Featured Post

31 December 2012

iyi seneler:)

bu ay her gün yazacağımı söylemiştim değil mi?:) önce eğitim, sonra grip ve son hafta bastıran iş yoğunluğu...eğitimle birlikte açılan pandora'nın kutusu...bu kutuyla ne yapacağımı tam bilememenin verdiği hafif panik, sıkışma, sindirememe, gelgit halleri...
ooof nasıl bir yeni yıl yazısı oluyor:) yok yok şu an gayet iyi hissediyorum kendimi! ama insanın kendini deşmesi, şöyle bir sarsması lazım arada...bu dönemde; kendi arızalarımı görmek, onların kimini kabul edip kimini değiştirmekle ilgili aksiyon planları yapmak iyi geldi bana...

bu yazıyı yazarken gene, şule gürbüz'ü düşündüm, seneyi şule gürbüz ile kapatayım istedim:

...insan kendini değerlendirmede karınca ve diğer herşey gibi sade, memnun ve yolunda değil. Yani oluşa razı değil. Bir yapsa yaptığını fark eden on bakış arıyor, bulduğu anda da daha yapmaktan vazgeçiyor, seyirlik oluyor. Ama kendinden razı olmak, rıza göstermek, olanı beğenmek, sofrasını beğenmek, kendi içini açıp da şöyle bir "fena da değil" demek çok da kolay birşey değil... 

işte ben 2013'te bu işi kolaylaştırmaya niyetleniyorum:) "kendinden razı olmak" ne güzel bir tanımlama değil mi?

senenin son gününü bu düşüncelerle yolculuyorum. içerde yılbaşı için uydurduğum yemek pişiyor ya da yanıyor! mit de evde. o da birşeyler yazıyor. birazdan defne'yi okuldan almaya gideceğiz. akşam; kafamıza göre müzik, dans, şarap, arkadaş sohbeti...ee daha ne olsun diyorum kendime...aklıma can yücel geliyor bu sefer de...
 "...arkadaşım hayat bu daha ne olsun? ama en önce ve illa ki sağlık olsun...

hepinize sevdiklerinizle sağlıklı, iyi seneler...

not: canlı, hareketli bir müzikle seneye veda edeyim istemiştim ama dilime fikret kızılok'un zaman değirmeninden bahsettiği "ama babacığım" şarkısı takıldı. çok güzel, hafif hüzünlü bir şarkı, senenin ilk günü iyi gelir sanırım:)

24 December 2012

and the waltz goes on...

uzun bir eğitim arası vermişim:) eğitim gerçekten yoğun ve hafif sarsıcıydı ama iyi ki gitmişim. "gestalt coaching" dünyasına ilk adımımı attım. adımlarımı zaman zaman yazacağım ama bugün değil:)
ara daha fazla uzamasın diye, iş arasında kısacık da olsa yazmak istedim.
*
eğitimde, sevgili oğul arkadaşımızın bizimle paylaştığı müzik videosunu sizinle paylaşmak istiyorum. o gün de gözlerim dolu dolu dinlemiştim müziği. bugün oğul facebook'tan videoyu tekrar paylaşınca, blogumdan ben de sizinle paylaşmak istedim.
anthony hopkins'i "kuzuların sessizliği'"nden beri hafif korkarak severdim. kendisinin bir de müzisyen yönü varmış, bilmiyordum. ne güzel bir beste yapmış. kendi bestesini dinlerkenki çocuk heyecanına hayran oldum.
bakalım siz nasıl bulacaksınız?

iyi dinlemeler...

12 December 2012

eğitim arası!

yoğun bir eğitime katılıyorum birkaç günlüğüne...eğitimde neler yaşayacağımı, burada neler anlatacağımı ben de merak ediyorum...dönüşte görüşmek üzere...
hepinize iyi geceler...

11 December 2012

cevaplar kitabı

ofise bir gün bir arkadaşımız eğlenceli bir kitap getirdi. adı "cevaplar kitabı". remzi kitabevi çıkarmış. o gün kafanızı karıştıran, henüz cevabını veremediğiniz bir sorunuz mu var? hemen kitabın kapağına dokunun, sorunuzu hissederek sorun ve ta ta ta taaa! cevabı açtığınız sayfada! işle ilgili tıkandığımız noktalarda, kafamızı dağıtıp, biraz eğlenmek için kitaba bakıyoruz arada. (kitabın bir de "aşk üzerine cevaplar" versiyonu çıkmış, ilginizi çekerse...)

neyse diyeceğim başka, kitap birkaç gündür evde, elden ele dolaşıyor. defne kitabı çok sevdi. kendi sorularını da bizim sorularımızı da, kendisi kitaba bakarak cevaplandırıyor. cevabı kendisinden almak biraz zaman alıyor ama olsun, okumayı bu kitap sayesinde sökecek gibi görünüyor:) sorularımızı soruyoruz, cevabı ailecek mantıksız bulursak, tekrar bir sayfa açıyor kızımız.

bugün soruları iyice abarttık, buyrun sorularımızdan bazıları ve cevapları:

defne: annem digiturk alacak mı?
cevap: farklı önerilere açık ol
(bravo kitap! cevabını çok beğenmese de, mantıklı bir açıklama geldiği için bu cevabı kabul etti defne)

defne: okula gitmezsem ne olur?
cevap: annene sor!
(hah haa, kitap gerçekten ne cevap vereceğini biliyor)

defne: annem babam benimle oynamazsa ne olur?
cevap: bu işi bilenlerin önerilerinden faydalan!
(işte arkadaşlarınla konuş defnecim, onlar neler yapıyormuş konuşursunuz, ee şimdi konuşamam ama, e napalım yarın konuşursun)

defne: annem makyaj yapmadan işe giderse ne olur? (zaten öyle gidiyorum hep:)
cevap: boşuna çaba sarf etme! 
(boşuna uğraşma işte, annen rahatına düşkün bir kadın, her gün makyajla uğraşmaz)

anne ağzımızın açık kalacağı bir soru sor!

füs: gittikçe gençleşecek miyim?
cevap: durum net değil
(nesi net değil? sorudaki mantık hatasını hissetti mi yoksa kitap? sistem arıza verdi:)

aynı soruyu mit de sordu.

mit'in cevabı: bu, sana pahalıya patlayacak!
(hah ha:)
....

bu sıralar kafanızı kurcalayan sorular varsa, size ilaç gibi gelecek bir kitap, almasanız da, kitapçıda bir iki sayfasına bakın, eğlenin derim...

günün sözü de oscar wilde'dan gelsin:

life is not complex. we are complex.
life is simple and the simple thing is the right thing.

iyi geceler...


10 December 2012

AÇEV ile "okuma günleri"

ikinci yazıyı ancak şimdi yazabiliyorum:)
*
AÇEV'in çocuklara yönelik düzenlediği "kitap okuma projesi"nden bahsetmek istiyorum. yıllardır gönüllülük üzerine arkadaşlarımla konuşuruz. ama hep birşeyler çıkar, ya düşündüğümüz şey bizim zamanımıza uymaz ya da istediğimiz şeyi bulamazdık. harekete geçmeye yeterince gönüllü değildik belli de...
doğru zaman bu zamanmış..."okuma günleri" adlı bu projede 6 hafta boyunca hafta sonları (uygunsanız hafta içleri) çocuklara kitap okuyorsunuz. (kitapları AÇEV seçiyor.) amaç çocukların kitap okuma alışkanlıklarını geliştirmek. araştırmalara göre yüksek sosyo-ekonomik seviyede yetişen çocuklar, 4 yaşına geldiklerinde 45 milyon kelime duyuyorken, düşük sosyo-ekonomik seviyede yetişen çocuklar sadece 13 milyon kelime duyuyormuş.
*
defne'ye her akşam kitap okuduğum için, bu işi kolaylıkla yapabilirim diye düşünmüştüm. gel gör ki, ilk hafta çocuklara kitap okumaya başladığım zaman, işin o kadar da kolay olmadığını anladım:) çocuğuna kitap okumakla 15-20 çocuğa sınıfta kitap okumak bir değilmiş! ilk hafta kitabı güzel okudum, kitabı okurken çocuklara da kitapla ilgili sorular sordum, katılım gösterip cevap verdikleri için de çok sevindim. amma velakin, kitap bittiğinde daha 1 saatlik zamanın dolmasına çok vakit vardı. hadi 2. kitabı da okuyayım dedim ve fakat çocukların ilgisi çoktan dağılmıştı. defne ile aynı yaşta oldukları için, defne'nin oynadığı oyunlardan bazılarını oynattım çocuklara, söylediği bazı tekerlemeleri çocuklarla birlikte söyledik. çocukların ilgisini çekmek için animasyon yönümü de kuvvetli tutmak gerektiğini farkettim.
*
tabi ilk haftaki hafif şaşkınlığımdan sonra, diğer haftalara defne'nin danışmanlığında hazırlıklı gittim. çocuklara okuyacağım her kitabı öncesinde defne'ye okudum. onun da fikrini alarak, çocuklara okuma sonrası o kitapla ilgili aktiviteler yaptırdım. mesela çocuklara "uçan balık" diye bir kitap okuyacaktım. (çizgileri güzel, keyifli bir kitap ancak içerikte takıldığım noktalar olduğunu söylemeliyim, mesela uçan balığın dedesi ölüyor ve kitapta bu durum uzun süreli uyuma olarak tanımlanıyor. içime sinmedi o şekilde okumak, daha önceden bu tür açıklamaların çocukları uyumaktan korkutabileceğini duymuştum. o tür yerleri biraz revize ederek okudum.)
neyse, aktivite olarak da, çocuklara hamurdan balık yaptırayım dedim. defne hemen bir kavanoz çizip "dur bir dakika, örnek yapmamı ister misin?" dedi ve hemen hamurdan güzel bir balık yaptı. çok sevindim tabi. hemen her hafta, defne yapacağımız aktiviteyle ilgili evde örnek çalışma yaptı. bazı çalışmalar, evde yapılan denemelerden sonra elendi:)
sınıfta çocukların yaptığı çeşit çeşit balıklar:)
*
çocuklara söz verdiğim üzere, dünkü son çalışmamıza defne'yi de götürdüm. defne geceden heyecanlanmaya başladı. sabah "utanıyorum, korkuyorum" gibi şeyler söyledi. itiraf etmeliyim ki, ben de heyecanlıydım. sabah arabayla diğer arkadaşı aldıktan sonra, defne biraz açılmaya başladı. ama okula geldiğimizde sınıfa giremedi. "kızım ben varım, ben okuyacağım kitabı" desem de içeri sokamadım, iyi mi? çocuklara dedim, "defne içeri girmiyor, siz davet ederseniz belki gelir?" çocuklar elinden tutarak, defne'yi sınıfa getirdi. neyse utangaçlık sınıfa girene kadar sürdü. sonra defne de diğer çocuklarla kitap okuma ve tartışma kısmına katıldı. hatta kitabın başlığını o okudu. kitap okuma sonrası, son günümüz olduğu için biraz parti yaptık, dansettik, birlikte fotoğraf çektik.
*
okul sonrası defne'nin izlenimlerini çok merak ediyordum. çok eğlendiğini söyledi. en çok hoşuma giden yorumu, "değer biliyorlar" demesi oldu. çocuk her yerde çocuk tabi ama çocuklardaki mütevazilik ve olgunluğu defne'nin görmesi hoşuma gitti.
*
bu projede her cumartesi sabah kalkıp, arabayla 2 okutman arkadaşı(öyle diyelim:) alarak belirlenen okula gittik. giderken de hep aramızda, çocuklar için neler yapabiliriz diye konuştuk. birbirimize fikirler verdik. birbirini hiç tanımayan insanlar arasında çocuklar sayesinde çok yakın bir diyalog gelişti. çocuklara 6 haftada okuma alışkanlığı kazandırabildik mi emin değilim ama ben onlardan çok şey öğrendim. çocukların yüzünde merak ifadesini görmek, onları gülümsetebilmek, en sessizinin bile her buluşmamızda biraz daha katılımcı olmaya çalışmasını farketmek beni çok mutlu etti.
*
bu yazıyı yazarken diğer yazılara nazaran biraz zorlandım. çünkü aslında çok büyük bir şey yapmadım. sadece çocuklara kitap okudum. üstelik bu tek tarafın verdiği birşey de değildi. biz çocuklarla hediyeleştik. onların enerjisi bana enerji verdi.
ama yazmak da istedim öte yandan. çünkü ben bu projeden 2 arkadaşıma bahsetmiştim. onlardan biri daha başladı okuma projesine ve o da çok iyi hissediyor kendini. o paylaşım bambaşka birşey. diğer arkadaşım ise, yeni işe başladığı için projeye katılamadı ancak o da sosyal sorumlulukla ilgili bir işe girdi.
facebook'ta, twitter'da birçok şeyden haberdar oluyoruz belki ama, haberdar olmanın ötesinde eyleme geçebilmek istedim. seyirci olmanın bir tık ötesine geçmek bana iyi geldi. o yüzden paylaşmak istedim sizinle. bu projeye katılmak isteyen olursa bana visnefus@gmail.com adresinden yazabilir, ilgililerle temas kurmada yardımcı olabilirim.
not: beni bu güzel projeyle tanıştıran canım arkadaşım banu'ya binlerce teşekkür...:)
*
son olarak, sizi bülent ortaçgil'in şarkısıyla başbaşa bırakıyorum. hani karar vermem gereken bir konu vardı ya, kararımı verdim:)


iyi geceler...


09 December 2012

sabun köpüğü

dün koşturmalı bir gündü, yazamadım. bugün 2 yazı yazarak arayı kapatayım diyorum:)

ilk konu biraz sabun köpüğü tadında gelebilir size ama mutluluk biraz da bu minik şeylerden aldığımız tadlarda değil mi?
sabun köpüğü derken gerçekten sabundan bahsedeceğim. sabun kokusu sever misiniz? ben bayılırım. çocukluğumda annanem, yeşil defne sabunlarıyla bizi hatturu hutturu yıkardı. saçlarımızı da sabunla yıkadığını söylememe gerek yok sanırım. o vakitler  hiç hoşlanmadığım yeşil sabunları, şu yaşımda bu kadar keyifle kullanacağımı söyleseler gülerdim. banyo yapmasam bile, zaman zaman banyodaki sabunları gidip kokluyorum, kokularını mis gibi içime çekiyorum. bunu yapınca hem çocukluğum geliyor aklıma, hem de güzel koku güzel bir his veriyor bana. favorim defne sabunu ama erguvanlı, güllü, lavantalı sabunları da seviyorum.
kokusu güzel şeyler insanı ne kadar keyiflendiriyor değil mi? gün nasıl geçerse geçsin; bir nergis, bir lavanta, bir kekik kokusuna ya da bir kahve kokusuna kayıtsız kalabilir mi bir insan?
peki siz hangi kokuları seviyorsunuz?
*
kokudan bahsedince, "scent of a woman" filmi geldi aklıma, buyrun tangoya...


bir de "günün sözü" işini çıkardım başıma ama her gün bir şekilde karşıma çıkıyor bir söz, bu da sözümüz olsun:

we grow neither better nor worse as we get old, but more like ourselves.
(may lamberton becker-american writer and critic)

diğer yazıda görüşmek üzere...

08 December 2012

la traviata-drinking song

genelde gece 12'den sonra yazdığım için, hep bir sonraki gün yazıyormuşum gibi oluyor.
neyse, önemli mi? değil!
hele bir iki kadeh içtin mi hiç değil:)
oh be hafif çakır keyif oldum, rahatladım. bugün gün boyunca, karar vermem gereken bir konu hakkında düşünmekten gerçekten kafayı yemiştim. internette konu ile ilgili bakmadığım yer kalmamıştı. hatta inanmayacaksınız kararsızlık üzerine yazılar bile okudum. o derece takıldım kaldım. karar verebildin mi derseniz elbette hala karar veremedim ama şu an sinirleri alınmış et kıvamındayım. ne gereksiz kasmışım kendimi. insanın kendine ettiğini kimse etmiyor walla.
o yüzden bugünü la traviata ile kapatalım diyorum. şarkıyı bilirsiniz muhtemelen, ben ingilizce sözlerini bilmediğim için, şimdiye kadar şarkının sadece melodisini seviyordum. bugün mit sayesinde sözlerini de öğrenmiş oldum. ne diyelim, içelim güzelleşelim...(bugünün özlü sözü bu olsun:)
hepinize mutlu rüyalar...

07 December 2012

aldım verdim ben seni yendim...

çamaşırları astım biraz önce.(gece yatmadan önce yapmak istemeyeceğim 10 şey'den biri!). gözümden uyku akıyor. deli füs kendine söz verdi ya, yazmadan yatarsa uykusu kaçar...
*
röportajı okuduğum sayı bir sonraki sayı
ama bu fotoğraf yazarın fotoğrafı
geçen haftalarda, yasmin'in tavsiyesiyle bir+bir adlı bir dergi almıştım. dergide şule gürbüz adlı yazarla bir röportaj yapılmış. kadını okudukça çok sevdim. yasmin daha önceki yazılarında bahsetmiş kadından ama ben o gün dergide okuduğumda tanıdım yazarı.
röportajı henüz yayınlanmamış internette. röportaj çıktığında belki siz de okursunuz. röportajdan farkındalıkla ilgili minik bir bölüm:
"...kaderini sevmek, hatta beğenmek gerekir. onun içinde ve onun ne yana seyirttiğini fark ederek tuhaf ve güzel bir uyum yakalanabilir. kendisine verileni ve başkasına verileni anlamak asıl en büyük farkına varıştır. sonrası ile baş edilebilir. yükselmeyi de zaten bu getirir. yalnızlık, ıssızlık, fakirlik hatta hastalık bile sevilebilir şeyler haline gelebilir. onu anlamak ve taşıyıp içinde durabilmek insanı enikonu birşey yapar. insan farkına varabildiğiyle de, farkına varıp az çok değiştirebildiği, değiştiremediği şeylerle de bir arada bir ömür geçiriyor. bunlarla ne oluyorsa oluyor. bu nedenle belki de insan ne oluyorsa daha ziyade kafasında oluyor..."

coşkuyla ölmek kitabındaki "ruhuna fatiha" öyküsünden bir bölümü paylaşarak yatıyorum...

bana derler ki; "verilenler günahları örter perdeler." ben de derim ki; "örtülüp perdelenecek şeyleri azaltmak daha iyi değil mi?"
bana derler ki; "verenin malı artar". ben de derim ki; "malım artsın diye vermek, vermek midir, almaya hazırlık mı?"
bana derelr ki; "öyle bir ver ki, sağ elin verdiğini sol elin görmesin, bilmesin" ben de derim ki;"peki bu sağ elleriniz nasıl bu kadar meşhur oldu?"
bana derler ki; "az sadaka çok kaza bela savar" ben de derim ki;" çoğunu verip gelecektekiler de dahil hepsini birden savuşturmak daha iyi değil mi o zaman?"
bana derler ki;"olmayanı verdiğinle sevindirmek mevcudunun zekatıdır" ben de derim ki; olmayan, olmayan olmaya, sen, verip de sevindiren olmaya, ne çabuk ne kolaylıkla alışmışsınız, rolleri değiştirmek, biraz da sen alıp da sevinen olmak ister misin?"
bana derler ki; "biz bize verilenlerle böyle olduk." ben de derim ki "sizin gibi olmamak için her şeyimi vermeye de, hiçbir şeyimi vermemeye de ahdettim."

düşünmeye değer değil mi?

iyi geceler...



06 December 2012

döne döne yaşamak!

bugün bir konferansa gittim. gerçekten beğendiğim tek bir sunum oldu. konuşmacı; sunumu canlı müzik eşliğinde yaptı, herşeyden önemlisi anlattıklarını yaşayarak, yaşatarak ruhla sundu. seçtiği görseller ve videolar da çok iyiydi. bir sıra kahkalarla güldüm gösterdiği videolara. işini gerçekten severek yapan biri diye düşündüm. sanırım videosunu paylaşacak. o zaman sunumu sizinle de paylaşırım.
gönül isterdi ki, tüm konuşmacılar böyle şaşırtıcı, sürprizli sunumlar yapsın...
*
neyse, bahsedeceğim konu başka...kahve molası sırasında standlardaki kitaplara bakıyordum. o sırada daha önceden TED'de konuşmasını izlediğim bir kadının(susan cain) kitabını gördüm. adı "sakinler de kazanır". kitabı almadım ancak kadının konuşmasını sevmiştim. hepimizin dışa dönük olmak üzere yetiştirildiği ve koşullandırıldığı şu çağda, içe dönüklüğe övgü niteliğinde bir konuşmaydı.
susan cain'in bu konuşmasını, hazır yeri gelmişken, sizinle paylaşmak istedim.






bugünün sözü de; kitaplara bakarken görüp, okuduğum bir sözden olsun:

zaman yaşamınızın parasıdır. sahip olduğunuz tek paradır ve nasıl harcayacağınızı yalnız siz belirleyebilirsiniz. dikkat edin de başkaları sizin yerinize harcamasın.
carl sandberg, amerikalı şair

(amerikanın şairi bile paralı bir söz söylüyor. benzetme yapılan nesne, başta size de antipatik gelebilir  ama sözün özü doğru geldi bana.)

istediğiniz zaman içe dönük, istediğiniz zaman dışa dönük geçirebileceğiniz bol paralı günler diliyorum sizlere;)

iyi geceler!


04 December 2012

gözlerimiz konuşsun...

dün 20 yıllık arkadaşımla bi güsel kafaları çektik. şahane bir akşamdı, ee dünden kalma olduğum için de, şu an biras leylayım ama değer...
o yüzden, bugün bir arkadaşımın gönderdiği alıntıyı sizinle paylaşarak kapatacağım geceyi...
*
Hintli bir ermiş, öğrencileri ile gezinirken Ganj nehri kenarında birbirlerine öfke içinde bağıran bir aile görmüş. 
Öğrencilerine dönüp “insanlar neden birbirlerine öfke ile bağırırlar?” diye sormuş.
Öğrencilerden biri “çünkü sükûnetimizi kaybederiz” deyince ermiş “ama öfkelendiğimiz insan yanı başımızdayken neden bağırırız? O kişiye söylemek istediklerimizi daha
alçak bir ses tonu ile de aktarabilecekken niye bağırırız?” diye tekrar sormuş.
Öğrencilerden ses çıkmayınca anlatmaya başlamış: “İki insan birbirine öfkelendiği zaman, kalpleri birbirinden uzaklaşır. Bu uzak mesafeden birbirlerinin kalplerine seslerini duyurabilmek için bağırmak zorunda kalırlar. Ne kadar çok öfkelenirlerse, arada açılan mesafeyi kapatabilmek için o kadar çok bağırmaları gerekir.”
“Peki, iki insan birbirini sevdiğinde ne olur? Birbirlerine bağırmak yerine sakince konuşurlar, çünkü kalpleri birbirine yakındır, arada mesafe ya yoktur ya da çok azdır. Peki, iki insan birbirini daha da fazla severse ne olur? Artık konuşmazlar, sadece fısıldaşırlar çünkü kalpleri birbirlerine daha da yakınlaşmıştır. Artık bir süre sonra konuşmalarına bile gerek kalmaz, sadece birbirlerine bakmaları yeterli olur. İşte birbirini gerçek anlamda seven iki insanın yakınlığı böyle bir şeydir.”
Daha sonra ermiş öğrencilerine bakarak şöyle devam etmiş: “Bu nedenle tartıştığınız zaman kalplerinizin arasına mesafe girmesine izin vermeyin. Aranıza mesafe koyacak sözcüklerden uzak durun. Aksi takdirde mesafenin arttığı öyle bir gün gelir ki, geriye dönüp birbirinize yakınlaşacak yolu bulamayabilirsiniz..

not:gene de arada ses ayarı yapmak iyi gelir bünyeye, rahatlanır, karşıdaki bi sarsılır, sonra sakin sakin oturulup konuşulur...tabi dozu abartmamak kaydıyla... hani içki için "kararında içiniz" diyorlar ya, o misal...


iyi geceler...

03 December 2012

oblivion

gerçekçi olmak gerekirse, her gün yazmak kolay iş değil. ama kendimi bu şekilde disipline etmezsem de, yazmayı erteledikçe erteliyorum...çok abartmadan yazmak lazım işte...bu ay böyle yazayım, sonra bir düzene girer elbet yazı düzenim:)
*
iş çok yoğundu bugün, ki hala bitmiş sayılmaz. ama bir ara vermek istedim.
bundan önceki aramda da, gözlerimi kapayıp bir müzik dinledim.
dün gazetede okumuştum. dot'un tiyatro oyuncularından gonca vuslateri, her sabah uyandığında; astor piazzolla'dan "oblivion"'u dinlermiş. astor piazzolla'yı ben de dinlerim ama bugün özellikle belirttiği parçayı dinledim, gözlerimi kapayarak...ofis ortamında bile, iyi geldi.
burada da paylaşayım. belki siz de seversiniz.
not: oblivion'un anlamını bilmiyordum, "unutulma, farkında olmama, kayıtsızlık" gibi bir anlamı varmış, hüzünlü bir hikaye anlatılıyor sanırım...


günün sözü de müzikle ilgili gelsin o halde...

müzik doğruca ruha seslenir, ruh da kendisini ancak müzik yardımıyla en iyi şekilde anlatabilir.
goethe

*
bu arada, her gün TED'den bir konuşma da dinleyemiyorum tabi ki ama o da dursun bir kenarda. belli mi olur, bir gün oturur birkaç konuşma birden dinlerim. hediye konusunu ayrıca yazacağım.
hadi hoşçakalın...




iyi geceler:)

bugünü de bitirdik! internetimiz çok yavaş ve uykum var. bugünü önümüzdeki günlerde telafi ederiz...
*
minik 1-2 şey yazıp yatıyorum...

tai-chi hocamız diyor ki;
nefesinizi iyi vermeye odaklanın, nefesinizi iyi verin ki, iyi nefes alabilesiniz...

gerçekten hep iyi nefes almaya çalışıyoruz. halbuki nefesimizi iyi verebilirsek, zaten doğal olarak iyi nefes de alabileceğiz...

herşeyde olduğu gibi; bu konuda da almaktan ziyade vermeye odaklanmak gerek zannımca...

*
günün sözü de, arkadaşımın bana bugün hediye ettiği bir kitaptan, kitabı okuyunca detaylarını da paylaşırım...

her çocuk bir sanatçıdır. sorun, büyüdükten sonra da sanatçı olarak kalabilmektir.
pablo picasso



bu sözü yazarken, aklıma defne'nin picasso'nun bir eserine bakarak çizdiği resim geldi, onu da paylaşayım istedim:)

iyi geceler,

01 December 2012

büyük dünya tarihi belgeseli

bugün sabah çocuklara kitap okumaya gitmem haricinde, tüm gün evdeydim. çok sakin, keyifli bir gün geçirdim.
yağmur yağıyor, seller akıyor, arap kızı camdan bakıyor modunda çayımı içip, gazete, kitap okudum.  defne ile; heidi ve aslan kral'ı seyrettik, müzik dinledik, evin tadını çıkarttık. mithat'ın dürtmesiyle akşamüstü hepbirlikte parka yürümeye gittik. başta çok nazlandık ana-kız ama iyi ki gitmişiz. yağmur sonrası mis gibi toprak kokusunu ve temiz havayı içimize çekerek yürüdük.
aralık'ın ilk gününü sevdim.
birazdan da ntv'de yayınlanacak bbc yapımı "büyük dünya tarihi"ni seyredeceğim. belgesel; tarihin önemli dönemlerini sıkmadan, güzel bir kurguda anlatıyor. tavsiye ederim.
cumartesi günleri 22.00'de yayınlanıyor. kaçırırsanız pazar 23.00'te tekrarı var.

sadece savaş sahneleri yok, geçen hafta buda ve konfüçyus dönemi anlatıldı mesela, çok hoşuma gitti. buda'nın hikayesini yazarım belki ama beni en çok etkileyen, buda'nın bir incir ağacının altında (bodhi ağacıymış) 49 gün sonunda aydınlanmış olduğunu öğrenmek oldu. buda bile 49 günde aydınlanıyorsa, çok yüklenmeyeyim kendime, bu hayat içinde aydınlana aydınlana yol alayım bana yeter...

buda'nın bir sözüyle iyi geceler...

önce gideceğin yolu öğren, sonra öğretmeye kalk...

not: bu yazıyı yayınlayana kadar, bu bölümü de seyrettim; bölümde; çin'in ünlü terracota askerleri, hindistan'ın büyük dönüşüm yaşayan imparatoru asoka, hristiyanlığın ve islamiyet'in doğuşu genel hatlarıyla anlatıldı. ilginiz varsa, yarınki tekrarı kaçırmayın derim.

30 November 2012

kaldığımız yerden devam...

görüyorum ki, tutarlı bir şekilde tutarsız aralıklarla yazıyorum...beni okuyan az sayıda kişi bilir, geçen sene aralık'ta, tam bir ay boyunca, her gün yazmış idim. bu sene de aralık'ta her gün yazmaya niyetlendim.

bugünkü yazı; kısa bir toparlama yazısı olsun. yarın, artık gün ne getirirse bize, onu yazarız...

yazmayalı neler yaptım? en son yazımda, mr'a girdiğimi yazmışım. nice mr çekimi ve doktordan sonra boyun fıtığı olduğum ortaya çıktı. yaklaşık 20 gün taktığım sevimsiz bir boyunluk, anlamsızca aldığım ilaçlar ve sadece lokal teşhis koyup, bende bir türlü iyileştirme sağlayamayan doktorlardan sonra; isyan ettim ve kendimi ancak kendimin tedavi edebileceğine hükmettim. yıllar önce okuduğum "düşünce gücüyle tedavi" kitabını aldım elime. hastalığın sonucundan ziyade, hastalığa sebep olan şeyler(!) üzerine yoğunlaştım. bu şeyleri çözdüğümde, ağrılarım da sızılarım da geçti. bir yeriniz ağrıyorsa, bu kitaba da bir göz atmanızı tavsiye ederim.
Kitap kapak resmi çok sevimli olmasa da, takılmayın, faydalı bir kitap!
bir konuyu belirtmeden de geçmeyim. hastalık sırasında 15 günlük fizik tedavi gördüm. fizik tedavi nedir diye merak ederdim. bana göre fizik tedavi; şefkat gösterme ve iyi hissettirme merkezi. öncelikle; 1 saat boyunca dünyayla tüm ilişiğini kesip sadece yattığın için, dinleniyorsun. sonra omzuna ılık ılık düşük voltajda bir elektrik akımı veriliyor, üzerine de, bir güzel masaj yapılıyor omzuna. en sonda da, rahatlatan hafif egzersizler yapıyorsun.
bu fizik tedaviden öğrendiğim; kendini sağlıklı tutmak istiyorsan; fiziksel egzersizini, hareketini aksatmayacaksın, enseyi hiçbir zaman karartmayacaksın, masaj, hamam gibi güzellikleri kendine çok görmeyeceksin. şanslıyım ki; defne çok güzel masaj yapıyor. ailemizin masözü oldu kendileri:)
neyse, sabahları artık hem boyun egzersizlerimi hem de tibet hareketlerini yapıyorum. güne iyi başlıyorum...

önce sağlık, diğerlerini zamanı geldikçe yazarım...

bakalım bu bir ay neler yapacağım?
yapmak istediklerimi yazayım gene de, bir şekilde lafta kalmasın, yapayım:)

-her gün blog yazacağım.
-her gün TED Talks'dan bir konuşma izlemeye çalışacağım. (izleyeceğim desem ya:)
-her gün egzersizlerimi yapacağım. (yarım saat yürüyüşü de ekleyelim buna füs)
-her gün beğendiğim bir sözü sevdiklerimle ve blogda paylaşacağım.
-her gün foto çekeceğim. (bundan hala emin değilim ama özeniyorum güzel foto çekmeye)
-her gün sevdiklerime, çevreme minik de olsa, bir hediye vermeye çalışacağım.(bu mithat'ın da yazısında belirttiği gibi; üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir konu bence...)

hadi bakalım, bugünün sözüyle kapatayım yazıyı...

insanda güzel olan sözdür.
yüzde güzel olan gözdür.
ama insanı insan yapan ağızdan çıkan sözdür...

mevlana

02 October 2012

daldan dala...

film ekimi'nden bahsedeceğim dedim ama bu gidişle kaçırdığım filmleri yazacağım sanırım:) dün işi kendimce gayet güsel ayarlamıştım ancak acil bir iş çıkınca, haliyle işten de geç çıktım ve 5 dakika ile filmi kaçırdım. eskiden azıcık gecikince, emek'te ne güsel filme alırlardı arka sıradan, nefes nefese koştuğumla kaldım. neyse, beyoğlu'na gitmişken hadi başka bir filme gireyim bari dedim ve "araf'"a girdim. film hakkında çok olumlu yorumlar okumuştum ancak gerçekçi sahneleriyle dünkü ruh halime çok hitap eden bir film olduğunu söyleyemeyeceğim. filmin üstüne bir de MR çektirdiğim düşünülürse, şahane bir film seçimi yapmadığım da ortada, neyse dünün de öyle bir gün olacağı varmış. geçti, gitti...

film ekimi'nde kayde değer bir film seyredersem, mutlaka yazacağım....

şimdiyse; okuduğum kitaplardan beğendiğim birkaç bölüm yazmak istiyorum:

"...Dünyamızda alışılmışın dışındaki her şeyin açıklanması gerekir ve bu hiç de masum bir gereklilik değildir. Açıklama yaparsınız, neden gösterirsiniz, makul gerekçeler sunarsınız, sonra bir de bakmışsınız tam da sizden açıklama bekleyenlerin dilini kullanıyorsunuz, kendi dilinizi değil. Birilerine açıklama borçluysanız, borcunuzu daima kendi dilinizi harcayarak ödersiniz. " 

(Sinek Isırıklarının Müellefi/Barış Bıçakçı-Yasmin'in verdiği bir kitap, okuması rahat, akıcı bir kitap)

"...Dünya karmaşık bir yer olduğu için bu oyuna katılmanız gerekmez. Bunun yerine, konu beslenmeden, fiziksel ya da zihinsel sağlığa ve mutluluğa kadar herhangi bir şey olduğunda sizi sadeliğin ve basitliğin yönlendirmesine izin verin."

(Tibet'in Gençlik Pınarı/Peter Kelder)

bu kitabı, tibet egzersizlerini yapmaya başladıktan sonra okudum, kitap işin daha çok felsefesini anlatıyor ancak ben işin egzersiz kısmından daha çok etkilendim. egzersizleri yapmaya mithat sayesinde başlamıştım. belki daha önceleri de yazmışımdır, spora çok yatkın bir tip değilim ancak tibet egzersizlerini her sabah yapıyorum kendimden beklenmeyecek bir disiplinle. iyi geliyor, bir kere zor değil, yani çok zor değil, topu topu 10-15 dakika sürüyor ve güne daha iyi bir nefesle, modla başlıyorum.
tibet egzersizleriyle ilgili bir video buldum internette, tabi ki ben bu adam gibi yapamıyorum hareketleri ama yaptığınız kadarıyla bile denemeye değer! gençlik pınarında yıkanıp gençleşeceğinizi düşünmediğiniz sürece, egzersizler gayet iyi geliyor bedene:)
tibet egzersiz videosu için tık!

iki kitap daha var bahsetmek istediğim...

birini banu tavsiye etmişti ısrarla, sen kesin seversin diye. adı "küçük vahşi". 40'lı yaşlara merdiven dayamış, maddeten oldukça iyi durumda ancak ruhen yolunu kaybetmiş bir adamın çocukluğuna yani özüne dönme isteğini konu edinen bir kitap. kitabı sevdim, hızlı okunuyor ancak hüzünlü bir hikayesi var, okuduktan sonra etkisinde kalıyorsun bir süre. çocukluğumuza dönme isteğimiz belki hepimizin içinde bir yerlerde var ama ne kadar olası, ne kadar gerçekçi? tartışılır...

diğer kitabın adı "cesur sorular"! onu ayrıntılı olarak başka yazıda yazacağım.

şimdi sizi çok severek izlediğim "take this waltz" filmine de isim babalığı yapmış leonard cohen'le başbaşa bırakıyorum. (take this waltz, son zamanlarda izlediğim en iyi filmlerden biriydi. asıl amacım, filmin içinde bu şarkıyı da kullandıkları müthiş sahneleri size izletmekti ancak öyle bir çalışma bulamadım youtube'da:( siz en iyisi filmi izleyin:)
bu arada geçtiğimiz ay, leonard cohen'i tekrar izleme fırsatı yakaladım istoş'ta ancak gerek mekanın anlamsız büyüklüğü gerek her saniye flashlı fotoğraf çekerek dikkat dağıtan izleyiciler, açıkhava'daki konserin tadını yaşatmadı bana. sen gene de bize bakma leo, çok yaşa, gene gel güzel insan buralara...)



üff çok şeyi bir anda yazdım, biriktirmeden yazmak istiyorum aslında. ama bunları yazmasam da aklımda kalacaktı...

hadi görüşmek üzere...

28 September 2012

yazmak, okumak üzerine...

uzun zaman oldu yazmayalı. keyfimden değil, babam rahatsızlandı, elim gitmedi yazmaya. çok şükür ki, iyi şu an babam...
o kadar çok şey vardı ki yazacağım...hepsi uçtu gitti aklımdan, daha doğrusu önemini yitirdi babam rahatsızlanınca...önemli zannettiğim ne varsa, hiçbir önemi olmadığını görüverdim o dönem. sevdiklerimize hiçbirşey olmazmış gibi yaşıyoruz, ya da hiç ölmeyecekmişiz gibi...halbuki hiçbir şey sür git değil bu hayatta, bir gün biz de çekip gideceğiz işte... bunu bilerek, zaman zaman bunu hatırlayarak yaşamak gerek...ben çok mu böyle yaşıyorum? elbette hayır ama azaltabileceğim ve çoğaltabileceğim birçok şey var hayatta, mesela ota boka takılarak, üzülerek geçirdiğim vakitleri azaltabilirim. sevdiklerime daha çok vakit ayırabilirim, onların tadını daha çok çıkartabilirim. gereksiz birçok şeyi hayatımdan atabilirim...
bu yapabileceklerim ve yapmayı tercih etmeyeceklerimin listesi uzun, şimdi o listeye girmeyeceğim...
ama şunu söyleyebilirim, daha çok yapmak istediklerimin içinde daha sık blog yazmak da var.
*
kendimizi ne kadar tanıyoruz? peki ya sevdiklerimizi? yazarak kendimi daha iyi tanıdığımı düşünüyorum, çok bilmediğim ya da görmezden geldiğim bazı hallerimi bu sayede farkediyorum belki de...aslında sevdiklerimizi de tam anlamıyla tanıdığımızdan emin değilim. hepimiz kendi bakış açımızla karşımızdaki kişiyi değerlendiriyoruz ve bu değerlendirmeye göre onu tanımlıyoruz. ama belki de bizim çizdiğimiz şablonla o kişinin özü, birbirleriyle çok da örtüşmüyor. demek istediğimi tam anlamıyla anlatabildiğimden emin değilim, belki bir örnekle daha net açıklayabilirim. mithat da blog tutmaya başladı, çok sık yazmıyor ama, arada yazıyor. onun yazılarını okuduğumda, şaşırıyorum zaman zaman. "aa mithat demek bu olayı bu şekilde görmüş, bu şekilde aktarmak istemiş. şu olaydan etkilenmiş, diğer olayı ne kadar komik gözlemlemiş, yazmış vs vs..."yani aynı evde yaşadığımız eşimin bile farklı yönlerini yazı ile görüyorum.
*
yazarak, okuyarak sanki daha çok özümüze dönüyoruz. o yüzden de belki, okuduğum kitaplardaki karakterleri bazen çevremdeki herkesten daha yakın hissedebiliyorum kendime. günlük hayatta doğal olarak, her duyguyu, düşünceyi dile getirmiyoruz, çoğu zaman yüzeysel yaşıyoruz. mesela çok da iyi tanımadığımız bir kişinin o an, o şekilde bakışının, gülümsemesinin veya kaşlarını çatmasının ardında neler yattığını çoğu zaman bilmiyoruz, düşünmüyoruz bile sebebini. etrafımızda çoğu dikkat etmediğimiz kişinin kimbilir nasıl bir iç dünyası, hayal gücü var? genelde aşık olduğumuzda büyülü geliyor karşımızdaki kişinin özellikleri, ya da o zaman farkına varıyoruz onun iç dünyasının özelliklerine, kendimizce...
*
bu sıralar sabahattin ali'nin "kürk mantolu madonna" kitabını okuyorum. bu kitabı yıllar önce okumuştum ama kimbilir nasıl okumuşum, hiçbirşey hatırlamıyorum. halbuki şu sıra çok da ilgiyle okuyorum. hikayenin kahramanı da sessiz, sakin biri dışardan bakıldığında, hatta silik biri ama gerçekte öyle olmadığını okudukça görüyoruz...belki herkesin derinliklerine inebilecek kadar vaktimiz ve halimiz yok hayatta ama en azından sevdiklerimizi daha fazla anlayabileceğimiz bir payımız vardır gibi geliyor bana...
*
hem kendime hem de bu satırları okuyanlara; her daim zengin hayal dünyası ve dünyayı sevme, güzellikleri, özellikleri görebilme becerisi diliyorum. (çalıştığım şirketlerin performans görüşmelerinde, hangi yetkinliklere sahip olmamız gerektiği konuşulurdu zamanında, bu beceriyi söyleyebilsem o yıllarda, güzel olurmuş:)

ted konuşmaları, son okuduğum kitaplar, film ekimi, etkilendiğim filmler gibi konular var aklımda, en kısa zamanda görüşmek üzere...


17 August 2012

ben ok'im, sen ok'sin!

evet, son zamanlarda okuyup etkilendiğim 2 kitaptan bahsetmek istiyorum size. yıllar boyunca kişisel gelişim kitaplarına hafif alaycı bir tavırla yaklaştım. ama gel gör ki, 40 yaşına merdiven dayadığım bu yıllarda, o kitapların da insana katabileceği şeyler olduğunu gördüm ve bu durumu kabul ettim. aferim bana:) (ama şunu da belirtmeliyim; bu kitapların kapaklarında yazan "milyonların hayatını değiştiren, mucizeler yaratan, hayatı bir kutlamaya çeviren kitap... gibi klişe tanımlamalar hala irite ediyor beni, gene de çok takılmamaya çalışıyorum.)
ilk kitap, aslında arkadaşlarımla bir sohbet sırasında ortaya çıktı. tam arkadaşıma "biz aslında yetişkin olmayı tam öğrenememiş bir toplumuz bence, ben kendimde de yetişkin hallerine daha yeni yeni rastlıyorum" gibi şeyler söylerken, arkadaşım(eğitim şirketinde çalışıyor kendisi) "füsun, sen transaksiyonel analiz kavramından bahsediyorsun" dedi. yani bilimsel birşeyler söylemişim farkında olmadan. psikolojide bu tür bir yaklaşım varmış. bu yaklaşım; insanın doğasında hem çocuk, hem ebeveyn hem de yetişkin yapısı barındırdığını söylüyor. konuyla ilgilendiğimi görünce, arkadaşım bana birkaç kitap tavsiye etti. bunlardan biri, yeni okuduğum; "ben ok'im, sen ok'sin!"kitabın çevirisi çok parlak değildi ancak içeriğini beğendim.
kitap diyor ki; hepimizin içinde; çocuk, ebeveyn ve yetişkin yapısı var ancak bir yetişkin olarak bizden; çocuk ve ebeveyn yapılarımızı yetişkin süzgecinden geçirerek dışarı yansıtmamız bekleniyor.
olumlu çocuk ve ebeveyn yapılarını bünyemizde bulundurmamız iyi birşey ancak çocuk ve ebeveyn denince, geçmişimiz tamamen de olumlu anılarla bezenmiş değil tabi ki...işte bunları farkedip, kendi geçmişimizle helalleşir ve yetişkin tavrıyla davranabilirsek, yetişkinliğe harika bir geçiş yapmış oluyoruz. hayatımızda...bilmediğimiz şeyler değil elbet ancak uygulamakta her zaman başarılı oluyor muyuz tartışılır...
çok havada gelmişse yazdıklarım, biraz daha ayaklarımız yere bassın, şöyle ki;

transaksiyon, bir kişiden gelen uyaran ve diğerinin ona yanıtı olarak tanımlanıyor. uyaran ve yanıtın çocuk, ebeveyn ve yetişkinin hangisinden geldiğini anlamanın ipuçları var: kelimeler, ses tonu, beden hareketleri, yüz ifadeleri...

şimdi o ipuçlarını yazıyorum, bakalım siz en çok hangi yapıda bulacaksınız kendinizi? ben kendi analizimi yaptım, kendimde çocuk ve ebeveyn yapılarını bolca gördüm. önemli olan; bunların farkında olmak ve bunların otomatik yanıtlarını vermeden, yetişkine uygun, sorgulayan, objektif yanıtlarla hareket edebilmek...bunun için gerekirse, içinizden 10'a kadar saymanızı bile tavsiye ediyor yazar.
bu ipuçlarını okuduktan sonra çevremi incelediğimde, kimin hangi yapıda davrandığını gözlemlemek, keyifli bir deneyim oldu benim için, hadi farkındalığınız bol olsun...

çocuk ipuçları (fiziksel)
-gözyaşı, ağlamaklı ses, titreyen dudak
-somurtmak, öfke nöbetleri, küsmek
-keyifli olmak, gülmek, tırnak yemek
-kıvırmak, kikirdemek

çocuk ipuçları (sözel)
-isterdim ki, isterim, bilmiyom, yapcam, sanırım, büyüdüğüm zaman
-en büyüğü, en iyisi benimki
-zavallı ben (herşey benim başıma geliyor)
-korkunç değil mi?

ebeveyn ipuçları(fiziksel)
-çatık kaş, uzatılmış işaret parmağı
-bükülmüş dudak, kafa sallamak
-eller kalçada, kollar göğüste kavuşmuş
-cık cık yapmak, iç çekmek
-ellerini avuşturmak

ebeveyn ipuçları (sözel)
-hayatım pahasına da olsa, asla yapmam
-şimdi daima şunu hatırla
-sana kaç defa söyledim. (ilk, son söylüyorum)
-eğer yerinde olsaydım.
-meli, malı...
-unutulmamalıdır ki, herkes bilir ki...

yetişkin ipuçları(fiziksel)
-yetişkin dinlerken, yüz ifadesi, gözleri,bedeni dinlediğini belli eder.
-hareketsiz olmak dinlememektir.
-baş yana doğru eğikse, aklında başka şeyle dinlemektedir.
-yetişkin; meraklı, coşkulu cocuğun ortaya çıkmasına izin verir.

yetişkin ipuçları(sözel)
-neden? ne, nerede, ne zaman? kim, nasıl?
-bu doğru mu? uygulanabilir mi?
-bu fikre nasıl vardın?
-karşılaştırırsak, olasılıklar? mümkün...
-objektif olarak, düşünüyorum ki, anlıyorum...bu benim fikrim...fikrimce...

(ayrıca yetişkin bireyi korur, almaktansa vermek daha kutsal diye düşünür, yetişkin için vermek gücün en üst düzeyde ifadesidir. yetişkin kendine samimidir. eğer senin değerini düşünürsem kendi değerimi de düşürürüm diye düşünür. ben ok'im, sen ok'sin:)

not: kitapta bol bol uygulamalar var, ben kitaptan çok kısa bir alıntı yaptım. kitapla ilgilenirseniz; çocuk ve ebeveyn davranışlarınızı ortaya çıkartabilecek egzersiz ve örnekleri kitapta görebilirsiniz, hatta kendi üzerinizde de uygulama yapabilirsiniz.

diğer kitabı, bir sonraki yazıda yazayım...
hadi görüşürüz...

16 August 2012

radikal, radikal midir?

selam,
bugün, okuduğum kitaplardan bahsedeceğim ama ondan önce canımı sıkan bir konu hakkında, sizinle ezgi başaran'ın yazısını paylaşacağım. yıldırım türker, radikal'den gazeteyle olan fikir ayrılığı sebebiyle ayrılmış, daha doğrusu işten çıkarılmış. kimseden çıt yok, ezgi başaran yazdı ama korkuyorum ki; onun da radikal'deki yazarlık hayatı bu gidişle uzun sürmeyecek...farklı fikirleri okuyamadan, olaylara farklı açılardan bakmayı öğrenemeden nasıl bir türkiye'de yaşamayı hayal ediyoruz acaba? ya da çok umurumuzda mı çevremizde neler olup bittiğini öğrenmek? mutlu mesut yaşayıp gidiyoruz işte...bilmeden, sorgulamadan, sürülerdeki kuzular gibi...
çok söze gerek yok aslında, ezgi gayet güzel yazmış zaten, lütfen okuyun...

ezgi başaran- işte böyle yıldırım'sız kalınacaktır!





14 August 2012

özlü sözlerden bir demet...

Daha önce sanal ortamda kaybettiğim yazıyı, bir arkadaşımdan destek alarak buldum:)
Onu paylaşıyorum. (Bu arada evde boya devam ediyor...)
*
Eski küçük ajandalarımı atmaya kıyamamışım bir türlü...Kaç sene biriktirmişim, pes Füs! Onları atmadığın sürece, onlar da sana bir yük, bilmez misin?
Neyse, tek tek ajandalara bakıp, hangi bilgiler lazım hangisi değil, eleme yapmak zor geldiği için, blogu kendime arkadaş olarak gördüm, birlikte eleyelim dedim...
Sene sene gidiyorum, hadi bakalım...
Başlangıç senesini görünce korkmayın, o senelerde ajandaya yazdığım, beni etkileyen birkaç sözü bloga geçireceğim o kadar. Ajandalarda genel olarak not aldıklarım ise; merak ettiğim müzikler, kitaplar, filmler, tiyatrolar, sergiler, insanlar, tabi bir de yapılması gerekenler... Biz sözleri yazalım, yeter! Ortaya ne çıkacak, ben de merak ediyorum...

2003:
Önemli olan, nelere değer verdiğin ve neleri önemsediğindir. Herşeyi ona göre duyar, görür ve hissedersin! (Bir Kızılderili söylemiş)

This time, like all times is a very good one, if we but know what to do with it. (Ralph Waldo Emerson)

Ufak tefek şeylerin önemi abartılmamalıdır. Örneğin yaşam ciddiye alınamayacak ölçüde kısadır. (Bentley)

Kolay yaşamak istiyor musun? Sürüde kal ve sürü sevgisi uğruna kendini unut! (Nietzsche)

Zor olduğu için cesaret edemediğimiz şeyler, biz cesaret edemediğimiz için zordurlar. (Seneca)

Kargalar ötmeye başlayınca, bülbüller susar. (Mevlana)

Yapılırken heyecan duyulmayan işler, başarılamaz. (Emerson)

Hiç kimse, sizin izniniz olmadan, size kendinizi değersiz hissettiremez. (Roosevelt)

2004:
Bu sene ajandaya hiç alıntı yapmamışım. Belki de başka defterime ya da günlüğüme yazdım, olabilir. Geçiniz.

2005:
Şarap sonsuz hayat kaynağıdır, iç
Gençlik sevincin pınarıdır, iç
Gamı yakar eritir ateş gibi
Sağlık sularından şifalıdır iç
(Ömer Hayyam)

İçelim güselleşelim havasındayım herhalde o sene:)

2006:
Defne'ye hamilelik, doğum derken; konular, alınan notlar çok farklılaşmış...Geçiyorum...

2007-2008-2009:
Bir şekilde atmışım o ajandaları, hayret:)

2010:
Defterime not aldığım konular benzer ancak takip ettiğim şeyler arasına internet, blog siteleri de ufaktan girmiş...

2011:
Başarılı biri olmaktan çok, değerli biri olmaya çalışın! (Einstein)

Anyone who stops learning is old, whether at 20 or 80.
Anyone who keeps learning stays young.
The greatest thing in life is to keep your mind young. (Henry Ford)

Bedeniniz, ruhunuzun arpıdır. Ondan tatlı bir müzik veya karmaşık sesler çıkarmak, sizin elinizdedir. (Halil Cibran)

Biz şaşırma duygusunu kaybetmiş bir toplumuz. Sürekli pornoya maruz kaldığı için artık normal herhangi bir şeyle uyarılamayan bir birey gibiyiz. Normal bir hayat sürmeye başlamadan, "şaşırma" duygusuna şaşırmadan da ruh sağlığına kavuşmamız pek mümkün olmayacak galiba. (Orhan Kemal Cengiz)

Gökyüzü gibi şu çocukluk...hiçbir yere gitmiyor...(Edip Cansever)

2012:
Never argue with stupid people, they will drag you down to their level and then beat you with experience. (Mark Twain)

Beni kötülerin zulmü değil, iyilerin sessizliği korkutuyor. (Martin Luther King)

Seçenekler sadece koşulsuz kulluk ve onun karşısında kulluğa isyan değildir. Üçüncü bir yol vardır, her gün binlerce insan tarafından seçilen üçüncü bir yol. Bu yol, sessizlik, rızaya dayalı bilmezden gelme ve içe göçmedir. (J.M. Coetzee)

Yazının başında, "ortaya ne çıkacak, merak ediyorum" diyordum, eh çok matah birşey çıkmadı belki ama bu vesileyle, defterleri gözden geçirmiş oldum:)

Arşivleme işini gözden geçirmemde fayda var...

Hadi iyi geceler...


konu ile alakasız ama eklemek istedim fotoyu.
portakal çiçeğinin nefis kokusunu bilir misiniz?
ben bu bahar o müthiş kokuyla tanıştım.
siz de bilmiyorsanız, nisan ayında bir portakal ağacı gölgesinde
hayatınızın ikinci baharını yaşayabilirsiniz:)

13 August 2012

evde minik değişimler...

Şu anda evin tek kullanılabilir yerinden yani mutfaktan yazıyorum. Ev dandini durumda, neden mi?
Bu sene Defne ilkokula başlıyor! Hadi dedik, bebek odasından çocuk odasına geçme vaktidir! Defne'nin odasını boyatalım, odayı biraz daha değiştirelim. Defne'ye odasını boyatma fikrini sorduğumda neşeyle atladı fikrin üstüne. "Evet boyatalım, lila olsun!" Super! Ben de havaya girdim, hemen boyacı ustayı aradım, bugün için anlaştık. Haftasonu Defne'nin odasını boşalttık. "Aaa odayı toplamaya başlayınca, kapladı mı beni bir hüzün?" Daldım gittim. Bir dönemin kapanışı işte! Gitti bebek bordürleri, boyanmış duvarlar, oynanmış oynanmamış oyuncaklar...Başlıyor işte yeni bir dönem...Neyse ki çabuk çıkardım kendimi o hüzünlü durumdan. Sonra diğer odaları dolaştım, "dur ya, bizim oda da boyansa iyi olur, ee salonun da vakti gelmiş" derken hemen hemen tüm evi boyatmaya karar verince, bugün kalakaldım tabi mutfakta. Usta, koku olmaz demişti ama gayet de keskin bir koku var etrafta, gece kalınmaz yani, hoş belki hole bir yer yatağı atarak evcilik misali uyuyabiliriz yerde? (Tabi bu şahane fikrimi henüz Mithat'la paylaşmadım. Defne'ye söylediğimde heyecanlanır diyordum, o bile pek ciddiye almadı beni:) Neyse akşam için dayımları  arasam fena olmayacak...Boya daha 3 gün sürecek, bakalım kahramanlarımızı nerelerde göreceğiz?
Ev bu kadar almış başını gitmişken iyi yazıyorum gene di mi? Ne yapayım, ustalar gitti, evden çalışmam bitti, Defne aşağıda arkadaşlarıyla oynuyor, Mit yolda, bi nefes alayım dedim! Semizotu da pişir beni diye bana bakıyor tezgahtan ama hiç kalkasım yok.

güle güle filli, zürafalı bordürler...

böyle salkım saçak saçlarla boya yapılır mı?

saçlarını toplattırmadı ama iyi duvar işi yaptı, saçları beyazladı çalışmaktan:)
Ev bir güsel yerleşsin(daha yolun çok başındayız ama:) daha yazacaklarım var...
Hadi görüşürüs...


08 August 2012

aşkın cep defteri

"Bir yerlerden başlamak lazım" demişti arkadaşım...
Ayyaş olup Paris'te kalmadığıma göre, yazmaya başlasam iyi olacak artık değil mi?:)
***
Bu sıra yoğun bir şekilde insan psikolojisiyle ilgili kitaplar okuyorum. Bu kitaplardan bahsedeceğim bir sıra. Ancak gecenin şu vakti, Murathan Mungan'a daha çok yakışıyor sanki. 
Geçenlerde, bir vesileyle, Defne ile ana-kız, 1 günlüğüne Küçükkuyu'da bir otelde kaldık. Mithat iş sebebiyle gelemedi maalesef ancak ana-kız otelde kalma tecrübesi de hoş bir tecrübe oldu. Defne, otele varır varmaz, orada hemen kendine bir arkadaş buldu. Ben de kendime arkadaş olarak Murathan Mungan'ı buldum:) Yazarın son kitaplarından: "Aşkın Cep Defteri" tam deniz kenarında okunacak tatlı bir kitap. Kitabın ilk yarısında; kediler, fotoğraflar gibi konularda minik minik yazılar var. Keyifli yazılar okudum aralarında. İkinci bölümde ise; aşk üzerine Mungan'ın düşünceleri yer alıyor. Ne güsel anlatmış aşkı Mungan. "İnsanlar yalnızca bana değil, aşkıma da aşık oluyorlar"demiş, boşa dememiş! 

Hoşuma giden sözlerinden birkaçını yazıyorum, kitabı okuma niyetiniz olabilir, hevesinizi kaçırmamak için çok fazla söz yazmayacağım.

Gündüz ağacın gölgesinde, akşam mehtabın ışığında bir çırpıda okuduğum kitapta, sanıyorum ki herkes kendinden birşeyler bulacaktır...

Aşktan çok şey bekliyoruz. Nihayetinde aşk bu. Onun da eti ne, budu ne?
*
Aşk haklılık, haksızlık kaldırmaz. Böyle şeylere takılmaz, bildiğini okur hep.
*
Aşkın mutlulukla ya da mutsuzlukla bir ilişkisi yoktur. Aşk, aşktır. Varsa da, gelip geçici bir haldir bu, kendi varlığı gibi. Zamanın size gülümsemesidir aşk. Tadının çıkarılması, keyfinin sürülmesi, ardından yasının tutulması neyinize yetmiyor?
*
Geçmiş yalnızca hatırlananlar değildir; önemli bir bölümünü de hayal edilenler oluşturur.
*
Aşk bir disiplindir. Birçok insanın aşkta başarısızlığı, onun aynı zamanda bir disiplin olduğunu bilmemesinden kaynaklanır. Aşk kalbe itaat, ilişkiye itina disiplinidir.
*
"Aşk sizce nedir?" gibi bir soruya yıllar yılı "aşk bir sudur, iç iç kudur" şeklinde karşılık vermiş insanlardan herhangi bir konuda, herhangi bir şey ümit edilebilir mi?
*
Aşk, bize hayatı yeniden keşfetme gücü verir. Belki de en büyük yararı budur.
*
Aşk basit bir şeydir, karmaşıklaştırmayın. Aşk karmaşık bir şeydir, basitleştirmeyin. Yerine göre ikisi de doğrudur.
*
Ruhunu, varoluşunu ancak kendisi bir aşkın öznesi olduğunda hissedebilmek, çok daha büyük bir noksanlığın işareti değil midir?
*
Aşk üzerine konuşurken saçmalamamak imkansızdır.
*
Bir yetişkinin, aşkı çocuk pervasızlığıyla yaşaması... Bence en ideali, en imkansızı.
*
Aşk insanın umudunu kesmemesi demektir. Güvenmenin, bağlanmanın, inanmanın hala mümkün olduğuna duyulan gereksinimi karşılar.
*
Aşk üzerine konuşurken melodrama kaçmaktan korkmayın. Aşkın en hakiki konusudur o. Yapmacık olan diğerleridir.
*
Gündüzleri gezdiklerine bakmayın; aşkın ve yazının anayurdu gecedir.

Aşk ve yazı dolu, iyi geceler diliyorum hepinize...





22 June 2012

tatil havası...

inanamıyorum, gerçekten dünkü yazdığım yazı kayıp...
yayınladığımdan eminim.
hatta arkadaşlarımın blog roll'larında yazı başlığı var, içeriği yok! "içerik sansürlendi mi acaba?" diye düşünmedim desem yalan olur ama o saçma düşünceden hemen sıyrıldım. muhtemelen mail adresimle birlikte, blog da hacklendi.
neyse, en iyisi yarın çıkacağımız tatilin havasına gireyim...

yarın, paris'in ayyaşı olmak üzere yola çıkıyoruz...çocuklarla:)

dönüşte görüşmek üzere...

Robert Doisneau-Hotel de Ville/Paris
Hangi şehir şaraba benzer?
Paris
İlk bardağı içersin buruktur
İkincide dumanı vurur başına,
Üçüncüde mümkünü yok
Masadan kalkmanın 
Garson bir şişe daha getir!
Ve artık nerede olsan, nereye gitsen
Paris'in ayyaşısın iki gözüm.

Nazım Hikmet

test

çok entresan bir durumla karşı karşıyayım.
dün yahoo adreslerim hacklenmiş:( bugün herkese abuk subuk şeyler gitmiş yahoo adresimden...
dün bloga yazdığım yazı da, sanal ortamda kaybolmuş gitmiş...
şu an test ediyorum. bakalım bu yazdığım çıkacak mı?

12 June 2012

3 kitap

Bu sıralar Ece Temelkuran'ın "Kayda Geçsin" kitabını okuyorum. Tatsız şeylerin iyice ayyuka çıktığı bugünlerde, kitabı okudukça, içim daha da bir sıkışıyor. Ama olsun sıkışşın, daha çok okuyayım, daha çok farkına varayım çevremizde olup bitenlerin, bi dürteyim kendimi, çevremi, daha çok insan uyansın derin uykusundan...
Bu kitaptan ve daha önce okuduğum 2 kitaptan, birkaç alıntı yapacağım. Farklı konular gibi görünse de, hepsi insanın doğasıyla ilgili durumlar, haller...Kafamı bu düşünceler meşgul ediyor bu sıra...
Ece Temelkuran/Kayda Geçsin 
"Faşizm, iki kişilik ilişkilerde başlar."(Ingerborg Bachman)
"Faşizm, kötü adamların aniden gelip iyi adamların ağzını burnunu kırması değildir. Faşizm, insanlığın insanlıktan ağır ağır sıyrılarak çıkmasıdır. Gözle görülemeyecek kadar ağır ağır ve küçük küçük işleyen bir süreçtir..."
"Faşizm, zamana yayar kendini. Kar uykusu gibi bir tereddüt yaratarak yapar bunu. "Acaba mı?" "Dur biraz daha bekleyelim", "Belki de korktuğumuz kadar kötü olmayabilir." cümleleri yavaş yavaş uyuşturur insanı. Çağımızın en büyük ilüzyonistidir; kötülüğü iyilik gibi gösterme becerisine sahiptir... "
"Faşizm insanları öncelikle öldürmez, dönüştürür. Faşizmin zaferi insanın hamurunu değiştirebilmedeki becerisidir. Önce yavaş yavaş insanlık haysiyeti ortadan kaldırılır. Rıza üreten ve zulmü katlanabilir hale getiren meşrulaştırma mekanizması çoğunluğun kafasına yerleştirildiğinde başlar oyun. Rızanın üretilmesi için ülkedeki insan hamurunun delilik yönünde değişmiş olması gerekir. Ve dünya tarihinden biliyoruz ki, insan hamuru yeterince tarumar edildiğinde, bir ülke delirebilir, toplumlar hastalanabilir ve hatta yatalak olup bir daha ayağa kalkamayabilir..."
"İnsanın, yine de, her şeye rağmen iyi olabileceğine, bu ülkenin içinde, dövüldükçe içinin çok derinine kaçmış bir iyilik tohumu olduğuna dair bir inatçı imanım var..."  
Not: Benim de umudum var, olmalı, kendimiz için olmasa bile en azından çocuklarımız için bu umudu korumalı, dişe dokunur birşeyler yapmalıyız...

Defne Suman/Mavi Orman
Yasmin'in "oku bak, seversin sen bu kitabı Füs" dediği bir kitap, bir yoga hocasının yoga ve hayat hakkında yazdıkları, bizim kuşaktan yazarı, sevdim kitabı, blogunu da okuyorum yazarın ara ara...Aşağıdaki alıntı, kitabın özü hakkında biraz fikir verecektir size diye düşünüyorum...
"Hocalarımın pek çoğundan da duydum: Yoganızın işe yarayıp yaramadığını anlamak için en yakınınızdaki ilişkilerinize bakın. Yogaya başladıktan sonra anne babanızla, eşinizle, çocuğunuzla, sevgilinizle ilişkileriniz daha dürüst, daha samimi, daha anlayışlı, daha sevecen bir yere geldi mi? Ötekinin duygularını anlıyor, ihtiyaçlarına saygı gösteriyor muyuz? Peki kendi ihtiyaçlarımızı, samimiyetle dile getirebiliyor, duyguları karıştırmadan rica etmeyi becerebiliyor muyuz? Öyle ise, yaptığımız yoga bize hizmet ediyor demektir. Yoksa bacağımızı omzumuzun üzerinden atmışız veya lotus pozunda hareketsiz iki saat oturmayı becermişiz, bunlar değil iyi yoganın ölçüsü."
Yani yaptığımız şeyi içselleştiremiyorsak, hepimize geçmiş olsun. Bu yoga olsun, meditasyon, spor, kişisel gelişim kitapları vs olsun... Sular seller gibi okusak da, sabahtan akşama koşsak da, saatlerce yazsak da, meditasyon yapsak da; işin özünü kavrayamadığımız, kendimizi dinleyip anlamadığımız, farkına varıp değişmediğimiz sürece, debelenmeye devam...

Victor Ananias/Yaşam Dönüşümdür

"...Hayatta olanlar karşısında kendinizi sık sık çaresiz, güçsüz ve umutsuz hissediyorsunuz. Ya da canınızı acıtan, çaresiz hissettiren bir olayla karşılaştığınızda, yalnızlık hissediyorsunuz. Ben bunları yazarken kendimden yola çıkıyorum, sıkça kendimi düşürdüğüm durumlardan...
Aile, tatil, içki, tv, bir sigara...Herhangi bir uyuşturucu giriyor devreye bu noktada ve zihin rahatlıyor, ta ki bir sonraki yeni debdebesi başlayana dek. Doğanın, başkalarının, hatta zihnimizin değil, bu bizim kısırdöngümüz.
Bu durumda ne yapılabilir? Ben ne yapıyorum? Zihnimin bir yerinden bu oyunlara girdiğini fark ettiğim anda, ona gülümsüyorum. "Seni seni" diyorum içimden yaramazın birini paylar gibi ve şımartmamak için hemen gerçek bir meşgaleye yöneltiyorum kendimi o anda, koşullar neye izin verirse...gerçek ve inanç ile yapılan bir iş ise, faydalı tohumlar veriyor zihnimde, bedenimde, ruhumda, çevremde yeşerecek..."

"...Özümüzde hepimiz doğada var olan bilimi anlayıp ilişki kurabilecek algı ve yetilere sahibiz. Bir küçük kuş, bir çiçek ya da bir bebeğe baktığımızda ihtiyacımız olan tüm sevgi, umut ve zenginliğin farkına varabiliriz."

"...Okuyarak, öğrenerek varamayacağım bilgeliğe, çıraklık ederek, inançla, teslimiyetle ve her seferinde "hayırlısı" için niyet ederek yaklaşabileceğimi keşfettim."

"...Kendini gerçekten iyi hissetmenin, sağlıklı olmanın, iletişim kurmanın, gelişmenin, topluma faydalı olmanın ve birçok aradığımız meziyetin en etkin aracı hizmet etmek.

"...Ne zaman kısa vadeli, kendi aklımla sınırlı hesap kitap yapsam, garantiye almaya çalışsam kazanmayı, başarılı olmayı ve kaybetmemeyi, işte o zaman en fazla kan kaybına uğruyorum yolumda yürürken. Oysa, ne zaman hizmet aşkım dorukta olsa, teslimiyet, birliğin farkındalığı duygum güçlü bir şekilde motive oluyor olsa, akıl edemeyeceğim boyutta ve güzellikte sonuçlarla ödüllendiğimi hissediyorum:)"

Not: Melek gibi bir adammış Victor. Melih Cevdet Anday çok güsel bir söz söylemiş. "Hayatın bütün zorluğu, çok basit olmasında"diye. Victor bunu görmüş bilgelerdenmiş bana göre...

Hayatın basitliğini her daim görmemiz ve buna göre yaşamamız dileğiyle, iyi geceler...