Featured Post

11 March 2013

evdeki koç!

eğitimde aldığım teorik bilgi, bakalım gerçek hayatta işe yarıyor mu?
evdeki koçu takip ediyoruz:

bir cumartesi sabahı! saat 7 civarı. defne, okul günlerinin aksine, haftasonu sabah deli bir enerjiye sahip! yataktayım. uyuyorum.
"anne, annee tv seyredeyim mi?
"hıı, saat kaç?"
hemen mutfaktaki duvar saati yerinden sökülür, getirilir. (saatin rakamları yok, rakamlar noktalarla belirtilmiş durumda:) ,
"anne, 8 galiba?"
"hıı? yok 7 daha, ya defne yaaa...gidip biraz uyur musun? ya da başka bir iş bulur musun kendine? 9'dan evvel tv yok"
aradan 10-15 dk geçer.
"annee, saat olmuş mudur?"
"defne, saati bekleyerek vakit harcayacağına, seveceğin başka bişi yapar mısın?"
defne içerlerde bişi yapar. 10-15 dk sonra gene gelir. (bu geliş gidişlerin sayısını, kesik uykular arasında füs kaçırır. baba bu arada napıyor derseniz, baba güsel uykusuna mışıl mışıl devam etmektedir.)
"anneee"
"hıı?"
"saat kaç?"
"yaa defne, mahsus mu yapıyosun? uyuyorum işte, tv'yi kaçta açacağını saatte gösterdim, lütfen yapma yaaa"
"ama anne, çocuk yetiştirmek böyle birşey!
"hıııı?" (o anda füs uyanır!)
*
yoğun eğitim döneminden sonra özleşmiş olduğumuz bir akşam. defne ile uno oynuyoruz ikimiz.
def:"seni çok özlemişiiiim" (der ve atlar boynuma)
füs: "canım benim, ben de seni çok özlediiiim." (ben de iyice sarılırım kızıma)
(bu arada gizli öğreten kadını bişi dürter!)
"ne zamandır resim yapmıyorsun defne, farkında mısın?...(ne alaka di mi?)
def: şu anın tadını bozmasak? ne güsel sarılıyorduk?...
(ve füs kendine gelir!)
füs: "aaaay defne, ne kadar haklısın.
(ve anne-kız doya doya sarılışırlar...)
*
geçen sene çok doğumgünü kutlamasına çağrılırdık. başta, "amanin defne hepsine gitmek isterse, ne yapacağız?" paniği yaşamıştım. (hepsine gitmeyeceğimiz çok aşikardı) neyse ki, defne seçe seçe gitti doğumgünlerine...
bu sene de davetler geliyor ancak hiçbir doğumgünü partisine gitmedik henüz. burada olmadığımız zamanlar da oldu ama genel olarak defne hiçbir kutlamaya gitmek istemedi. ne yalan söyleyim başta hoşuma da gitmişti. haftasonları başı kesik tavuk gibi, benzer tarzda doğumgününden doğumgününe gitmek istemiyordum. şu ana kadar çok yakın bir arkadaşının doğumgünü de olmamıştı(1 tane oldu pardon, gittik ona), o yüzden de durumu pek önemsemedim ancak gelecek hafta yakın bir arkadaşının doğumgününe de gitmek istemeyince, bu sefer yine "amanin" oldum. tamam her doğumgününe gitmek tahammülfersa bir durum ama yakın arkadaşınınkine?
"defne, zeynep'in doğumgünü var."
"ne zaman?"
"haftaya."
"annesine haber vereceğim, gideriz değil mi?"
"düşünsem?"
"a aa? zeynep'in doğumgünü yaw..."
"yok, gitmek istemiyorum."
"niye ki?" (hiç koçluk soruları değil:)
"çok kalabalık oluyor doğumgünleri, gürültüden hiçbirşey anlamıyorum, sıkıcı. 5-6 kişi olsa iyi de, bir sürü kişi olunca, hiç keyif almıyorum."
"dııııııııt!" (doğru söze ne denir?)
"walla doğru söylüyorsun da, her zaman bizim istediğimiz gibi olmuyor işte ortamlar, zeynep seni görürse sevinir ama sen bilirsin."
"düşüneyim."
"peki."
*
cumartesi günü. mit'in dışarda işi var.
"anne, ada'ya gidelim mi?"
(dört mevsim adalar'a gitme isteği duyan bir insan olarak, böyle bir talebin defne'den de gelmesine çok sevindim.)
"iyi olur da, babanın gelmesi lazım."
mit'in gelmesi 4'ü bulunca, ben adayı kaçırdık diye düşündüm. defne'nin de canı çok sıkıldı, adaya gidemeyeceğimizi düşündü, babasına bozuk attı ama mit "hadi gidelim" diyince, hemen şık kıyafetlerini giydi. (biz eşofmanlarla adaya gitsek de, defne için değişmiyor durum:) neyse, geç meç, düştük burgazada yoluna...
ödevler de yolda yapılıverdi, aradan çıktı(rahatladık:)
burgazada'yı zaten çok severim ama bu sefer sırf defne'nin mutluluğunu görmek için bile burgazada'ya gitmeliymişim...
o kadar mutlu oldu ki..., "çok mutluyum" diyip diyip ikimizin elini tuttu. bol bol koşturdu yollarda. çiçekler topladı. bahar açan ağaçları kokladı. mimozaları tanıdı. bize "susun, bakın ne kadar sessiz doğa" diyip sakinliğin tadını çıkarttı.
kalpazankaya'ya yürüdük yine. biralarla uğurladık günü.
defne'yi dinledik, ne iyi ettik. nefis bir gün geçirdik.

zortlak ödev!

bahar dalları ve defne, bi de hava kararmasaydı:)

adanın arkası, istoş gittiii!

anne beni çeker misin böyle?

dönüşte mimoza kalmadı diye üzülürken, tatlı bir kadın, mimozalarının yarısını bizimle paylaşarak bizi mes'ut etti:)

her zaman "şimdi ve burada" olan, şimdiden uzaklaştığımda her daim beni kendime getiren evdeki koçuma sevgilerimle....










birsen tezer'le başlayalım...

nerden başlasam, nasıl anlatsam... diye çok düşünmeden girivereyim hemen konuya...
geçmişten bugüne geleyim hafif hafif...
okkalı bir eğitim dönemini daha tamamlamış bulunmaktayım. iyi ki başlamışım bu eğitime diyorum her dönem sonrası...
*
eğitim sonrası enteresan birşey yaşadım ofiste. ofise gittiğimde, bir arkadaşım bana doğumgünü hediyesi olarak bir müzik cd'si aldığını söyledi. "dur söyleme, ben biliyorum kim olduğunu" dedim. eğitimden çıktım ya, bi havalardayım ama içten içe biliyorum da kim olduğunu. iş arkadaşım müzik zevkimi çok bilmese de, bu sanatçıdan öncesinde hiç konuşmamış olsak da, o cd'yi aldığını tahmin ettim. "birsen tezer aldın değil mi?" " aaa, bahar mı söyledi?" "yooo, içime doğdu."
ben de şaşırdım aslında bilmeme, bilmesem karizmam biraz bozulacaktı belki ama, çok bi emindim kendimden. birsen tezer'in yeni albümü (ikinci cihan) çıkmıştı, açık radyo'da kendisiyle yapılan söyleşiyi de dinlemiştim. cd'sini alsam mı diyordum ama bi türlü alamamıştım. bana alınan cd, o cd olabilir miydi lütfen?
*
neyse uzatmayım, ne kadar güsel bir zamanda çıkmış bu albüm karşıma. sanırsın kadın gestalt coaching programını müzikle veriyor...aşağıdaki şarkı, bu dönemki eğitimin bir özeti gibiydi. o kadar hüzünlü değildi tabi eğitim:) kışın sonu bahar ne de olsa...



albümdeki şarkıları dinlediğimde, en çok birsen tezer'in sözlerini yazdığı şarkıları beğendiğimi farkettim. şarkılar genelde hüzünlü ama umutsuz değil, çok güçlü bir yanı var sözlerinin...
bahar zamanının coşkusuna kapılmadan önce, birsen tezer'i ihmal etmeyiniz derim...

*
devam edeceğim...

24 February 2013

and the oscar goes to...


"amour!" olacak mı bakalım?
çok zor ihtimal ama "amour" gibi bir film varken; oscar, "umut ışığım" tarzı standard bir hollwood filmine giderse, artık oscar almayan filmlere daha çok itibar edeceğim...(oscar'a aday tüm filmleri izlemedim ancak geçen gün izlediğim "umut ışığım"ın eğlenceli olmasının ötesinde hangi özellikleriyle oscar'a aday gösterildiğini pek anlayamadım.)
amour; izlenmesi, yenmesi, yutulması çok kolay bir film değil ancak çok ama çok etkileyici, sarsıcı, insanı hayat hakkında düşündürten bir film. izledikten sonra 2-3 hafta etkisinden çıkamadım. şimdi bile etkisi, hayata bakışımın bir köşesine yerleşmiştir diye düşünüyorum...
*
bugün doğumgünüm:) ilk defa bir doğumgünümü grip olarak geçiriyorum. sağlıklı hissetmeyince, çok doğumgünü kutlama havasına da giremiyor insan, gene de bugün istoş'daki mis gibi hava bana iyi geldi. mit seyahate gittiği, çoğu arkadaşım da istoş dışında olduğu için; annem, ben, defne üçümüz geçirdik bu doğumgününü, üç kuşak birarada:) sahile gidip, dışarda güneşin tadını çıkardık.


sakin ama huzurlu bir doğumgünüydü diyebilirim (defne'nin arada, "doğumgünü dediğin eğlenceli olur, müzik, oyun olur, çok sıkıcı bir doğumgünü bu" tarzı memnuniyetsizlikleri olmuş olsa da, doğumgünü pastasıyla beklediği mutluluğa kavuştu sanırım.)
mumları yakamadan, defne pastanın bir kısmını çoktan kütletmişti mideye:)
geçen sene doğumgünüm zamanı yazdığım yazımı okudum yeniden. (bir pazar günü aklıma gelenler) bir konuda görüşüm değişmiş zaman içinde. facebook'tan gelen kutlamaları da gayet seviyorum ve samimi buluyorum:) herkesle elbette ki aynı samimiyette olamazsın ancak birileri seni düşünüp senin için bir iki satır birşeyler yazmışsa, bu da kıymetli...bugün sevdiklerim; çok güsel sözlerle, şarkılarla, kendi çektikleri videolarla kutladılar doğumgünümü, iyi ki doğmuşum yaw dedirttiler bana:) sağolsun, varolsunlar diyorum...
*
kafam gripten buğulu o yüzden çok uzatmayacağım. gene bir eğitim dönemine giriyorum, blog ortamından koparsam bundan dolayı olur. "benim çocuğum" filmini yazmak istiyordum. yazamazsam yasmin'in yazdıklarına lütfen bakın (tık) ve mutlaka bu filmi görün...

hepinize iyi geceler:)


22 February 2013

if film fest'te yakaladıklarım...

if film fest'te, bu sene önceden film seçimi yapacak fırsat bulamamış olmama rağmen (itvitre'deydik o tarihlerde), son dakikada bulduğum biletlerden çok memnunum...

ilk filmim bir woody allen belgeseli. (woody allen: a documentary) bir cuma akşamı olmasına rağmen, şans eseri my bilet'te kalmış son 2 bileti ben aldım. hoş bilet almasam da, gittiğimde bilet buluyorum genelde... (tarihimde 1 kere bu işi başaramamışlığım da var ama olsun, sonuna kadar denerim:)

eğer siz de benim gibi bir woody allen severseniz, belgeseli de keyifle seyredersiniz... filmin içinde gene çok diyalog, konuşma var ama işte tipik woody allen halleri:) ne çok filmi varmış, 40'i aşkın film yapmış, bir sürü seyretmediğim filmi de varmış, ilk etapta seyredeceğim filmi "stardust memories". hoş seyrederken muhtemelen hatırlayacağım gene seyretmiş olduğumu ya neyse...



2. film "jin". filmi mutlaka sinemada seyretmenizi öneririm. zira görüntüleri çok zengin. dağa çıkmış bir kürt kızının o ortamı bırakıp normal(!) hayata dönme çabasını anlatıyor film özetle. seyredecek olanlara çok detay verip izleme keyiflerini kaçırmayım. film konusu itibariyle çok zor bir film. bu filmi zengin doğa görselleriyle bezeyip özünden kopmadan, masalsı bir şekilde anlatabilmek iyice zor olmalı. yönetmen reha erdem, çok gerçekçi sahneler çekmeye utandığını, bu sebeple masalsı bir anlatım şekli seçtiğini söylemiş bir röportajında. film beni çok etkiledi. kalbime dokundu. filmin çıkışında merdivenleri inerken, seyircileri gözlemledim, yorumlarına kulak kabarttım biraz...
çoğu gençte aşırı neşe, kahkaha atma halleri vardı, film çok dramatik bir şekilde sonuçlandığı halde...belki de bir duygu patlaması yaşıyorlar diye düşündüm. "iyi ki biz buradayız, oralarda, o hallerde değiliz" şükrünün bir yansıması belki de?
kimi görüntü ve ses kalitesine takılmış, nerede o kadar abartılan ses-görüntü kalitesi? "türkiye adam olmaz"  klişe yorumları...
kimi de "kırmızı başlıklı kız yapaymış bari, ya da pamuk prenses..."
faşizanca diyebileceğim yorumlar da duydum elbet, adam; "kız aslında ne kadar iyi tiplemesi yaratılmak istenmiş, hayvanlara karşı ne kadar şefkatli, iyiliksever ama hayvana gösterdiği ilginin en ufağını bile türklere göstermiyor? "
allah'tan yanındaki kadın "ne alakası var, hiç öyle bir şey vermeye çalışmıyor film, ben senin gibi düşünmüyorum..."diyor.
"tam da bu dönemde filmin vizyona girmesi ne kadar manidar değil mi?" diye çok akıllı olduğunu göstermeye çalışan tipler de vardı...

4 katlı yürüyen merdivenden inince, epey yorum duymuşum:)

filmde benim de takıldığım yerler oldu elbet ancak yukarıdaki güdük yorumların çok daha ötesinde birşeyler vermeye çalıştığını düşünüyorum reha erdem'in...röportajında biraz bahsetmiş zaten...ellerine sağlık diyorum kendisine...en iyisi siz gidin, kendiniz karar verin...

bu arada fragmanda, çok fazla çatışma-patlama sesine yer verilmiş, halbuki filmin genelinde bu hava çok yok. ben daha başka bir dünyanın içinde hissettim kendimi... fragmana bakıp gitmemezlik etmeyin sakın...



3.film ise tam bir festival filmi: holy motors! filmin yönetmeni leos carax'ı "köprüüstü aşıkları" filminden tanıyordum. yeni bir film çekmeyeli 11 sene olmuş. merak ettim, gittim.
filmde kılıktan kılığa, karakterden karaktere bürünen mr oscar'ın(dennis lavant- ürkütücü bir etkileyiciliği var) hallerini izliyoruz. filmi seyrederken "hımm, bu bölümü pek anlamadım ama diğer bölüme bağlayacak galiba, yok bağlamadı, aaa estetik bir sahne, ne vermeye çalışıyor acaba? yok burada iyice abarttı, koptuk gidiyoruz bakalım nereye?" gibi sorular kafamda dolaştı durdu.
filmin sonunda yüzümde bir gülümsemeyle çıktım. nasıl bir film seyrettim acaba?:) filmi anlamak için gerçekten bir rehbere ihtiyacım vardı.  neyse ki rehberimi internetteki bir yazıda buldum. yazıyı okuyunca, "waaay demek onları demek istedi, ilginç" kıvamına geldim. kendi yorumlarımın da örtüştüğü birkaç nokta yakalayınca "yaşasın" oldum:)

sürreal bir film seyretmek, yönetmenin iç dünyasını ne kadar yakalayabildiğinizi test etmek istiyorsanız değişik bir tecrübe olabilir holy motors sizin için...

buyrun bu da filmde çok sevdiğim akordionlu sahne çekiminden bir bölüm...



bugün son filmime gideceğim. (benim çocuğum)

bol sinemalı günler hepinize...

19 February 2013

başkası olma kendin ol:)

derin düşüncelere daldım diyordum ya, işte o düşüncelerden biri eğitimde tanıştığım "paradoxical theory of change" kavramı. nedir derseniz, şu şekilde bir tanımı var:

change occurs when one becomes what he is, not when he tries to become what he is not. (Arnold Beisser)

tanım basit, tanıdık gibi görünebilir ancak uygulaması o kadar kolay değil... hayatına bakışında, seçimlerinde anlamlı bir değişiklik olması için; kendini tanıman, ne istediğini kalpten hissetmen, kısacası kendi gerçeğinin farkında olman gerekiyor. bunun farkında olursan zaten değişiklik kendiliğinden gerçekleşiyor...
bu kadar ciddi yazarken, aklıma tarkan'ın "başkası olma kendin ol, böyle çok daha güzelsin" şarkısı takıldı, iyi mi?:)
bazen kendi iç sesimi duyamayacağım kadar çok mesajla, uyaranla, kodlanmalarla çevrelendiğimi hissediyorum. işte o zaman, "heeeeyt çekilin, gerçek füs ne istiyor, ne düşünüyor?" diye kendime dönmeye çalışıyorum.
düşünmek yorucu oluyor zaman zaman, düşünceler yazıya dökülünce daha rahat buluyorum yolumu...
o yüzden yazmaya devam...
*
bugün geçtiğimiz günlerde okuduğum bir kitaptan bahsedeceğim.

sevan nişanyan'ın "aslanlı yol" kitabı. sevan nişanyan'ı çoğu kişi gibi küçük oteller kitabı ve şirince evleri vasıtasıyla tanımıştım. entellektüel yapısını da az buçuk biliyordum. eşiyle yaşadığı sevimsiz olay da gazetelere yansımıştı ama bundan etkilenmedim. kimbilir ne yaşadı iki kişi, bilemeyiz...
neyse; otobiyografik kitabı çıkınca, hemen okumak istedim. kitaptan gördüğüm kadarıyla; çok zeki, sıkı entellektüel, kafasına koyduğunu, inandığını yapan, müdaanasız ve dobra biri. kimseden korkusu yok, projelerini kimseyi takmadan büyük bir azimle hayata geçirebiliyor. yakın çevresi için pek kolay bir insan değil, bir yanıyla da çok muzip. kitabı okurken güldüğüm çok bölüm oldu.
farklı düşüncelere öcü gibi bakılan ülkemde, çok az da olsalar, bu tarz renkli insanların varolabildiğini bilmek iyi geldi bana...keyif alarak okunacak bir hayat hikayesi...diğer kitaplarını da okumak istiyorum. (özellikle yanlış cumhuriyet'i merak ediyorum.)

kitaptan da 1-2 minik alıntı yapıyorum...

...ama özgürlük zor meslek. basit formülleri yok. yalnız kurt olup yollarda izini kaybettirmek midir özgürlük? yoksa kimsenin seni göremeyeceği bir yerde inzivaya çekilmek mi? ya da içinde yaşadığın köyü yahut dünyayı kendi iradene göre şekillendirmeye çalışmak mı özgür yaşamanın yolu? sayfa 147

...gerçek özgürlük- eğer özgürlük diye birşey varsa-budur: seni esir alan nefsini, köle kılan çıkarını ve sosyal mecburiyetleri hepten bir kenara itip bir şeyi sadece "güzel" olduğu için yapabiliyor musun? "topluma faydalı bi şey yapsaydın" demeyin bana, "topluma faydalı" denilen şeylerin üstünde kaçınılmaz olarak çıkar hesabının gölgesi vardır. "ahireti düşün" de demeyin bana: ahiret hesabı gözeterek yapılan her şey mutlak bir ahlak yoksunluğunun işaretidir. "menfaatim yoksa kılımı kıpırdatmam" diyen pespaye çıkarcılığının başka türlü söylenişidir.
ayrıca vaktiyle kant okumuşuz, üçüncü kritik üstünde de haftalarca kafa patlatmışız. "güzellik, her türlü çıkar hesabının üstünde olan şeydir" diye kalmış aklımın bir köşesinde." sayfa 293-294 (şirince köyüne yaptırdığı kaya mezarı hakkındaki yazıdan alıntı)


kitabın sonunda sevan belgesel CD'si var. aslında kitabın üzerine belgeseli seyretmek daha iyi gider ama kitabı okuyamazsanız, belki belgeseli seyretmek isteyebilirsiniz...belgeseli hazırlayan emrah dönmez, videoyu youtube'a koyduğuna göre, sanırım paylaşmamda bir sorun yoktur...

iyi seyirler...







18 February 2013

mutluluğun resmini yapabilir misin abidin?

bir süredir insan psikolojisi üzerine derin düşünceler içindeyim...eğitim de fişeklemiştir beni elbet...düşünmek iyi hoş da, kafada birçok düşünceyle dolaşmak yerine, yazıp kafanın yükünü biraz azaltayım artık diyorum...

öncelikle geçen günlerde gazetede okuyup güldüğüm "mutluluk" hakkındaki bir yazıyı sizlerle paylaşmak istiyorum. bakalım siz nasıl bulacaksınız?:)


2013 için mutluluk reçetesi(!) yazalım biz en iyisi:
“Hem çok çikolata hem çok zayıflama mı dediniz?!!! Hem aşk istediniz hem de kayıp duygusu hiç olmasın mı dediniz?!!! Hem özgür olmak hem de asıl sorumluluğun özgürlük olduğunu bilmek mi istemiyorsunuz? Hem hiç emek vermeyip hem de koşulsuz mutluluk mu istiyorsunuz? Sizi şöyle alalım. Çağın en verimli tüketicisisiniz. Size bayılıyoruz. Adınızın hiç önemi yok. Kredi kartı numaranız yeterli. Size mutluluk vaadediyoruz. Bir sürü seçeneğiniz var. Şu kişisel gelişim kitaplarından üç tane alınız. Şundan da üç tane alırsanız TV’ye çıkmak için çekilişe katılacaksınız. Günde 10 adet şundan yiyiniz. Eviniz için Feng Shui kursuna katıldıktan sonra yogashala’ya haftada üç gün gitmelisiniz. En az iki gününüzü de yaşam koçunuzla geçireceksiniz. Sporu ihmal etmeyin. Spordan sonra şarap kursuna gideceksiniz. Bazı kaygılarınız size rahatsız ediyor. Mutlu olmak için kaygıdan uzak durmalısınız. Bunun için hem bolca Brüksel Lahanası yemeli hem de terapiye gitmelisiniz. A, M, N, K, Y vitaminlerini ihmal etmeyiniz. Diyetisyeninizin bekleme odasında Mevlana’nın özlü sözlerini içeren o parlak kitabı da okumayı ihmal etmeyin. Organik gıdaların önemini artık biliyorsunuz. Özellkle sabah koşunuzdan once mutlaka ama mutlaka laktozsuz sütünüzü için. Moda tasarımcınızdan iletişim danışmanınıza mutlaka yürüyerek gidin. Yürürken ayağınızda mutlaka özel tabanlı spor ayakkabılarınız olsun. Terledikten sonra egzersiz sonrası antiaging kreminizi unutmayın….”
cem mumcu, Hürriyet

yazının tamamı için tık lütfen...

nasıl bir mutluluk resmi çıkardı yukarıdaki reçeteden dersiniz?:)

nazım hikmet ne güsel demiş;

mutluluğun resmini yapabilir misin abidin
işin kolayına kaçmadan ama...

hadi görüşürüz akşama...






07 January 2013

yaşasın listelenmiş filmler!

geçen gün yasmin blogunda 2012'de seyrettiği filmleri ve o sene sevdiği ilk 10 filmi yazmış. imdb'de seyrettiğiniz filmlerden kişisel film listenizi oluşturabiliyorsunuz. yasmin zamanında bu listeden bahsetmişti bana ancak tembelliğimden seyrettiğim filmleri imdb listesinde arşivlememiştim. yasmin listeyi sene boyunca güsel güsel oluşturmuş, tam 125 film seyretmiş! ben de film izlemeyi seven bir insan olarak, 2012'de iyi sayıda film seyretmişimdir. amma velakin, yasmin "sizin geçen yıl izleyip sevdiğiniz fimler hangileriydi ?" diye sorunca, "aa ne seyretmiştim ben?" oluverdim. o gazla 2013 için hemen imdb listemi oluşturmaya başladım. (filmlere verilen puanlar genel izleyicinin verdiği ortalama puanlar, benim puanlarım değil ama o da vardır sanırım,araştırayım.)
neyse, 2013'e fena başlamadım, şimdiden 3 film seyrettim:): anna karenina, pi'nin yaşamı ve marilyn ile bir hafta

anna karenina'ya senenin ilk günü gittik. senenin ilk günü filme gitmeyi seviyorum. keira knightley iyi oynuyor da, bütün düzene başkaldırmasına sebep olan o tutkulu aşkı, vronsky(aaron taylor johnson) ile aralarında pek hissedemedim. yakışıklı jude law, bu filmde çok yakışıklıydı diyemeyeceğim ama rolünün hakkını vermiş.
burcumdan mıdır nedir bilmem, "balık" hafızalı bir yapım var. anna karenina'nın hikayesini gayet iyi biliyorum ancak romanını okuduğumdan mı yoksa daha önceki film versiyonlarını seyrettiğimden mi hikayeyi biliyorum, hatırlayamıyorum. geçen gün dostoyevski, woody allen ve orhan pamuk'un anna karenina romanını yerlere göklere koyamayan görüşlerini okumam sebebiyle, tolstoy'un bu ünlü romanını da okumaya karar verdim.
(Orhan Pamuk Yaptığı bir konuşmada  Anna Karenina kitabı için şunları söylemişti: “Okuduğum en mükemmel, en kusursuz, en derin ve en zengin roman. Tolstoy’un her şeyi gören, herkesin hakkını veren, hiçbir ışığı, hareketi, ruhsal dalgalanmayı, şüpheyi, gölgeyi kaçırmayan, inanılmayacak kadar dikkatli, açık, kesin ve zekice bakışı, bu romanın sayfalarını çevirdikçe okura, ‘evet, hayat böyle bir şey!’ dedirten kitap. )
romanından daha çok etkileneceğimi düşünüyorum. (aa okumuştum bu romanı da olabilirim tabi). kitaplar için de mi bir liste tutsam acaba?

pi'nin yaşamı: çok büyük bir beklentiyle gitmediğiniz sürece, görsel açıdan keyifli bir film. gerçeğe çok yakın canlandırmalar yapmışlar. bir sıra yorgunluktan filmde uyuklasam da, değişik konusuyla fena bir film de değildi. bir de son kısımda hikayeyi tamamlama işini izleyiciye bıraksalar daha şık bir final olurdu kanaatindeyim...

my week with marilyn'i dün evde izledim. michelle williams'ı çok sevdiğim take this waltz adlı filmde tanımış ve çok beğenmiştim. burada da marilyn rolünü gayet iyi kotarmış. cumartesi için iyi bir seçim yapmışım.
*
"sizin 2012'de sevdiğiniz filmler hangileriydi?" diye sorayım mı?:) aklınıza film gelmezse, hadi siz de 2013 için listenizi tutun, 2013 sonu konuşalım filmlerimizi...
yasmin, hay aklınla bin yaşa diyorum sana da...
iyi geceler...