatalıyım.

Başka birşey yazacaktım ama nedense parmaklarım önce bunu yazmak istedi, masum değilsin Füs der gibi...

Dot'un oyunlarını takip eder misiniz? Geçen seneki Vur, Yağmala,Yeniden oyunlarını seyrettiğimden beri, ben sıkı takipçilerindenim. Vur, Yağmala, Yeniden 16 kısa oyundan oluşan bir oyun. Yazarı Mark Ravenhill. Oyunda; özgürlük ve demokrasi adı altında; savaşın anlamsızlığı, güçlünün zayıfa hükmedişi, iyilik&kötülük, içi boşalan cinsellik ve aşk gibi temalarla yokolan insanlık sorgulanıyor. Biz geçen sene, her oyun çıkışı sarsılır, arkadaşlarla uzun uzun oyunun felsefesini tartışırdık. Bu oyun, bu sene oynanmıyor ancak olur da toplu gösterim yaparlar veya DVD'si çıkar, kaçırmayın diye yazıyorum.


Bu sene 2 oyunları var. Shopping and F***ing ve Pornografi. Shopping and F***ing, yine Mark Ravenhill'in oyunu. Beyoğlu Mısır Apartmanında oynuyor. Oyunda, geçen seneki oyun gibi farklı toplumsal konulara değinilmiyor ancak oldukça cesur bir oyun. Cinsellik, uyuşturucu, aidiyet, alışveriş üzerinden gene insanların hastalıklı ruh halleri işleniyor. Geçen gün oyunların yönetmeni Murat Daltaban ile röportaj yapılmış, o da belirtmiş, 'artık hepimiz hastalandık' diye. Pornografi'nin yazarı ise Simon Stephens. Oyunda, Londra'nın 2012 olimpiyat şehri seçilmesi ile paralel zamanda gerçekleşen metro istasyonu-otobüs patlamalarının sıradan insanların hayatı üzerinde yarattığı etkiler işleniyor. Oyun Maçka G-Mall'da. Mark Ravenhill'in oyunları kadar etkilenmedim bu oyundan. Ama oyuncular çok iyi gene. Seyircilerin oturma alanları çok dar olduğu için, bir sıra gerçekten klostrofobi bastı beni, çığlık atıp oyuna fırlamak istedim. Bu sorunu umarım çözerler. Çözemezlerse de, ilk sırada oturun, diğer sıralara göre daha rahat bir oturma düzeni var. Ben ilk sırayı özellikle tercih etmiyordum, zira Dot'un oyunlarında in-yer-face -yüzevurumcu tiyatro-denen bir tarz uygulanıyor , oyuncunun her an seyirciyle interaktif bir ilişkiye geçişi söz konusu olabiliyor:) Hem de sizi sarsarak, hatta sizi ciddi ciddi cinayetten bile sorumlu tutabilirler:). Ama bu oyunda fazla interaktivite yok, siz beni dinleyin, ilk sırada rahatça oturun.
Bu oyunları izlemeye çalışın, sarsılırsınız belki ama sarsılmak iyidir:)

Bu arada, her oyundaki müzik seçimleri de müthiş, bahsetmeden geçmek ayıp olur...

İyi seyirler,




14 December 2009

okumakta olduğum kitaplar...

Yasmin beni mimledikten sonra, okuduğum kitapları yazmak farz oldu:) Özellikle son okuduğum kitaptan dolayı içim kıpır kıpır, sevdiğim herkese bu kitabı almak, onlarla kitap hakkında konuşmak istiyorum. Kitabın adı 'Özgürlüğün Manifestosu' yazarı Tom Hodgkinson.

Aslında bu tür iddialı kitap adlarına biraz mesafeli yaklaşırım ancak Radikal Cumartesi'de yazarla yapılan söyleşiyi okuduktan sonra, kitabın takibine düştüm. İyi ki de düşmüşüm...Yazarın hangi sözünden alıntı yapsam diye düşünüyorum da, hemen hemen her satırın altını çizdiğim için, seçim yapmakta zorlanıyorum. Kayda değer, şahane düşünceleri var. En iyisi kitabı alın, okuyun isterseniz yazışalım:)
(Bu arada bu blogu benden ve Yasmin'den başka birileri okumadığı için,bu yazışma kısmı biraz havada kalabilir, belki bu vesileyle başkalarını da haberdar ederim blogdan. Bu kitabı ne kadar çok kişi okursa o kadar iyi, insanların bir aksiyona geçeceğine inansam, Facebook'a bile yazacağım alın okuyun kitabı diye:)




Son aldığım kitaplardan biri de Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam'ı. Yusuf Atılgan'dan Anayurt Oteli'nden beri hafif çekinirdim. Belki de bu sebepten Aylak Adam'ı okumak konusunda bu kadar aylaklık ettim:). Yapı Kredi'nin Aylak Adam için, 50. yıla özel baskı yaptığını okumuştum. Geçen gün Kanat Atkaya Aylak Adam'dan bahsedince,iyice meraklandım. Yeni okumaya başladım.






Yankı Yazgan'ı çok sevdiğimi yazmıştım önceden. Düşe kalka büyümek kitabı bende yoktu. Hoş olmasa da, kitabı ara ara okurken görüyorum ki, bu yazdıklarını bir yerlerde hep okumuşum. Olsun, her daim başucunda bulundurulacak kitaplardan. Özellikle Defne coştuğu zaman ilaç niyetine okuyorum:)
Bahsedeceğim son 2 kitaptan biri Cahide Birgül'den Eflatun Koza . Cahide Birgül'ü aslında çok yakın bir zamanda Yıldırım Türker sayesinde tanımıştım. Kitabını aldıktan birkaç gün sonra, yayınevinin Cahide Birgül'le ilgili taziye mesajını görünce hem şaşırdım hem de üzüldüm. Geç keşfettiğim bir yazar, kitaplarını merak ediyorum. Geçen gün Radikal Kitap'ta gördüm, bu senenin en iyi romanları arasında Eflatun Koza da yer alıyormuş.




Son kitap da Ahmet Tulgar'dan Birbirimize. Kitabın arka kapağında yer alan yazıyı okuyunca kitabı hemen almak istedim. 'Gazete yazıları, öyküleri ve romanı ile yazı dünyamızın aykırı sesi olan Ahmet Tulgar, içinde yer aldığı toplumun kıyısında durarak gözlemlerini sürdüren bir yazar. Kendi sesinin özgünlüğünü korumasının belki de en önemli nedeni bu...Aykırı sesleri seviyorum.


Hepimize bol kitaplı, bol okumalı günler diliyorum:)


10 December 2009

working class hero

uzun bir aradan sonra john lennon'la merhaba:)


Working Class Hero

As soon as your born they make you feel small,
By giving you no time instead of it all,
Till the pain is so big you feel nothing at all,
A working class hero is something to be,
A working class hero is something to be.
They hurt you at home and they hit you at school,
They hate you if you're clever and they despise a fool,
Till you're so fucking crazy you can't follow their rules,
A working class hero is something to be,
A working class hero is something to be.
When they've tortured and scared you for twenty odd years,
Then they expect you to pick a career,
When you can't really function you're so full of fear,
A working class hero is something to be,
A working class hero is something to be.
Keep you doped with religion and sex and TV,
And you think you're so clever and classless and free,
But you're still fucking peasents as far as I can see,
A working class hero is something to be,
A working class hero is something to be.
There's room at the top they are telling you still,
But first you must learn how to smile as you kill,
If you want to be like the folks on the hill,
A working class hero is something to be.
A working class hero is something to be.
If you want to be a hero well just follow me,
If you want to be a hero well just follow me.

12 August 2009

herşey sende gizli

Konser sonrası, iş için koptum gittim İstoş'tan. Dünya gözüyle Leonard Cohen'i gördüm ya, hallelujah diyorum da başka birşey demiyorum. Bir de biraz daha yakından seyredebilsem şahane olacaktı. Uzaktan hala yakışıklı görünüyordu. Ses, duruş, hitap herşey enfesti. 75 yaşında 3 saat konser verebilen bu güzel insana geldiği ve bizi mutlu ettiği için tekrar teşekkür ediyorum:) (Tabi O'nu getirmek için verdikleri çabadan dolayı IKSV'ye de. Sponsorsuz da bu işi yapabildikleri için, ayrı bir saygı duydum kendilerine.)

Bugün bir başka güzel insana selam göndereceğim... Tam 10 yıl olmuş aramızdan ayrılalı Can Yücel... Ne kadar çabuk geçiyor zaman, umarım Datça'da keyfin yerindedir Can Baba:)

En sevdiğim şiirlerinden biri...

Herşey sende gizli

Yerin seni çektiği kadar ağırsın
Kanatların çırpındığı kadar hafif...
Kalbinin attığı kadar canlısın
Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç...
Sevdiklerin kadar iyisin
Nefret ettiklerin kadar kötü..
Ne renk olursa olsun kaşın gözün
Karşındakinin gördüğüdür rengin..
Yaşadıklarını kar sayma:
Yaşadığın kadar yakınsın sonuna;

Ne kadar yaşarsan yaşa,
Sevdiğin kadardır ömrün..
Gülebildiğin kadar mutlusun
Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin
Sakın bitti sanma her şeyi,

Sevdiğin kadar sevileceksin.
Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer
Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın
Bir gün yalan söyleyeceksen eğer
Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın.
Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret
Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın
Unutma yağmurun yağdığı kadar ıslaksın
Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak.
Kendini yalnız hissetiğin kadar yalnızsın
Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü.
Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin...

İşte budur hayat!
İşte budur yaşamak bunu hatırladığın kadar yaşarsın
Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün
Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun
Çiçek sulandığı kadar güzeldir
Kuşlar ötebildiği kadar sevimli
Bebek ağladığı kadar bebektir
Ve herşeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren,
Sevdiğin kadar sevilirsin...


CAN YÜCEL

06 August 2009

güzel insan leonard cohen




Hem çok şey yazmak istiyorum onun hakkında, hem de ne yazsam az kalacak diye düşünüyorum. O zaten söylenecek bütün güzel sözleri söylemiş. Zaten şimdi dinleme zamanı, konsere az kaldı:)

Bir tek Bono(U2)'nun söylediklerine minicik yer vereceğim, Leonard Cohen'in hissettirdiklerini çok iyi özetliyor çünkü: O seni hayatın her aşamasında yakalar...gençlikteki idealizmine sahiptir...ilişkin dağılırken seni yakalar...zorlukları atlatmak için daha yüksek bir şey aradığında, seni tüm evrelerde yakalar...

Hangi şarkısını bloga koysam? Hangisini koysam diğerine haksızlık olacak gibi geliyor. Anthem , waiting for the miracle, a thousand kisses deep, chelsea hotel, tower of song, I'm your man, dance me to the and of love, in my secret life, hallelujah, everbody knows...

İyisi mi kısa keseyim, sadece Leonard Cohen'in I'm your man belgeselini seyretmeden hayata veda etmeyin diyim ve gideyim...




26 July 2009

severim

sevdiğim şeyleri, aklıma geldikçe bloga koyayım dedim. şu an aklıma gelen 1-2 şey...


severim...

meyveyi dalından koparıp yemeyi...

en lezzetli meyve, dalından koparılan ve hemencecik yenilen meyvedir bana göre:) ağacın altında kendinden geçerek, ellerin mosmor olana kadar, dut koparıp yiyeceksin mesela...





akşamsefasını...
çocukluğumu hatırlatır bana hep, özellikle de anneannemi, onların bahçesini... bilenler bilir, akşamsefasının çiçekleri gündüz kapalıdır, akşam açarlar, hafif ama insanı mest eden bir kokusu vardır, koklamaya doyum olmaz:)

(Çiçekleri akşam açtığı için, maalesef flashlı çektim fotoyu, daha da güseller esasında)

şeftalili pastayı...
hemen hemen hiçbir pastanede şeftalili pasta yoktur, dayanmıyor sanırım. Hafif , lezzetli ve karakterlidir bana göre. O kadar çok severim ki, her doğumgünümde(şubatta olmasına rağmen) bi şeftalili pasta olaydı da yiyeydik olurum:)

(Fotoğrafı, yemekgünlüğüm adlı bir blogdan aldım. Kendim yaptığımda onun fotosunu koyayım:)
Aklıma bir sürü şey gelmeye başladı ama onları da sonra yazarım...

24 July 2009

haftanın sonu

Hafta sonuna uygun, çok hoş bir şarkı:)




Cuma günleri valiz hazırlamak gibi
Cuma günleri seninle ilkbahar gibi
Ellerini alıp dokunmamak gibi
Gözlerini görüp de bakmamak gibi
Hiçbir cumartesi günüm bi türlü yetmedi
Asla cumartesi gece sabahla bitmedi
Ben seninim, gece benim sabah benim
Sen beni hiç düşünme, ben hep böyleyim
Haftanın sonu bi nakarat gibi
Haftanın sonu, hep aynı sözleri
Pazar günleri pazartesi alır beni
Pazar günleri elimdeki balık gibi
Gözlerini görürken ağlamak gibi
Kıymetini giderken anlamak gibi
Haftanın sonu bi nakarat gibi
Haftanın sonu, hep aynı sözleri
Haftanın sonu bi nakarat gibi
Haftanın sonu, hep aynı günleri

23 July 2009

bir tat bir doku


Bugün bir arkadaşım, Sophie Hunger 'ın muhteşem bir konserinden bahsetmiş Facebook'ta, tanımıyordum kendisini, dinledim, çok hoşuma gitti, buyrun siz de dinleyin...



beauty above all

Here you are again and everyone's aware
Even the believers join in to the state
Afraid of insufficiencies they elsewhere must deny
They're shaken by the whispering gleam of what is passing by

Hello. hello Valentine

Here you are again with all what belongs to you
Reigning over dreams that to no one else come true
The weight of such a power would break it all in two
If only you would know - yet you just don't have a clue

Hello, hello Valentine
Secretly they cry

Here you are again and we offer all to you
The longing of the ugly of those who cannot choose
The longing of the strange by differences abused
They turn inside their uniform but wouldn't dare to prove

20 July 2009

Son dakikada Rock'n Coke




Cumartesi son dakikada 1 davetiye bulunca, diğer bileti alıp gitmek farz oldu Rock'n Coke'a. Annemler buradayken abarttık bu sıra, her bulduğumuz fırsatta dışardayız. Defne de biraz anane dede ile vakit geçirsin, di mi ama:)

Aylin Aslım'a yetişmek isterdim ve fakat pek erken çıktı o da sahneye. O sıcakta, insan o şarkıların havasına giremez ki. Aylin Aslım'a ayıp etmiş bence Rock'n Coke. Biraz daha geç çıkabilirdi. Juliette Lewis'i de kaçırdım. Halbuki kadını merak ediyordum, şarkılarını dinledim ancak görmek başka olsa gerek. Duman'ı yakaladık. Askerden döneli çok oldu Kaan sanırım ama askerlik yaramış diyeceğim, performansları çok iyiydi. Her sanatçı bu sıra Micheal Jackson'ı kendince anıyor gördüğüm kadarıyla. Duman da , "Beni yak kendini yak" şarkısının arasına "Billie Jean" cover'ı yapmış, hoş olmuş. Nine Inch sevenlerini memnun etmiştir herhalde, biz kendilerini biraz dinledikten sonra festival alanında dolaşmayı tercih ettik.

Rock'n Coke sayesinde Formula 1 pistlerini de görmüş olduk ama festival ortamı için alan biraz kuru kalmış. Festival alanında şööle biraz daha çimlik çimenlik alan arıyor insanın gözleri. Fazla beton, gençleri de biraz mesafeli kılmış sanki. Konserler haricinde pek bir sakin, efendi göründü gençler gözüme. Sponsor çadırlarında internete bağlanan gençlerin hepsinin mi ekranı Facebook'u gösterir, walla gösteriyordu, ne kudretli şeymiş şu Facebook!

Bambi bile yer almış festivalde. Tabi biz eski günlerin özlemiyle hemen birşeyler yedik oradan ama günün sıcaklığını ve etin bu ortama dayanıklılığını düşünmeden yemeğe daldığımız için, ertesi gün karın ağrısı ve hafif bir mide bulantısıyla güne merhaba dedik:)

Bu tür festivallerin yapılmasını, yaşatılmasını canı gönülden istiyorum ancak... Birkaç gazeteye baktım, kimse yazmamış, şu tuvalet işini çözememiş Rock'n Coke. O gün araba kullanma sırası Mithat'ta olduğu için, istediğim gibi içebilecektim ve fakat dayanılmaz tuvalet manzaralarıyla karşılaştıktan sonra, içmeyi azalttım, içimdeki son sıvıyı da hoplayıp zıplayarak atmaya çalıştım. Bu iş bu kadar zor değil, çözen festivaller var. Hani etraf çayır çimen olsa hiç sorun değil ama böyle bir yerde festival yapıyorsan, sadece yedirip içirmeyi düşünmeyeceksin, bunun bir de geri dönüşü var di mi ama...




Neyse Prodigy zaten ööle hoplayıp zıplattı ki, tuvalet ihtiyacını uzun süre düşünmedim. Eskiden Keith Flint'in görüntüsünden, kliplerinden korkardım ama müziğini severdim, aradan onca yıl geçmiş olmasına rağmen hala korkutucu görünüyordu ama ben korkmuyordum:) Gerçekten çok iyiydiler, iyi ki gelmişler!


17 July 2009

kendi tarihimizi yazmak



Gündüz Vassaf/Tarihi Yargılıyorum kitabından





... Geleceğin tarihçilerinin günümüze bakmalarındaki engelleri kaldırmanın yolu, teknoloji ve tekelleşmenin tehditlerine önlem alarak, hepimizin günün tarihçisi olması.

Kimimiz bir yerin, nesnenin, duygu ya da çağrışımların günlüğünü tutabilir,kimimiz o gün yaptıklarımızın. Kiminin konusu, çevresinde değişen doğayı kaydetmek olabilir, kiminin teması aşkın, özverinin tanıklığı. Kimi korkularını yazabilir, kimi rüyalarını. Kimi kartpostal biriktirir, kimi incik boncuk. "Gelecekten günümüze baktıklarında, ne bilmelerini isterdik?" sorusunun cevabını, bizim için değerli, keyifli olanları aktararak ayrı ayrı verebiliriz.
Fotoğrafla, ses kaydıyla, günümüzün kokuları ve dokularıyla her birimiz geleceğe mektuplarımızı yazabiliriz. Anne ve babalarımızın genlerini taşıdığımız gibi, günümüzün tarihini kaydetmeyi kuşaktan kuşağa sürdürebiliriz. Çıkarlarına ters geldiğinden, günümüzü olduğu gibi kaydetmek istemeyen güçlerin tarihimizin malzemesini belirlemesine müsaade edeceğimize göre, biz de kaydedelim aklımıza ne geliyorsa, içimizden ne geçiyorsa.


Gündüz Vassaf'ın bir de, son gazete yazısının linkini vermek istiyorum, lütfen okuyun:

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazarYazisi&Date=12.07.2009&ArticleID=944707






15 July 2009

günaydın


Çok zırvalamışım dün. Yazma git yat işte, insan en büyük itişmeyi kendiyle yaşıyor bu hayatta galiba. Akşam Defne'yi uyuturken uyuyakalmışım, sonra annem tarafından yatağa yollanırken amanin yazmadım oldum, cinleştim, dişleri fırçaladıktan sonra iyice ayıldım...

Gece geç yatmak iyi hoş da, sabah uyandığımda "aman da ne güsel, yeni bir gün başladı" ruh haliyle kalkanlardan değilim.Böyle kalkabilenlere de biraz gıcık oluyorum. Eksik uyku, eğer gününde değilse, Defne'nin vızıltılarıyla güne başlamak, ne giyeceğim düşüncesi, trafik nasıldır acaba, araba, d.otosu seçimleri...yatağa daha çok yapıştırıyor beni.

Yataktan kazındıktan ve kendimi bi şekilde dışarı attıktan sonra, hayat bi şekilde akıp gidiyor. İş evden çıkana kadar. Deniz otobüsüyle karşıya geçerken bak herkes kalkmış, bir yerlere gidiyor diyorum kendime. Genelde de herkes birşey okuyor. Benim için çok kıymetli zamanlar bunlar. Gazetemi ve kitabımı bu gidiş gelişlerde gayet iyi okuyorum. Çok büyük bir iş değil belki ama okuyabilince, hayatım o gün daha bi güzelleşip renkleniveriyor. Tabi sadece deniz otobüsünü kullanmakla işe ulaşabilsem super olurdu. Gidiş 3 vesait, dönüş 3 vesait her zaman çok hoş olmuyor. Geçen gün kabataş d.otobüsü iskelesinde bisiklet park alanı gördüm. İşe bisikletle gidip gelmek yıllardır hayalimdir. Dedim, demek böyle gidip gelen de var, neden olmasın? Bizim evden Bostancı'ya süper bir bisiklet güzergahı yok ama denemeye değer, bu işi araştıracağım, bisikletle d.otosuna gireni görmedim ama belki de farkında diildim.

Arada işe arabayla gitmek de güzel ama, ne yalan söyleyim, hele de trafik azsa(yoksa diyemiyorum) şahane. Aslında bu trafik ortamında, arabasında tek başına tıngır mıngır karşıya geçenlere sinir olurdum. Çünkü bu trafiği biz yaratıyoruz ama içinde söylenmekten başka birşey yapmıyoruz. Sesimizi çıkarıp daha iyi koşulları zorlamıyorsak, o trafikte saatlerce kalmaya müstehakız diye düşünüyorum. Bazen iş durumuna göre, trafik azaldıktan sonra evden çıktığım zamanlar oluyor , bir araçla 20-25 dakikada işe gidebiliyorsan, yol gerçekten eziyet olmaktan çıkıyor, keyif bile veriyor. Hele de radyoda sevdiğin bir program, müzik dinliyorsan güne iyi başlıyorsun. Bazen müziğe göre biraz gaza basmak da coşturuyor insanı. Yolda genelde Açık Radyo'dan Ömer Madra ve Avi'nin(soyadını unuttum) Açık Gazete adlı sabah programını dinliyorum. Konulara yaklaşımları hoşuma gidiyor. Tabi birçok şeyi sorgulamadan da duramıyorum. Mesela arabada tek başına gidip karbon gazlarını yakarken, Ömer Madra arabayla işe gittiğimi bilse bana ne kadar kızar diye düşünüyorum, o nasıl gidip geliyor işe acaba diyorum? hayatının her alanında düşündüğüyle yaptığı tutuyor mu , ne mutlu ona diye geçiriyorum içimden... diğer tartıştıkları konuları da düşünüyorum ama önce özeleştiri:).

Daha keyifli sorgulamalar yapmak istiyorsam, Ayça Şen Başkan ve Carlos dinliyorum, yolda bol bol gülüyorum. Virgin Radio 99.4 . Keşkem her kadın Ayça Şen gibin olsa, çok şen bi dünyamız olurdu. Dün internetteki Second Life'tan bahsettiler. Kendi dünyasından sıkılanların, hayallerindeki kişiyi yaratıp, istedikleri hayatı sanal alemde yaşamaya kalkmaları bir dereceye kadar eğlenceli olabilir, tabi o dereceyi kaçırıp, gerçekle sanal alem arasında bi kimlik problemi yaşanması da çok olası geliyor bana. Dr Jeeykıl, Mr Hide misali. Diyeceğim o ki, sanal ortamlarda yarattığımız şahane dünyaları, gerçek hayatımızda yaratmak için biraz daha sıksak, nası olur? Sıkmak sıkıyor genelde ama o sıkılma eşiğini aşamadığın zaman debelenmenin sonu gelmiyor sanki? First life'ımızın suyu mu çıktı? Bu gidişle çıkacak. Neyse bu second life ilgimi bu kadar çekiyor işte, teknolojiye karşı mesafeli duruyorum, Ayça da bu tarz birşey söyleyince, "oh be!" dedim "yalnız değilim", niye hepimiz her çıkan yeni şeye ilgi duymak zorundayız, duymazsak niye cahil hissettiriliyoruz?

Yazacak başka şeylerim vardı, sabahı bitiremedim, neyse bir yazı çok uzayınca kabak tadı veriyor zannımca, devamı 2 gün sonra...








14 July 2009

olgun insan

Bloga başladığım zamandan beri, kafamda sürekli birşeyler yazıyorum. Kafam kazan gibi! Şu işi halledeyim, sunumu da bitirmek gerek, trafiği de atlattım mı tamamdır, Defne'yi yuvadan bile alabilirim, akşama kadar biraz eğlenelim kuzuyla, arada konserleri, arkadaşları,aileyi de ihmal etmeyeyim, bi de Defne'yi uyutayım, bulaşık makinesini boşalttım mı tamamdır, beyazları da çamaşır makinesine koyayım tam oldu, benzeri koşuşturmacalarla zırt diye geçiveriyor zaman. Okumak, yazmak için genelde gece sessizliğini beklemem gerekiyor. Şu sıralar bünye yorgunluğu, uykusuzluğu kaldırmıyor. Genelde gün sonunda kafama eklenmiş yeni yazı konularıyla ağır bir uykuya dalıyorum. Yazayım da bi huzura ereyim istiyorum. Aslında teknoloji hala benim hayal ettiğim boyutta değil. Teknoloji, düşündüklerimizi (save now tekno) ve onay verdiklerimizi(publish post yawrucuğum, belli bir yakınlık kurulur zamanla teknoyla) kafadan bloga geçiriverse, iyi olmaz mı? her zaman değil, böyle zaman darlığı yaşadığımız zamanlarda:)
Neyse en iyisi yatıp uyuyayım şimdi. Kafamdakilerin, vakti geçmemiş olanlarını yarın yazacağım. Kendime söz veriyorum!
Hatta Konfiçyus'un sevdiğim bir sözünü yazayım da, şu anlamlı yazım taçlansın:)

Olgun insan, güzel söz söyleyen değil, söylediğini yapan ve yapabileceğini söyleyen insandır.

Yatayım değil mi?

06 July 2009

Defne'nin ilk yaz aşkı

Haftasonunda İstanbul yakınlarında bir yere kaçmak istediğimde, birkaç kere düşüneceğim bundan sonra. Çünkü sırf İstanbul yakınında diye, istenen konaklama fiyatlarına iyice canım sıkılmaya başladı. Haketseler birşey demeyeceğim. Bu doğayla başbaşa olma, butik otel keyfi yaşama kavramlarının da biraz içinin boşaltıldığını düşünüyorum.

Uzatmayayım, bu haftasonu Ağva yakınlarında Woodyville'ye gittik. Doğası güzeldi, odalar işte konsepte uygun basitlikteydi ama basit olsun diye kalitesiz malzeme kullanmak karşındakini enayi yerine koymak gibi geliyor bana. Banyoya koymuşsan duşakabin, tıngır tıngır her yeri açılmayacak. Böyle koyacaksan koyma daha iyi. Ya da havuz kenarına duş yaptırdıysan, o öyle dekor olarak durmayacak, açacaksın, su akacak içinden.


Tabi homurdanmaya gitmedik oraya, güsel bir haftasonu geçirmekti niyetimiz:)Zaten fotoğraftaki levhayı gördükten sonra, içinde bulunduğumuz ortamın aslında keyifli bir ortam olabileceğini düşündük:).Genç kalanların yerinin tadına, akşam yemeğinde varmaya başladık.Akşam yemek müziğimiz neydi bilin bakalım: Frank Sinatra:)Sabah kahvaltısına ise 2. dünya savaşı yıllarını hatırlatan tonda Lilli Marleen'li şarkılarla başladık. 2. günümüzün akşam yemeğinde duyduğumuz ud sesi, eğlenceli bir akşamın habercisiydi. Fasıl müziğini severim sevmesine de, hani gençtik, genç kalanların yerindeydik, niye şimdi hüzünlü hüzünlü maziyi yadediyorduk? Hadi biz çocuklu çiftleri geçtim, çıtır sevgilileri de mi düşünmüyorsunuz? Neyse 2. günün sabahında çalınan asansör müziğiyle nokta çoktan konmuştu gençliğimize.
Ama bu haftasonu gençliğimize asıl noktayı koyan Defne'ydi aslında. 3 yaş bir çocuğun en zor yaşı mıdır? Lütfen birileri evet desin. Çünkü şimdiye kadar birçok zorluğuna göğüs gerdiğim, mahalle baskısına direndiğim çocuk yetiştirme işinde çuvalladığımı düşünüyorum bu sıra. Her denilene mi itiraz edilir? Bu da can ya, bi kere de şu kadının istediğini yap di mi? Çok da zor değil istediğim. Islanan mikinisini değiştirmek. İlla aynı mikiniyle duracak Defne Hanım, çünkü o minikinin modeli benim mikinimle aynı model.(Bu konuda hazırlıklı diildim, anında çıkıyor yeni istekler, yoksa hepsini aynı modelde almam mı?) Tamam kurusun hemen giydireceğim kızım demek tabi ki nafile. Zaten öksürmekte olan kızımı ıslak bikiniyle dolaştıramam di mi? Çıplak halde manasızca bir tutturuş ve ağlama krizi başlayınca, babasıyla, onun görebileceği bir yere oturduk, o da uzuuuun uzuuuun ağlamaya devam etti. 3 ayrı kişi Defne'nin yanına gitti, 'noooldu çocuğum?' 'annen baban nerde?' 'niye ağlıyorsun?' gibi sorularda, Defne mazlum, biz zalim anne baba olarak göründük tabi ama gerçekten başka çare kalmamıştı. Sonra ne oldu? Mikini kurudu, giydirdik o mikinisini ve ağlama işi bitti. Ben de bittim.


Tabi haftasonu herşey bu kadar ters gitmedi. Enfes bir love story durumuna şahit olduk... 3 yaşındaki Defne ve 4.5 yaşındaki Hasan birbirine aşık oldu. Bunu ben söylemiyorum, hem çevredekiler söyledi hem de gördüm kızımın gözlerindeki neşeyi. Defne, Hasan'la havuzda 'küçüksün, hayır büyüküm' şeklinde bir tartışma ortamında tanıştı. Sonra bir şekilde arkadaş olmuşlar, nasıl oldu takip etmedim. Ama sanırım 'seni sevdim' gibi birşeyler söyledi Hasan'a. Hasan'ın da hoşuna gitti herhalde? Hasan'ın bir de arkadaşı vardı, adı Yunus. Yunus'la da hafif bir yarış durumu vardı sanırım. Bir sıra Hasan masa tenisi oynayanları seyrederken, Defne 'hadi koşalım Hasan' dedi. Hasan pek de gönüllü gelmedi arkasından Defne'nin, hatta 'yaa nerden de sevdin beni' dedi:) 'Peki Yunus'u sevdin mi?' diye sormayı da ihmal etmedi. Defne de 'hayır seni beğendim, Yunus'u beğenmedim' dedi. Sonra da Defne'ye 'annemin yanına gidebilir miyim' diye sordu. Ne sıra bu hale geldiler anlayamadım, sadece paralize şekilde onları dinledim, kitap okur gibi yaparken...

Sonra akşam başka çocuklar da aşklarından haberdar olmuş. Bir çocuk bana, 'Hasan, Defne'ye aşık olmuş, bana söyledi', dedi.Allaalla biz yemek yerken nooluyo? Başka bi çocuğun babası, 'ay Hasan çoktan Defne'yi kaptı, biz çekilelim' gibi laflar ettikçe, bilin bakalım kim köpürmelerden köpürmelere girdi? Mithat! Hali görülmeye değerdi:) Yaa küçücük çocuklar ne anlasın aşktan meşkten diye söylendi ama çocuklar birbirlerinin elini bırakmadı gece boyunca. Hatta Hasan akşam odalarında 'Defne'yi bi daa göremicem' diye ağlamış. Canım benim:) Sabah Defne 'Hasan Hasan' diye uyandı. Birlikte son bir havuz sefası yaptılar ve ayrıldılar. Defne eve giderken 'Hasan bize gelecek mi ? ne zaman gelecek?' diye sorup duruyordu. Eve geldiğimizde neyse ki tutturmadı Hasan'ı ama fotolara bakarken, defalarca Hasan'ın fotoğrafına bakmak istedi , yüzünde sanki çikolatalı pasta yemiş gibi bir mutluluk ve gülümseme vardı:) 'Nesini beğendin Hasan'ın?' diye sorduğumda, 'saçlarını' dedi, başka? 'kendisini işte...' daha ne sorup duruyorsun Füs, 'kendisini' diyor işte Defne, 'kendisini!'
Hasan'ın fotoğrafını bloga koymama izin veren Aslı Anne'ye ayrıca teşekkürler:)









30 June 2009

Canını Seven Kaçsın-Aylin Aslım


Yoksa beğenmedin mi noooldu hoşuna gitmedi miii?

Anladım ki bu blog işinde, bişi yazmak istiyorsan o sıra yazacaksın sonra o konuyu aynı istekte yazmak istemeyebiliyorsun. Öyle biriktirdiklerim var ama bakalım onların sırası gelecek mi? Çetin Altan'ın dediğin gibi; "bir şeyi yapmanın sırası onu istediğin andır." İstediğim an sırası gelir elbet...

Bu sıralar Aylin Aslım'la yatıp kalkıyorum. Bugün yaz günlerinde hiç seyretmediğim TV'yi açasım tuttuğunda, karşımda bulunca onu, yazayım dedim. TRT2'nin bir programına konuk olmuş. Spiker kadın ne kadar yapmacıksa, Aylin Aslım da o kadar samimi ve doğaldı. Müzikten başka en çok yemek yapmayı seviyormuş:) Müzik olmasa hayatımı sevenlerime yemek yapmakla geçirebilirim dedi. Hani bazı insanları tanımazsın ama seversin uzaktan, bugünkü programda daha çok sevdim kadını.

Haftasonunda da onunla ilgili bir röportaj okumuştum. Hayatının bu aşamasında en çok etkilendiği kitabı anlatmış. Clarissa Estes'in Kurtlarla Koşan Kadınlar .Dün kitapçıdan aldım ve aldığım gibi çöktüm kafeye okumaya başladım. Vahşi kadın dünyamızdan nasıl uzaklaştırıldığımız ve sindirildiğimizle ilgili bir kitap. Kitaptan ayrıca bahsedeceğim. Merakla okuyorum şu günlerde.

Tersten gidiyorum belki ama Aylin Aslım'ı bu sıra bu kadar sevmemin esas sebebi yeni çıkan albümü:
Canını Seven Kaçsın
Şahane, alın bangır bangır dinleyin işte, düzene meydan okuyan, canı sıkıldığında cevabını sakınmayan, dobra dobra, harika bir kadın dinlemek fena mı olur şu günlerde?

Her ruh haline gidecek şarkı var. Sözleri, melodileri pek hoş. Şarkılarını Defne'yle bile arabada söylüyoruz. Defne özellikle Aylin'in "hoşuna gitmedi mi?" şarkısının " hoşuna gitmedi miiiii? nakarat kısımlarını söylemeyi seviyor, orada ikimiz de bağırıyoruz. Şarkının "istersem soyunurum, istersem giyinirim" kısımlarını da severek söylüyor. Ne şahane yetiştiriyorum di mi kızımı? Bilsin, şimdiden bilsin bunları, hayata hazırlıklı olsun:)

22 June 2009

Mutluluk demişken



Yankı Yazgan'ı çok severim. Yankı Yazgan "Akıl Çizgileri" diye çok rahat okunabilecek yeni bir kitap çıkarmış. Defne bahçede suluboya yaparken, dakikada bir "anne şimdi ne renk boyamamı istersin?" diye zırt pırt bölse de beni, okuyabildim kitabı.

Mutlulukla ilgili yazdıklarından beğendiğim bir yazıyı bloga da koyayım dedim. Bu alıntıyı almamın, pazar gününe denk gelmesi de ilginç oldu:)

Mutlu olmak için mücadele gerekir. İnsan beyninin doğal hali pek "olumlu" sayılmaz;eğitim, sosyal yaşam, çalışma, o bizi zorlayan şeyler beynimizi aktifleştirerek iyimser düşünce sisteminin egemen olmasını sağlar. Depresyon; gayretle örülen bu iyimserlik kılıfının çıkması, derinin sıyrılıp alttaki dokuların belirivermesi gibi can acıtıcı bir etki gösterir. Mücadeleye ara verdiğinizde, sıkılmaya hazır olun. Pazarları düşünün. Pazar günleri, kimsenin tam ne yapacağına bir türlü karar veremeden akşamı ettiği, genellikle o gün için en istediği şeyleri yapamadığı, sonra da bir günümüz daha böyle geçti gitti diye hayıflandığı günlerin başında gelir. Sıkılmak, boş durduğumuzdaki sıkıntıdan çok farklıdır. Boş durmaya tahammül edebilenler, en mücadelecilerimizdir.

http://www.netkitap.com/ayrinti2.asp?id=87267

Her insanın en azından bir dönem çalışmaması; hayatta hanyayı konyayı anlaması, kendini tanıması açısından gerekli diye düşünüyorum ben de...

Bu arada bu yazının konusuyla çok ilgili olmasa da yazmak istediğim birşey daha var. Bugün Defne'yle alışveriş merkezine gitme gafletinde bulundum. Zaten alışveriş yapmayı sevmem, kararsızın tekiyim, isterim ki yanımda biri olsun, şu şu şu, tamam super, al gidelim desin, bitsin gitsin. Defne'yle böyle bir maceraya girişmem, bile bile ladesti ama ben kıyafet denerken kabinden çıkıp kendini başka bir kabine kitlemesi kadar ladeslik bir durum beklemiyordum tabi ki. " Anne ben burdayım" diye gayet mutlu bir saklambaç oyununa girdiği için ben de güldüm başta. Ama kabinin kilidini açamayınca, soğuk terler boşalmaya başladı benden. Defnecim şööle yap, bööle yap desem de nafile. Görevli kızlar hanfendi lütfen kulbu çevirsin, kulbun üstündeki tuşa bassın, anahtarı nerde bilmiyoruz dedikçe, güleyim mi ağlayım mı bilemedim. Yaa daha 3 yaşında nasıl yapsın? Görevli kızlar da boş durmadı tabi, siz 3 yaşındaki kızınıza mukayyet olamadınızsa biz naapalım bakışlarıyla beni yerden yere vurdular. Kabin anahtarlarının bulunmasını beklediğimiz 10 dakikada, Defne'yle kabin altından elele tutuşarak anne-kız dayanışması sergiledik, aslında halaa gülüyordum hatta Defne de ben gülüyorum diye gülüyordu ama kapıyı açacak anahtarlar bulunmasaydı, durumumuz vahimdi. Neyse bulundu anahtar da kavuştuk birbirimize. Şimdiii burada kıssadan hisse çıkarılabilecek 2 durum var: Çocuğun alışveriş merkezinde işi ne? Bi taraftan da alışveriş yapmak durumunda olan ve fakat çocuğunu o sırada birisine bırakamayan kadın naapsın? Hadi iyi geceler...

16 June 2009

Mutluluk...



Bu mutlu anı yakalayan Fırat'a teşekkürler:)

15 June 2009

Eskişehir'de bir hafta sonu...




Sevgi Soysal'in "Yenişehir'de bir öğle vakti" gibi bir başlık oldu. Evet bu hafta sonu memleketim Eskişehir'deydik. Defne'yle ana-kız bindik trene. Olur da Defne uyur diye; yine bir sürü gazete, dergi, kitap aldım yanıma. Hala öğrenemedim kızımı. Tabi ki uyumadı. Hiçbir çocuğun bizim pulmanda seyahat etmemesi de, sabrımı denemeye yönelik, planlanmış bir komplo gibi geldi bana. Neyse ki restaurantta 2 abla bulduk, onlarla neden doktor olduklarından, niye kırmızı oje sürdüklerine kadar engin bir sohbete daldık. 4 saatlik yolda, benim için tek başımayken bile büyük bir stres konusu olan, trende tuvalete gitme işini, Defne'yle tam 3 kez tekrarladık. Hem de alaturka tuvalette cambazlık yaparak. Kaka yapma girişimi de oldu Defne'nin ama benim kollarımda onu taşıyacak derman kalmadı, o da konfor eksikliği yaşadığı için bu faaliyeti gerçekleştiremedi haliyle.

Neyse vardık şehrimize. Eskişehir'in turistik bir şehir olacağını bundan 10-15 sene önce söyleseler, gülerdim. Haftasonları otellerde yer kalmıyormuş. İnsanın hoşuna gidiyor. Gerçekten güzel şeyler yapılıyor. Yapılan parklar bile yeterli benim için. Biz de turistik gezi yaptık. Kentpark'ta plaj bile yapmışlar. Her yer çiçek, ağaçlar genç ama büyüdüklerinde muhteşem olacak görüntüleri. Eskişehir'de öğrenci olmak varmış şu sıra, hem ucuz hem rahat hem de şehir gibi şehir. Bisikletinle dolaş şehirde alabildiğince.

Amma övdüm şehrimi, kendim de şaştım. Çünkü çok da ait hissetmiyorum aslında buraya kendimi, turist gibiyim, 18 yaşına kadar yaşadığım şehir bu şehir miydi gerçekten? İlkokuluma gittim kızımla. Okulumun bahçesini otopark yapmışlar, bizim köşe kapmaca oynadığımız yerler araba dolu şimdi. Okulun içine girmek için izin istedim, ne mutlu ki okulun içi aynı kalmış, sıralar dışında. Yaşamak istediğim hüzünle karışık mutluluk duygusunu en nihayetinde içerde yaşadım.

Bisküvi kokan şehir derdim eskiden şehrime. Okuldan aç karınla dönerken, Eti fabrikasının insanı mest eden bu bisküvi kokusunu, özellikle dışarı verdiğini düşünürdüm. Babamın bize fabrikadan getirdiği karışık bisküvi kolileri ise, en kıymetlilerimdendi.

Kısacası; biraz nostalji, biraz turistik gezi, bolca aile ile hoş bir haftasonu geçirdik Eskişehir'de. Bir de Defne'yle yaşadığımız tren yolculuğu sendromu olmasa:) Dönüşte gene aldım gazete ve dergileri. Hiç uslanmıyorum. Bu sefer emindim çünkü, Defne bütün gün açıkhavada koşturmuştu, mutlaka uyurdu. Uyumadı tabi ki, tersine bülbüller gibi şakıyıp, coştu. Bu sefer şanslıydım ki, arkadaş vardı pulmanda, bir de tuvalete hiç gitmedik:) Bir tane gazeteye bakabildim. Bundan daha büyük mutluluk olabilir mi?

12 June 2009

Parantezin içindeki çizgi

Kitaplarda Ölmek

Adı,soyadı,
Açılır parantez
Doğduğu yıl,çizgi,öldüğü yıl,bitti
Kapanır parantez

O şimdi kitaplarda bir isim, bir soyadı
Bir parantez içinde doğum, ölüm yılları
...
Parantezin içindeki çizgi
Ne varsa orada
Ümidi, korkusu, gözyaşları, sevinci
Ne varsa orada

Behçet Necatigil


Behçet Necatigil'in bu şiirini bilmiyordum. Bugün Defne yolda uyuyakaldığı için, Remzi Kitapevi'nde kitap gazetesini karıştırabilme şansım oldu, iyi ki de olmuş. Şiirin adı hüzünlü ama bana hüzünlü gelmedi şiir, hayatı güsel özetlemiş, sevdim.

07 June 2009

Kiraz Çiçekleri

Bloga başlama günüm daha doğrusu gecem bu geceymiş...Öncelikle bu blogu bana açan yasmin'e teşekkür:) Bakalım teknoloji cambazı olarak neler yapacağım blog dünyasında...

Fonda Damien Rice çalıyor. Bu pirinç soyadlı şahsı bilirdim ama bir arkadaşım sayesinde, daha bi tanır oldum kendisini , sesi de güsel, şarkı sözleri de, bakalım ekleyebilirsem bi de şarkısını ekleyim.



Blogun adı Vişne Çekirdeği, anlatacağım film Kiraz Çiçekleri...Seviyorum galiba bu çekirdekli familyayı...

Film festivali tarihimde, bilet almadığım filmlere, seans öncesi " bileti olan var mı? bir bilet, bir bilet!" diyerek girmişliğim çoktur hatta girememişliğim hiç olmamıştı, taa ki bu filme kadar! Hiç bu kadar sefilce " bileeeet, sadece bir bileeet" dediğimi hatırlamıyorum. Ne talep varmış filme. Allah'tan benim gibi olan 4-5 kişi daha vardı. Film başladı, biz içeri giremedik ama yarım saat sinemanın kapısı önünde siftindik. Öyle ya, Emek sinemasının emektar çalışanlarının bizi kaç filme sessizce almışlığı vardı, niye olmasındı... Ama bu sefer uzun saçlı,havalı İKSV görevlisi kurallara sadıktı, havalıydı ama olayın ruhunu kaçırmıştı. Siftinenler arasında bizden yaşça oldukça büyük bir hanım " hala böyle şeyler için burada direnen insanları görmek iyi geldi bana " dedi. Yaptığımız bişi yoktu esasında ama bu sözler iyi hissettirdi beni:)

Kaçırdığım bu filmi geçen gece evde Mithat ile izleme şansım oldu. Çaktırmadan sarsan filmlerden. Filmin sonunda ikimiz de burnumuzu çekiyorduk fırk fırk. Sarstı. Halaa etkisindeyim. Yaşarken kaçırdıklarımız, görmediklerimizle ilgili. Konusu kısaca aşağıdaki gibi. Bu arada ben bol bol kiraz çiçeklerini göreceğimi sanıyordum ama çok da ona odaklanmamış Doris Dörrie. Seyredilmesini tavsiye ederim.


05 February 2009

VİŞNE



















14 şubat 2008