Featured Post

17 January 2010

Ken Robinson says schools kill creativity | Video on TED.com

Bir arkadaşım paylaştı bu videoyu benimle. Belki biliyorsunuzdur, TED; Technology, Entertainment, Design kelimelerinin kısaltılmış adı. TED'e, fikir önderlerinin görüşlerini paylaştığı uluslararası bir konferanslar zinciri diyebiliriz. Bazen ben de geziyorum sitesinde ancak bu konuşmayı kaçırmışım. Belki uzun bir konuşma ancak dinlemeye değer, eğitim sisteminin yaratıcılığı ne denli baltaladığını trajikomik bir şekilde anlatıyor Ken Robinson. Bir de Türkiye'deki eğitim sistemini düşünün, vah ki vah halimize...

Ken Robinson says schools kill creativity Video on TED.com

12 January 2010

2009 yılında gösterilen türk filmleri


Haftasonu gazetede, 2009 yılında gösterilen Türk filmlerinin gişe hasılatıyla ilgili bir haber vardı. Türkiye'de yaklaşık 2 kişiye 1 bilet düşüyormuş. Tabi ortalamada...Daha vahim bir tablo bekliyordum açıkçası. Kötünün iyisi diye düşünerek, filmlere baktım. 2009'da en çok sevdiğim 2 film, topu topu 100.000 dolayında seyirci bulmuş, o da toplamda. 'Pandora'nın Kutusu-26.939 kişi, İki Dil Bir Bavul- 81.097 kişi. Ah ne kadar iyi olurdu biraz daha insan seyretseydi şu filmleri...Yeşim Ustaoğlu, Pandora'nın Kutusu'nda çok basit bir hikayeyi çok çarpıcı bir şekilde anlatıyor. İki Dil Bir Bavul ise, Kürtçe bilmeyen bir öğretmenin bir Kürt köyüne öğretmen olmasıyla ilgili bir hikaye. Açılım açılım diye konuşulan şu ortamda, herkes önce "İki Dil Bir Bavul"'u seyretse? Çok samimi, gerçek bir film. Oyuncuları köy halkı. Nefes gişede bu kadar başarı elde ederken, bu film niye bu kadar az izlendi diye düşünmeden edemiyorum.

Geçen seneki filmlerden ''Kıskanmak'' ise, bende tam anlamıyla bir hayal kırıklığı yarattı. Zeki Demirkubuz'dan beklemezdim. Filmin kurgusu, özellikle Nüshet rolündeki oyuncu seçimi (kritik bir rol olduğu için , Nüshet'i gördüğüm dakikada film bitti benim için) beni rahatsız etti. Birşeyler tam yerine oturmuyordu filmde. Fatih Özgüven görüşüne önem verdiğim bir sinema eleştirmenidir, onun da filmle ilgili görüşleri pek olumlu değil...


Neyse, 2009'da vizyona giren Bornova Bornova, Uzak ihtimal ve Vavien'i de merak ediyorum. Muhtemelen DVD'lerinden seyredebileceğim filmleri.

Sizin gittiğiniz ve beğendiğiniz Türk filmlerini de merak ediyorum doğrusu:)







05 January 2010

ortaya karışık 2009-2010

2010'a merhaba. Her sene, gelecek sene ile ilgili dileklerimi günlüğüme yazarım, yeni senenin gazıyla, aslında yapmayacağımı tahmin ettiğim şeyleri de yapacakmış gibi yazarım. Yazdım ya, bağlayıcılığı olur, yaparım belki... Mesela ''daha çok spor yapacağım'' gibi...İçimde birden fazla Füsun var, birisi kaldır kıçını koş diyor, diğeri üzme kendini zaten yorgunsun diye fısıldıyor. Öteki de yapınca iyi hissediyorsun ama diye dürtüyor. İşte hangisi galip gelirse, o sene öyle şekillenip gidiyor.

Ama bu sene dileklerimin ayağı daha bir yere basıyor.(Bu da ne demekse?) Bu iyi mi değil mi bilemiyorum, eskiden uçardım bayaa, o hayalleri bile kurmak iyi geliyor neticede. Neyse hepinizin dileklerinin gerçekleşeceği bir yıl olsun diyim ve bu mevzuyu kapayım.

2009'da sevdiğim şeyleri yazayım diye düşündüm ama tüm yılı değerlendirmek beni aşacak, bu yüzden son günlerde hoşuma giden ve gitmeyen birkaç şeyi yazayım istedim:)

Manga'nın son albümü: Şehr-i Hüzün

Şahane bir albüm. Uzun zamandır bu kadar keyif alarak bir albüm dinlememiştim. Hem müzik hem şarkı sözleri açısından çok başarılı. Özellikle ''beni benimle bırak, dünyanın sonuna doğmuşum, cevapsız sorular, her aşk ölümü tadacak, hayat bu işte, hepsi bir nefes, alışırım gözlerimi kapamaya'' şarkıları 10 numara. Görüldüğü gibi albümün hemen her şarkısını beğendim. Özellikle arabada tek başınıza yüksek sesle dinlemenizi tavsiye ederim:)



Selçuk Erdem'in yorumu:


''Bu resmi bir kreşin camında gördüm, kafası çok karışık çocuklar yetiştiriyoruz galiba...''demiş Selçuk Erdem. Bazı değerler öyle ezbere halde şırıngalanıyor ki bünyeye, Sünger Bob bile Türkleşebiliyor. Çocuk naapsın? Sen aile olarak ne yaparsan yap, genel yaklaşım neyse çocuk onu da kapıyor. Defne'nin yuvası kendi halinde, sevimli bir yuva idi benim gözümde, ta ki milli bayram kutlamalarına kadar. Minicik çocuklara; ezbere şarkı, şiir okutuyorlar. Son olarak, 10 Kasım'da ''Ben Atama doymadım, doysun kara topraklar...'' şiirini tekerleme gibi okuduğu gün, Defne'nin yuvasını değiştirmeyi kafaya koydum! Defne yuvasını çok seviyor, umarım bu geçiş işi çok zor olmaz...

Pamuk Prenses çizgi filmi:

Bu çizgi filmi aldığım güne lanet ediyorum. Yaa bir çizgi film bu kadar mı dayanılmaz olur? Defne prensesleri seviyor diye, hadi alayım dedim. DVD'sini almaya kıyamadım, VCD aldım. Türkçe versiyonu mu bu kadar kötü? Pamuk Prenses'in aptal ses tonu, inanılmaz iyi hali, sürekli şarkı söylemesi ve yedi cücelerin bitmeyen''paydos'' şarkısı beni fitil ediyor. Fitil ediyor da ne seyrediyorsun derseniz, Defne bayılıyor çizgi filme. Paydos şarkısını haydos, taydos gibi değişik versiyonlarda söylerken, çok tatlı oluyor, o ayrı:)

Shrek 3 :
Alkışlar masal kahramanlarının gerçek yüzünü gösteren Shrek filmlerine! Çocuklar iyi ve kötü kavramlarını net olarak anlasın diye mi Cinderalla,Uyuyan Güzel,Pamuk Prenses gibi masalları yutturuyoruz çocuklara? Bu masallarla beslenen kız çocukları ,beyaz atlı prens bulma hayaliyle büyüyor manasızca. Abartıyor olabilirim ama Defne gelin olmaktan, evlenmekten felan bahsedince düşüp bayılacak gibi oluyorum. Yaa söyler misiniz hangi erkek çocuğu bu yaşta damat olmaktan bahseder? Bana kalsa; sadece Charlie ve Lola, Tom ve Jerry gibi çizgi filmleri seyrettireceğim Defne'ye ama o kadar seviyor ki prensesli filmleri, zehri aldı işte, yapacak birşey yok. Neyse işte bu noktada Shrek imdadımıza yetişiyor. Hem prensesli hem de bilinegelen hikayelerden değil. Küçük büyük herkes sevebilir Shrek'i. Shrek 3'ü yenice seyrettim, harika!

Met-üst'ün Şiyir Sevişgenleri:
Met-üst'ün Pazar Sevişgenlerini yıllardır severek okurum , sene kapanırken mektepli sevişgenleri konu edindiği güzel bir kitap patlatmış:). Kendisiyle yapılan söyleşiden bir alıntı...
Pazar Sevişgenleri ile Şiyir Sevişgenleri arasındaki yedi fark nedir?
Bir, Pazar Sevişgenleri’nde daha ziyade sokaktaki insanın aşk, hayat ve ilişki maceraları vardı. Şiyir Sevişgenleri’nde ise mürekkep yalamış, müzik emmiş, şiir yutmuş , okumuş-yazmış kişilerin aşk meşk ilişkileri revaçta. İki, Pazar Sevişgenleri’nde ki abiler-ablalar sorunlarını daha içgüdüsel bir tarzda çözüyorlardı. Ama Şiyir Sevişgenleri’ndeki mösyöler ve madamlar ise her konuda bir çuval laf edebildiklerinden daha kolay kaçabiliyor veya daha fazla çuvallayabiliyorlar. Üç, dört karısı, on yedi çocuğu olan bir baba hiçbir şeyi sorun etmezken, tek çocuklu okumuş-yazmış bir çekirdek aile, çıtırdak aile haline geldiklerinde başta kendilerini sonra herkesi verem edebiliyorlar. Sorun, yalnız ve güzel ülkemizde sadece gören gözlere sorun oluyor çünkü. Dört, fazla tıraş yani fazla teori aşkın doğasına doğru gelmiyor belki de. Birlikte, uygulamalı öğrenmek daha randımanlı kılıyor belki de aşkı. Beş, aşk acısı çekme biçimleri farklı olabiliyor. Ancak eğer mutsuzsanız, kafanız da biraz bin beş yüzse, kültür, sınıf ayrımı yapmadan geceleri tek şarkı vardır dinlenen: “Batsın Bu Dünya”. Altı, mekânlar, replikler farklı olsa da sorunlar genellikle ortak. Yalnız ve güzel ülkemizde her çift bir nevi memleketiyle de yatağa girmek zorunda kaldığından meseleler de pek değişmiyor galiba. Yedi, hayat bilgisi ile kitabi bilgi arasında bir ayırım yapmamak en doğrusu belki de. Sonuçta her çift, aşkın tanımını ilişki biçimleriyle yeniden yapıyorlar.

Fatih Akın'ın Soul Kitchen'ı:
Yeni yılda keyifli bir film seyretmek istiyorsanız ve de ayrıntılara çok takılmayacaksanız Soul Kitchen'a gidin. İyi müzik, güzel yemek, esaslı oyuncular var filmde. Bazı abartılar, kopukluklar var mı var, olsun, bütününde geçer notu alıyor benden.







Avatar:
Başka gezegendeki canlılar da ağlar mı? Aşık olurlar mı? Sevişirler mi? gibi soruların tüm cevapları Avatar'da. Film için ''Bir gün tüm yaratıklar insan olacak.'' diye bir motto geçiyor aklımdan. İşin bu kısmı klasik Hollywood senaryosu, arada dünyalıların dünyanın içine ettiği kısım da vurgulanıyor ama mutlu son oluyor elbette. Senaryo kısmını geçersek, teknolojik açıdan diyecek birşeyim yok elbet. Görsellik çok zengin, detaylarda birçok ayrıntı var, hayal dünyasının sınırlarını belki de sınırsızlığını görebileceğiniz enfes manzaralar var. Orada şapka çıkartmak gerek.



Ertuğrul Özkök'ün unutulmaz sözü: Bunu yazmasam olmazdı. Ertuğrul Özkök, okumayı tercih ettiğim bir zat değildir. Ve fakat bazen kendimi gıcık etmek için okurum. İşte aşağıda alıntı yaptığım yazıyı okuduğumda böğürerek güldüğümü hatırlıyorum. İnsan hayatının sonunda hayat muhasebesini yaparken ''that was a good life'' diye haykırır mı? Hani amerikalı veya İngilizsen dersin belki ama bu topraklarda türkçe yazıp konuşuyorsan kendi lisanında söylersin di mi? Ee fena bi hayat değildi, bana eyvallah felan dersin, yok ama E.Ö bu , illa tarzını konuşturacak. Bu sözünü o kadar çok sevmiş ki, genel yayın yönetmenliğinden ayrılış konuşmasında da, son sözü bu olmuş. İnsanların gözleri yaşarmış falan, ay dayanamayacağım. Ne diyebilirim, tavşan kardeşin bu yazısını kaçırmayın, okuyun:)
2010'da daha güzel şeyler yaşamak dileğiyle...

27 December 2009

sarhoş olun


Bu akşam, Defne'nin kış kitaplarından bahsedecektim ancak o modda değilim şu an. Defne yorgunuyum . Bu sıralar müthiş bir inatlaşma ve itişme içinde. Daha cümlemi bitirmeden ondan olumsuz bir cevap geleceğini biliyorum. Sakinliği elden bırakmadan çok dikkatli davranıyorum, bazen derin derin nefesler alıyorum. Nerelerde yanlış yapıyoruz diye sürekli düşünüyorum. 3.5 yaşında. Bu döneme çocukların erken ergenlik dönemi de deniliyormuş. Onca kitap okudum çocuk gelişimiyle ilgili ama teorikle pratik her zaman tutmuyor. Her çocuk başka bir kitap. Elbet geçecek diye kendime telkinlerde bulunuyorum ancak gün sonunda üzerimden tır geçmiş gibi oluyor.

O yüzden iyisi mi bugün kısa kesip başka dünyalara gireyim. Şu anki ruh durumuma Baudelaire'in ''Sarhoş olun'' şiiri çok uyuyor. Bir taraftan da bira içiyorum:) Hadi eyvallah!

Sarhoş olun.
Her zaman sarhoş olmalı. Her şey bunda: Tek sorun bu. Omuzlarınızı ezen, sizi toprağa doğru çeken Zaman'ın korkunç ağırlığını duymamak için, durmamacasına sarhoş olmalısınız.

Ama neyle? Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz. Ama sarhoş olun.

Ve bazı bazı , bir sarayın basamakları, bir hendeğin yeşil otları üzerinde, odanızın donuk yalnızlığı içinde, sarhoşluğunuz azalmış ya da büsbütün geçmiş bir durumda uyanırsanız, sorun yele, dalgaya, yıldıza, kuşa, saate sorun, her kaçan şeye, inleyen, yuvarlanan, şakıyan, konuşan her şeye sorun, ''saat kaç?'' deyin; yel , dalga, yıldız, kuş, saat hemen verecektir karşılığını: ''Sarhoş olma saatidir. Zamanın inim inim inleyen köleleri olmamak için sarhoş olun durmamacasına! Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz''

Charles Pierre Baudelaire, Paris Sıkıntısı, Tahsin Yücel çevirisi

Not:
Resim Zerrin Tekindor 'un bir eseri. Henüz tablolarından alabilmek nasip olmadı ancak çok seviyorum resimlerini...


20 December 2009

Dot'un 2 yeni oyunu

Bugün Mit'i yolcu etmek üzere, havaalanına gidiyoruz. Arabada Radyo Eksen şıkır şıkır Janis Joplin'i çalıyor. İnsan böyle iyi müzik çalınca bir havaya giriyor. Mit'i bıraktıktan sonra, sahil yolundan eve dönüş yolunu tutuyoruz Defne'yle. Hava kapalı, Kumkapı dolayında balık peşinde koşan kuşlarla güreşen güçlü dalgalar müthiş bir görüntü oluşturuyor. Dalıyorum biraz. Karşıya geçiyoruz, Bostancı yönünde istasyona gitmeye karar veriyorum ama o da ne? Girdiğim sokakta, caddeye giriş yönü yasaklanmış, pazar nasıl olsa, gireyim buradan birşey olmaz gibi bir anlık gaflet ve dalalete düşüyorum, geçiyorum ve bingooo, polisler beni bekliyor köşede! Diyecek birşey yok, %100 haksızım. Kuzu gibi ruhsat ve ehliyetimi çıkarıp veriyorum. Hayatımda ilk defa trafik cezası yiyorum, herşeyin bir ilki var tabi ama koyuyor. Defne sinirlenip yırtalım o cezayı diyor, anlatıyorum, eh işte pek ikna olmuyor ama yapacak birşey yok, hatalıyım.

Başka birşey yazacaktım ama nedense parmaklarım önce bunu yazmak istedi, masum değilsin Füs der gibi...

Dot'un oyunlarını takip eder misiniz? Geçen seneki Vur, Yağmala,Yeniden oyunlarını seyrettiğimden beri, ben sıkı takipçilerindenim. Vur, Yağmala, Yeniden 16 kısa oyundan oluşan bir oyun. Yazarı Mark Ravenhill. Oyunda; özgürlük ve demokrasi adı altında; savaşın anlamsızlığı, güçlünün zayıfa hükmedişi, iyilik&kötülük, içi boşalan cinsellik ve aşk gibi temalarla yokolan insanlık sorgulanıyor. Biz geçen sene, her oyun çıkışı sarsılır, arkadaşlarla uzun uzun oyunun felsefesini tartışırdık. Bu oyun, bu sene oynanmıyor ancak olur da toplu gösterim yaparlar veya DVD'si çıkar, kaçırmayın diye yazıyorum.


Bu sene 2 oyunları var. Shopping and F***ing ve Pornografi. Shopping and F***ing, yine Mark Ravenhill'in oyunu. Beyoğlu Mısır Apartmanında oynuyor. Oyunda, geçen seneki oyun gibi farklı toplumsal konulara değinilmiyor ancak oldukça cesur bir oyun. Cinsellik, uyuşturucu, aidiyet, alışveriş üzerinden gene insanların hastalıklı ruh halleri işleniyor. Geçen gün oyunların yönetmeni Murat Daltaban ile röportaj yapılmış, o da belirtmiş, 'artık hepimiz hastalandık' diye. Pornografi'nin yazarı ise Simon Stephens. Oyunda, Londra'nın 2012 olimpiyat şehri seçilmesi ile paralel zamanda gerçekleşen metro istasyonu-otobüs patlamalarının sıradan insanların hayatı üzerinde yarattığı etkiler işleniyor. Oyun Maçka G-Mall'da. Mark Ravenhill'in oyunları kadar etkilenmedim bu oyundan. Ama oyuncular çok iyi gene. Seyircilerin oturma alanları çok dar olduğu için, bir sıra gerçekten klostrofobi bastı beni, çığlık atıp oyuna fırlamak istedim. Bu sorunu umarım çözerler. Çözemezlerse de, ilk sırada oturun, diğer sıralara göre daha rahat bir oturma düzeni var. Ben ilk sırayı özellikle tercih etmiyordum, zira Dot'un oyunlarında in-yer-face -yüzevurumcu tiyatro-denen bir tarz uygulanıyor , oyuncunun her an seyirciyle interaktif bir ilişkiye geçişi söz konusu olabiliyor:) Hem de sizi sarsarak, hatta sizi ciddi ciddi cinayetten bile sorumlu tutabilirler:). Ama bu oyunda fazla interaktivite yok, siz beni dinleyin, ilk sırada rahatça oturun.
Bu oyunları izlemeye çalışın, sarsılırsınız belki ama sarsılmak iyidir:)

Bu arada, her oyundaki müzik seçimleri de müthiş, bahsetmeden geçmek ayıp olur...

İyi seyirler,




14 December 2009

okumakta olduğum kitaplar...

Yasmin beni mimledikten sonra, okuduğum kitapları yazmak farz oldu:) Özellikle son okuduğum kitaptan dolayı içim kıpır kıpır, sevdiğim herkese bu kitabı almak, onlarla kitap hakkında konuşmak istiyorum. Kitabın adı 'Özgürlüğün Manifestosu' yazarı Tom Hodgkinson.

Aslında bu tür iddialı kitap adlarına biraz mesafeli yaklaşırım ancak Radikal Cumartesi'de yazarla yapılan söyleşiyi okuduktan sonra, kitabın takibine düştüm. İyi ki de düşmüşüm...Yazarın hangi sözünden alıntı yapsam diye düşünüyorum da, hemen hemen her satırın altını çizdiğim için, seçim yapmakta zorlanıyorum. Kayda değer, şahane düşünceleri var. En iyisi kitabı alın, okuyun isterseniz yazışalım:)
(Bu arada bu blogu benden ve Yasmin'den başka birileri okumadığı için,bu yazışma kısmı biraz havada kalabilir, belki bu vesileyle başkalarını da haberdar ederim blogdan. Bu kitabı ne kadar çok kişi okursa o kadar iyi, insanların bir aksiyona geçeceğine inansam, Facebook'a bile yazacağım alın okuyun kitabı diye:)




Son aldığım kitaplardan biri de Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam'ı. Yusuf Atılgan'dan Anayurt Oteli'nden beri hafif çekinirdim. Belki de bu sebepten Aylak Adam'ı okumak konusunda bu kadar aylaklık ettim:). Yapı Kredi'nin Aylak Adam için, 50. yıla özel baskı yaptığını okumuştum. Geçen gün Kanat Atkaya Aylak Adam'dan bahsedince,iyice meraklandım. Yeni okumaya başladım.






Yankı Yazgan'ı çok sevdiğimi yazmıştım önceden. Düşe kalka büyümek kitabı bende yoktu. Hoş olmasa da, kitabı ara ara okurken görüyorum ki, bu yazdıklarını bir yerlerde hep okumuşum. Olsun, her daim başucunda bulundurulacak kitaplardan. Özellikle Defne coştuğu zaman ilaç niyetine okuyorum:)
Bahsedeceğim son 2 kitaptan biri Cahide Birgül'den Eflatun Koza . Cahide Birgül'ü aslında çok yakın bir zamanda Yıldırım Türker sayesinde tanımıştım. Kitabını aldıktan birkaç gün sonra, yayınevinin Cahide Birgül'le ilgili taziye mesajını görünce hem şaşırdım hem de üzüldüm. Geç keşfettiğim bir yazar, kitaplarını merak ediyorum. Geçen gün Radikal Kitap'ta gördüm, bu senenin en iyi romanları arasında Eflatun Koza da yer alıyormuş.




Son kitap da Ahmet Tulgar'dan Birbirimize. Kitabın arka kapağında yer alan yazıyı okuyunca kitabı hemen almak istedim. 'Gazete yazıları, öyküleri ve romanı ile yazı dünyamızın aykırı sesi olan Ahmet Tulgar, içinde yer aldığı toplumun kıyısında durarak gözlemlerini sürdüren bir yazar. Kendi sesinin özgünlüğünü korumasının belki de en önemli nedeni bu...Aykırı sesleri seviyorum.


Hepimize bol kitaplı, bol okumalı günler diliyorum:)


10 December 2009

working class hero

uzun bir aradan sonra john lennon'la merhaba:)


Working Class Hero

As soon as your born they make you feel small,
By giving you no time instead of it all,
Till the pain is so big you feel nothing at all,
A working class hero is something to be,
A working class hero is something to be.
They hurt you at home and they hit you at school,
They hate you if you're clever and they despise a fool,
Till you're so fucking crazy you can't follow their rules,
A working class hero is something to be,
A working class hero is something to be.
When they've tortured and scared you for twenty odd years,
Then they expect you to pick a career,
When you can't really function you're so full of fear,
A working class hero is something to be,
A working class hero is something to be.
Keep you doped with religion and sex and TV,
And you think you're so clever and classless and free,
But you're still fucking peasents as far as I can see,
A working class hero is something to be,
A working class hero is something to be.
There's room at the top they are telling you still,
But first you must learn how to smile as you kill,
If you want to be like the folks on the hill,
A working class hero is something to be.
A working class hero is something to be.
If you want to be a hero well just follow me,
If you want to be a hero well just follow me.