Kitaptan bahsedecektim, araya film aldım!
Bence yaz vaktinde yapılabilecek en güzel şeylerden biri, serin sinema salonlarına kaçmak! Üstelik vizyonda "Ters Yüz/Inside Out" gibi şahane bir animasyon filmi varsa...
Sinemaya, ister çocuğunuzla ister yalnız gidin, kafalarımızın içindeki sesleri konuşturan bu şahane animasyon filmini kaçırmayın...Kişiliğin oluşumu, duyguların değişkenliği, hatıra, hafıza gibi kavramlar, hiç bu kadar basit ve keyifli bir şekilde anlatılmamıştır herhalde...Ben filme çocuklarla gittim ama çocuklardan fazla sevmişimdir filmi...Giderseniz, hepinize iyi seyirler...
Featured Post
03 July 2015
01 July 2015
Murakami Sever Misiniz?
Eveeet, gelelim kitaplara...
Tatile gitmeden önce, bir arkadaşım "senin bir Murakami okumanı çok istiyorum, bence seversin sen onun kitaplarını" dedi. Okumayı severim ama kalın kitaplar beni hala başta ürkütür biraz. Haruki Murakami'nin de tuğla gibi bir kitabı olduğunu bildiğimden dolayı (1Q84), şimdiye kadar kendisine mesafeli duruyordum. Halbuki başka kitapları da varmış. Arkadaşımla kitapçıdayken, kapağını da beğendiğim daha ince bir Murakami kitabını aldım: "Sınırın Güneyinde Güneşin Batısında"
Kitap okurken su gibi aktı. Ne kadar sade, samimi ve doğal yazmış romanı. O sadeliğin altında yatan derinlik beni çok etkiledi. İnsan duygularının, özellikle bir erkeğin kaleminden bu kadar açık, dobra bir şekilde dile getirilmesi hoşuma gitti. Murakami, kahramanının gel-gitlerini, duygu dalgalanmalarını, iç konuşmalarını oya gibi işlemiş, okuyucuya en şeffaf haliyle sunmuş...
*
Bir kitabı okurken, kitapta sözü edilen müziklere, yazarlara, kitaplara, ressamların eserlerine vs genelde bakarım. Hatta artık kitabı okurken, bunları kitabın ilk sayfalarına not olarak düşüyorum. Okuduğum sırada bakamasam da, hikayeyi hissetmeme yarayacak bu kaynaklara mutlaka bakıyorum. O zaman kitabı daha iyi özümsüyorum. Bu kitabın da müziklerini dinledim. Bazı müzikler hayalimdekine çok uymadı ama uysa da uymasa da, yeni keşifler yapabilmek güzel...
*
Tokyo'da iyi bir işi olan, sevdiği eşi ve 2 çocuğuyla sakin bir hayat yaşayan Hacime'nin sıradan görünen ama sıradan olmayan hikayesi...Kitap bittiğinde bile Hacime'nin sonraki hayatını merak ettiren bir hikaye...
*
Kitabın içinden bir alıntı yapıp yapmamaya karar veremedim. Zira kitabı bütün olarak okuduğunuzda tam anlamı yakalıyorsunuz, şimdi bir parça yazarsam kitabın etkisi düşer mi emin olamıyorum ama ufak bir parça koyayım en iyisi:
"Hafıza ve duyular bu kadar belirsiz ve her yöne eğilimli olduğundan, olayların gerçekten yaşandığını ispatlamak için daima belirli bir gerçekliğe -alternatif gerçeklik diyelim- güveniriz. Belirli bir şekilde algıladığımız olaylar ne dereceye kadar göründükleri gibidir ve bu olaylar ne dereceye kadar biz onları öyle adlandırdığımız için öyledir bilmek mümkün değildir...Bilincimizin sınırları içinde sonsuz bir zincir yaratılır ve gerçekten burada olduğumuz duygusunu veren, var olduğumuzu söyleyen zincir buradan beslenir. Fakat bu zinciri koparacak bir şeyler olur ve zarar görürüz. Gerçek nedir? Zincirin kopan tarafının burasındaki mi? Ya da orada, diğer tarafındaki mi?
Bu noktada hissettiğim işte böyle bir kopuş duygusuydu."
*
Bu yazıyı, kitabın adına da vesile olmuş bir şarkı ile noktalayalım...İkinci kitap diğer yazıda gelsin...
Nat King Cole'dan South Of The Border
Tatile gitmeden önce, bir arkadaşım "senin bir Murakami okumanı çok istiyorum, bence seversin sen onun kitaplarını" dedi. Okumayı severim ama kalın kitaplar beni hala başta ürkütür biraz. Haruki Murakami'nin de tuğla gibi bir kitabı olduğunu bildiğimden dolayı (1Q84), şimdiye kadar kendisine mesafeli duruyordum. Halbuki başka kitapları da varmış. Arkadaşımla kitapçıdayken, kapağını da beğendiğim daha ince bir Murakami kitabını aldım: "Sınırın Güneyinde Güneşin Batısında"
Kitap okurken su gibi aktı. Ne kadar sade, samimi ve doğal yazmış romanı. O sadeliğin altında yatan derinlik beni çok etkiledi. İnsan duygularının, özellikle bir erkeğin kaleminden bu kadar açık, dobra bir şekilde dile getirilmesi hoşuma gitti. Murakami, kahramanının gel-gitlerini, duygu dalgalanmalarını, iç konuşmalarını oya gibi işlemiş, okuyucuya en şeffaf haliyle sunmuş...
*
Bir kitabı okurken, kitapta sözü edilen müziklere, yazarlara, kitaplara, ressamların eserlerine vs genelde bakarım. Hatta artık kitabı okurken, bunları kitabın ilk sayfalarına not olarak düşüyorum. Okuduğum sırada bakamasam da, hikayeyi hissetmeme yarayacak bu kaynaklara mutlaka bakıyorum. O zaman kitabı daha iyi özümsüyorum. Bu kitabın da müziklerini dinledim. Bazı müzikler hayalimdekine çok uymadı ama uysa da uymasa da, yeni keşifler yapabilmek güzel...
*
Tokyo'da iyi bir işi olan, sevdiği eşi ve 2 çocuğuyla sakin bir hayat yaşayan Hacime'nin sıradan görünen ama sıradan olmayan hikayesi...Kitap bittiğinde bile Hacime'nin sonraki hayatını merak ettiren bir hikaye...
*
Kitabın içinden bir alıntı yapıp yapmamaya karar veremedim. Zira kitabı bütün olarak okuduğunuzda tam anlamı yakalıyorsunuz, şimdi bir parça yazarsam kitabın etkisi düşer mi emin olamıyorum ama ufak bir parça koyayım en iyisi:
"Hafıza ve duyular bu kadar belirsiz ve her yöne eğilimli olduğundan, olayların gerçekten yaşandığını ispatlamak için daima belirli bir gerçekliğe -alternatif gerçeklik diyelim- güveniriz. Belirli bir şekilde algıladığımız olaylar ne dereceye kadar göründükleri gibidir ve bu olaylar ne dereceye kadar biz onları öyle adlandırdığımız için öyledir bilmek mümkün değildir...Bilincimizin sınırları içinde sonsuz bir zincir yaratılır ve gerçekten burada olduğumuz duygusunu veren, var olduğumuzu söyleyen zincir buradan beslenir. Fakat bu zinciri koparacak bir şeyler olur ve zarar görürüz. Gerçek nedir? Zincirin kopan tarafının burasındaki mi? Ya da orada, diğer tarafındaki mi?
Bu noktada hissettiğim işte böyle bir kopuş duygusuydu."
*
Bu yazıyı, kitabın adına da vesile olmuş bir şarkı ile noktalayalım...İkinci kitap diğer yazıda gelsin...
Nat King Cole'dan South Of The Border
Bir Gemi Seyahatinden Bende Kalanlar...
"Çanakkale Boğazı'nda bir yolcu gemisiyle akaryakıt tankeri çarpıştı. Ölen ya da yaralanan olmadı." 27 Haziran 2015.
Bu tür bir haber normalde hızlıca göz gezdirip geçebileceğim bir haberken, geminin içinde yer alan yolculardan biri olunca, durum haliyle bir parça değişti benim için...
Çok uzun yazmayacağım ancak şu an hala hayatta isem, bu konudan ufacık da olsa bahsetmek istiyorum.
Annem, Defne, ben; komşu topraklarda bir gemi seyahati yapmış ve gemiyle İstanbul'a dönüş yoluna koyulmuştuk. Amma velakin, gece saat 1.30'da deprem olduğunu düşündüğüm bir gümbürtüyle yataktan fırladım. Meğer bize boğazda bir tanker çarpmış. Hatta annem aracın bize yaklaşan ışığını görmüş. Biz o vakit çarpan aracın akaryakıt tankeri olduğunu bilmiyoruz. (İyi ki bilmiyoruz.).
*
Herkes çıkıyor kabininden, uzun süre kaptandan anons yok. Ne kadarlık bir hasar aldığımızı bilmiyoruz. Titanik filmi ile yetişmiş bir kuşak olduğumuz için de, ister istemez heyecan yapıyorum. Defne çarpma sırasında uyanmıyor. Onu uyandırmalı mıyım bilemiyorum. Annem uyanık, onları kabinde bırakıp, yukarı çıkıp bilgi almaya da çekiniyorum. Ya birden gemi su alırsa? O sırada çok mantıklı düşünemiyor insan. Can yeleklerimizi giymeli miyiz? Birçok yolcu can yeleklerini giyiyor. Anons olmayınca, herkes kendince bir önlem almaya çalışıyor haliyle. Sonra bir gemi görevlisi dolaşıyor katımızda. "Endişelenecek bir durum yok" diyor ama net bir açıklama da yapamıyor.
*
En nihayetinde, kaptan anons yapıyor. Gemiye bir aracın çarptığını, geminin stabilitesinde ve güvenliğinde sorun olmadığını söylüyor. "Kabinlerinizde kalın" diyor ama dedim ya, Titanik ile yetişmiş kuşak olduğumuz için, nedense çok da emin olamıyorum o saatte dediklerinden. Hele bir süre sonra gemiye yayılan mazot kokusu insanı iyice pirelendiriyor. (Meğer tankerden yakıt sızmaya başlamış) Bir süre sonra midem bulanmaya başlıyor. Defne tosur tosur uyurken, acaba bu kokudan bayılır mı diye endişeleniyorum ama uyandırmaya çalışsam da uyandıramıyorum onu. "Anne beni rahat bırak" diyor, mazot kokusuyla karışık uyuyup gidiyor kuzum. Ben de can yelekleriyle başında bekliyorum...Bir iki saat sonra ya koku azalıyor ya da biz kokuya alışıyoruz...
*
Neyse, o geceyi tüm gemi uykusuz geçiriyoruz, sonradan çarptığımız aracın petrol ürünü taşıyan bir tanker olduğunu öğreniyoruz. (Tankeri hemen uzaklaştırmışlar gemiden, boğaz trafiğini kapatmışlar, Gelibolu mazot kokusu altında kalmış.) Olayın vehametini sonra sonra anlıyoruz. Ne diyeyim, çok çok ucuz atlatmışız. İşte hayat böyle birşey. Hiç tahmin etmediğin bir yerde, sana çok farklı sürprizler hazırlayabiliyor.
İstanbul'a dönüş yolculuğumuzu hiç anlatmayayım, orası da ayrı bir maceraydı ama şu an sağlıkla şu satırları yazabiliyor olmak bile çok güzel birşey...
*
Aslında ben gemide tanıdığım insanları, okuduğum kitapları yazacaktım ama önce bunlar döküldü parmaklarımdan...Onları da yazayım:)
*
Hayatımda ilk defa gemi yolculuğu yaptım. Yapmaya alışık olduğum tarzda bir tatil değildi ama gemide uzun zaman geçirdiğimiz için, insanları bol bol gözlemleme şansım oldu. Özellikle yabancı yaşlı insanların yaşama bağlılıkları çok hoşuma gitti. 80-90'lık yaşlı teyzeler, güzel güzel giyinip makyajlarını yapıyorlardı. Yaşlıların çoğu güleryüzlüydü. Akşamki showlara aktif bir şekilde katılıyorlardı, dans ediyorlardı. "Yaşın kaç olursa olsun, içinde yaşama sevincin olsun!" dedim kendi kendime...
*
Defne gemideki showlara çok meraklıydı. Dans, müzik ve jimnastik gösterilerinin olduğu showları iyi yerden izleyebilmek için, salona ilk gidenlerden oluyorduk. Yine böyle erken gittiğimiz bir akşam, burada tanıştığımız bir çiftin hayat hikayesinden çok etkilendim. Çift Kanada'dan gelmiş. Defne, adama Kanadalı'ya hiç benzemediklerini söyledi. (Çok bilirmiş gibi Kanadalılar'ı...) Meğer Kanada'ya Uganda'dan iltica etmiş Hint asıllı vatandaşlarmış. 1972 yılında, Uganda'da Hint kökenli insanlara çok zulüm yapılmış, çoğu Hintli öldürülmüş, bazıları da ülkeden kaçarak canlarını zor kurtarabilmişler...Bu çift de kaçarken, kadın hamileymiş, yolda bebeğini düşürmüş ama neyse ki, Kanada'da yeniden çocukları olabilmiş. Adamın babasından öğrendiği bir zanaatı olduğu için(kuyumculuk) bu işi Kanada'da da yapabilmiş. Çok tatlı bir çiftti. Şu an Suriye'de yaşananları da anlayabildiğini söyledi adam. "Yaşamayan bilemez tam olarak bu durumları ama ben onları anlayabiliyorum" dedi...Dünyanın başka bir noktasından, ne kadar benzer hikayelerle tanışabiliyor insan...
*
Geminin durduğu bir adada, şirin bir restorana gittik. Bir adamın üzerinde "Dance saved my life" yazan bir t-shirt vardı. Adam öyle atletik yapılı biri değildi ama yüzüne baktığımda gerçekten bir yaşanmışlık hissiyatı aldım adamdan. Yemekte ister istemez bu sözü düşündüm. Olabilir miydi? Dans insanın hayatını kurtarabilir miydi? Belki de kurtarabilirdi? Mesela bana çok iyi gelen birşey dans etmek, düşüncelerin ağırlığı altında ezildiğimi hissettiğim zamanlarda "hop hop hop değiş tonton" yaptırabilen sihirli bir değnek dans! İnsana yaşam enerjisi, hayat veren şahane bir meditasyon dans! Velhasıl, sevdim bu sözü. Adam arkadaşıyla yemekten kalkarken, adama dayanamayıp laf attım. "I liked your t-shirt" diyiverdim:). O da çok nazikçe gülümsedi bana...Oh içimde kalmamış oldu düşündüklerim:)
*
En iyisi kitapları öbür yazıda yazayım, yoksa bu yazı uzayıp gidecek böyle...
*
Gemide show'da dinlediğim müziklerden biriyle yazıyı bitireyim dedim, aklıma gelen ilk şarkı bu oldu:)
Bu tür bir haber normalde hızlıca göz gezdirip geçebileceğim bir haberken, geminin içinde yer alan yolculardan biri olunca, durum haliyle bir parça değişti benim için...
Çok uzun yazmayacağım ancak şu an hala hayatta isem, bu konudan ufacık da olsa bahsetmek istiyorum.
Annem, Defne, ben; komşu topraklarda bir gemi seyahati yapmış ve gemiyle İstanbul'a dönüş yoluna koyulmuştuk. Amma velakin, gece saat 1.30'da deprem olduğunu düşündüğüm bir gümbürtüyle yataktan fırladım. Meğer bize boğazda bir tanker çarpmış. Hatta annem aracın bize yaklaşan ışığını görmüş. Biz o vakit çarpan aracın akaryakıt tankeri olduğunu bilmiyoruz. (İyi ki bilmiyoruz.).
*
Herkes çıkıyor kabininden, uzun süre kaptandan anons yok. Ne kadarlık bir hasar aldığımızı bilmiyoruz. Titanik filmi ile yetişmiş bir kuşak olduğumuz için de, ister istemez heyecan yapıyorum. Defne çarpma sırasında uyanmıyor. Onu uyandırmalı mıyım bilemiyorum. Annem uyanık, onları kabinde bırakıp, yukarı çıkıp bilgi almaya da çekiniyorum. Ya birden gemi su alırsa? O sırada çok mantıklı düşünemiyor insan. Can yeleklerimizi giymeli miyiz? Birçok yolcu can yeleklerini giyiyor. Anons olmayınca, herkes kendince bir önlem almaya çalışıyor haliyle. Sonra bir gemi görevlisi dolaşıyor katımızda. "Endişelenecek bir durum yok" diyor ama net bir açıklama da yapamıyor.
*
En nihayetinde, kaptan anons yapıyor. Gemiye bir aracın çarptığını, geminin stabilitesinde ve güvenliğinde sorun olmadığını söylüyor. "Kabinlerinizde kalın" diyor ama dedim ya, Titanik ile yetişmiş kuşak olduğumuz için, nedense çok da emin olamıyorum o saatte dediklerinden. Hele bir süre sonra gemiye yayılan mazot kokusu insanı iyice pirelendiriyor. (Meğer tankerden yakıt sızmaya başlamış) Bir süre sonra midem bulanmaya başlıyor. Defne tosur tosur uyurken, acaba bu kokudan bayılır mı diye endişeleniyorum ama uyandırmaya çalışsam da uyandıramıyorum onu. "Anne beni rahat bırak" diyor, mazot kokusuyla karışık uyuyup gidiyor kuzum. Ben de can yelekleriyle başında bekliyorum...Bir iki saat sonra ya koku azalıyor ya da biz kokuya alışıyoruz...
*
Neyse, o geceyi tüm gemi uykusuz geçiriyoruz, sonradan çarptığımız aracın petrol ürünü taşıyan bir tanker olduğunu öğreniyoruz. (Tankeri hemen uzaklaştırmışlar gemiden, boğaz trafiğini kapatmışlar, Gelibolu mazot kokusu altında kalmış.) Olayın vehametini sonra sonra anlıyoruz. Ne diyeyim, çok çok ucuz atlatmışız. İşte hayat böyle birşey. Hiç tahmin etmediğin bir yerde, sana çok farklı sürprizler hazırlayabiliyor.
İstanbul'a dönüş yolculuğumuzu hiç anlatmayayım, orası da ayrı bir maceraydı ama şu an sağlıkla şu satırları yazabiliyor olmak bile çok güzel birşey...
*
Aslında ben gemide tanıdığım insanları, okuduğum kitapları yazacaktım ama önce bunlar döküldü parmaklarımdan...Onları da yazayım:)
*
Hayatımda ilk defa gemi yolculuğu yaptım. Yapmaya alışık olduğum tarzda bir tatil değildi ama gemide uzun zaman geçirdiğimiz için, insanları bol bol gözlemleme şansım oldu. Özellikle yabancı yaşlı insanların yaşama bağlılıkları çok hoşuma gitti. 80-90'lık yaşlı teyzeler, güzel güzel giyinip makyajlarını yapıyorlardı. Yaşlıların çoğu güleryüzlüydü. Akşamki showlara aktif bir şekilde katılıyorlardı, dans ediyorlardı. "Yaşın kaç olursa olsun, içinde yaşama sevincin olsun!" dedim kendi kendime...
*
Defne gemideki showlara çok meraklıydı. Dans, müzik ve jimnastik gösterilerinin olduğu showları iyi yerden izleyebilmek için, salona ilk gidenlerden oluyorduk. Yine böyle erken gittiğimiz bir akşam, burada tanıştığımız bir çiftin hayat hikayesinden çok etkilendim. Çift Kanada'dan gelmiş. Defne, adama Kanadalı'ya hiç benzemediklerini söyledi. (Çok bilirmiş gibi Kanadalılar'ı...) Meğer Kanada'ya Uganda'dan iltica etmiş Hint asıllı vatandaşlarmış. 1972 yılında, Uganda'da Hint kökenli insanlara çok zulüm yapılmış, çoğu Hintli öldürülmüş, bazıları da ülkeden kaçarak canlarını zor kurtarabilmişler...Bu çift de kaçarken, kadın hamileymiş, yolda bebeğini düşürmüş ama neyse ki, Kanada'da yeniden çocukları olabilmiş. Adamın babasından öğrendiği bir zanaatı olduğu için(kuyumculuk) bu işi Kanada'da da yapabilmiş. Çok tatlı bir çiftti. Şu an Suriye'de yaşananları da anlayabildiğini söyledi adam. "Yaşamayan bilemez tam olarak bu durumları ama ben onları anlayabiliyorum" dedi...Dünyanın başka bir noktasından, ne kadar benzer hikayelerle tanışabiliyor insan...
*
Geminin durduğu bir adada, şirin bir restorana gittik. Bir adamın üzerinde "Dance saved my life" yazan bir t-shirt vardı. Adam öyle atletik yapılı biri değildi ama yüzüne baktığımda gerçekten bir yaşanmışlık hissiyatı aldım adamdan. Yemekte ister istemez bu sözü düşündüm. Olabilir miydi? Dans insanın hayatını kurtarabilir miydi? Belki de kurtarabilirdi? Mesela bana çok iyi gelen birşey dans etmek, düşüncelerin ağırlığı altında ezildiğimi hissettiğim zamanlarda "hop hop hop değiş tonton" yaptırabilen sihirli bir değnek dans! İnsana yaşam enerjisi, hayat veren şahane bir meditasyon dans! Velhasıl, sevdim bu sözü. Adam arkadaşıyla yemekten kalkarken, adama dayanamayıp laf attım. "I liked your t-shirt" diyiverdim:). O da çok nazikçe gülümsedi bana...Oh içimde kalmamış oldu düşündüklerim:)
*
En iyisi kitapları öbür yazıda yazayım, yoksa bu yazı uzayıp gidecek böyle...
*
Gemide show'da dinlediğim müziklerden biriyle yazıyı bitireyim dedim, aklıma gelen ilk şarkı bu oldu:)
08 June 2015
Yaşa "Oy ve Ötesi"!
Yorgunum ama tatlı bir yorgunluk bu. Dün seçimlerde "Oy ve Ötesi" gönüllüsü olarak çalıştım. Geç bile kalmışım böyle bir oluşumda yer almak için. Tarafsız, bağımsız, adil ve tamamen gönüllülüğe dayalı bir sistem kurulabiliyormuş demek memleketimde...Helal olsun Oy ve Ötesi'ni kuranlara, yaşatanlara...
*
Yaşamadan anlatılması zor bir deneyim aslında. Ama kısaca anlatıvereyim sürecimi, ne de olsa burada yazdıklarım kişisel tarihim oluyor. İnsanlık için küçük ama benim için anlamlı adımlar, kayda düşşün:)
*
Neyse, ne diyorduk...Öncelikle; Oy ve Ötesi'ne sitesinden başvurdum. 1 gün sonra, çalışacağım okulun "Oy ve Ötesi" sorumlusu beni aradı. İzin alarak, beni mail ve whatsup grubuna ekledi. Eğitimleri ve gerekli materyalleri benimle ve grupla paylaştı. Sonra çalışacağım okulda OveÖ gönüllüsü olarak görev yapacak grupla, birkaç kere biraraya geldik. Seçim sırasında dikkat edilmesi gereken kritik noktaların ve ilgili soruların üzerinden geçtik...Her OveÖ grubu böyle midir bilemem ama benim içinde bulunduğum grupta insanların hepsi; sorumluluğunu bilen, yapıcı, yardımcı bir tutum içindelerdi. Genci de yaşlısı da... Çiğ bir hareket görmedim kimseden.
*
Gelelim seçim gününe...
Sabah 6.30 itibariyle grup olarak okulda buluştuk. Son bir görev paylaşımı yapıp, 7'ye doğru sandıklarımıza dağıldık. Okula girip, teker teker sınıflara dağıldığımızda, kendimi üniversite sınavlarına giriyormuş gibi bir ruh halinde hissettim. Böyle bir ortamda hiç çalışmadığım için, başta biraz heyecan yaptım ama ilk dakikaların heyecanını attıktan sonra, "ulen herkeşler insan füs, elinden gelenin en iyisini yap işte" dedim kendime ve aktı gitti gün...
Bizim sandıkta, her yaştan her partiden görev alan insan vardı ve gün boyu herkes birbiriyle uyum içinde çalıştı. Çalışma kısmının yanında, hiç tanımadığın, farklı farklı görüşteki insanlarla bir gün de geçiriyorsun birlikte. Haliyle sohbet ediyorsun, hikayeler dinliyorsun, anlamaya, tanımaya çalışıyorsun karşındakini. Kendilerine partilerinin gönderdiği kumandayı seninle paylaşıyorlar. Ben de birşeyler götürmüştüm, paylaştık işte bir şekilde...
Seçim sistemi çok basit gibi görünse de, işin içine girince, çok detay olduğunu görüyor insan. Zira hedef kitle tüm Türkiye insanı ve her insan oyunu 1 kere kullanıyor, yanlış kullandı mı, yanlış sayıldı mı, yanlış kaydedildi mi, gitti o oy...O yüzden uyanık olmak, rehavete kapılmamak, gerekli uyarıları yapmak, birşeyleri varsaymamak gerekiyor...
Türkiye'nin insan mozaiğini gözlemlemek açısından da dün, benim için kıymetliydi...Bizim sandıkta değildi ama 1919 doğumlu bir kişi gelmiş oy kullanmaya. Bizim sandıkta oy kullanmaya da, parkinsonlu bir amca büyük bir çaba göstererek geldi. Bu insanların çabasını görünce, oy kullanmaya gelmeyenleri düşünmeden edemedim. (Gene de %85 dolayında katılım vardı bizim sandıkta.)
Uzatmayayım, insanın duyduğu bir şeyi, kendinin tecrübe etmesi başka birşey. "Nasıl bir memleket olduk biz, oylarımızı da mı biz sayacağız?" diye hayıflanmak yerine, durumu kabul edip oyların sayımına destek olunca, daha huzurlu uyudum dün akşam.
*
Oy ve Ötesi oluşumu, orada tanıdığım insanlar, farklı görüşteki insanları tanımak, anlamak için de, bu seçim dönemi öğretici bir deneyim oldu benim için...
Bu seçimle, ülkem için yeniden umutlandım ve umudun ışığının hepimizin içinde olduğunu bir kez daha gördüm. "Demokratikleştikçe güselleşiyorsun Türkiye"! diyesim geldi...Dedim, gitti;)
*
Bir önemli not. Bugün de, oy tutanaklarının sisteme girişini yapabilecek T3 gönüllüleri aranıyor. Bilginize...
*
Yazıyı güzel bir şarkıyla bitireyim...
Sabah Açık Radyo'da, Nazım Hikmet'in Piraye'ye olan aşkıyla ilgili konuşuyorlardı. Zamanında ona yazdığı şiirlerden, Yyves Montand'ın da bir şarkı söylediğini konuştular ve bu parçayı çaldılar. Bilin bakalım hangi şiirleri? Hiç fransızca bilmememe rağmen, şarkının fransızca sözlerinden şiirleri aradım buldum, bulunca da çok sevindim, çünkü çok severim bu şiirleri:) Zorlamayayım sizi, gelsin şiirler...Şiirlerle birlikte bu şarkı, bu havada mis gibi gidiyor...
Haydi aydınlık günlere...
24 Eylül 1945
En güzel deniz :
henüz gidilmemiş olanıdır.
En güzel çocuk :
henüz büyümedi.
En güzel günlerimiz :
henüz yaşamadıklarımız.
Ve sana söylemek istediğim en güzel söz :
henüz söylememiş olduğum sözdür...
26 Eylül 1945
Bizi esir ettiler,
bizi hapse attılar :
beni duvarların içinde,
seni duvarların dışında.
Ufak iş bizimkisi.
Asıl en kötüsü :
bilerek, bilmeyerek
hapisaneyi insanın kendi içinde taşıması...
İnsanların birçoğu bu hale düşürülmüş,
namuslu, çalışkan, iyi insanlar
ve seni sevdiğim kadar sevilmeye lâyık...
28 May 2015
Bilge Kocakarı Le Guin ve Just Think About It!
Şahane bir kitap okuyorum. Ursula K. Le Guin'den "Kadınlar Rüyalar Ejderhalar". Jung'sever bir bilimkurgu yazarı Le Guin. Kitap tanıtımında; "uzay gemisindeki bilge kocakarı" gibi bir tanımlama yapılmış kendisiyle ilgili. Tanımlama hoşuma gitti:) Diğer kitaplarını okumadım ancak bu kitabın kapağını* gördüğümde, kapağına vurulmuştum. Irmak Zileli de, Le Guin hakkında yazınca, kitapla ilgili merakım artmış ve almıştım kitabı, okumak bu günlere kısmetmiş...
Kitap, herkesin ilgisini çeker mi bilmiyorum, çok kolay okunur bir kitap değil bana göre, ama; yazmaktan, gölgesiyle yüzleşmekten, fantazilerden, mitlerden, Jung'dan hoşlananlar için keyifli bir kitap olduğunu düşünüyorum. ("İnsan gölgesiyle yüzleşmekten hoşlanır mı?" diye sorabilirsiniz bana, sorar iseniz; "hoşlanmak biraz abartı olabilir ama gölgemizin varlığını kabul edip onunla yüzleşmeden de, tam olmuş olmuyoruz bence" derim.). Le Guin, çok bilgece anlatmış gölgemizin varlığını...
Bu kitabı okurken; önceki yıllarda "Yüzüklerin Efendisi" serisini seyrettiğime de ayrıca sevindim. Zira, yazar bazı "gölge" analizlerini bu filmdeki karakterler üzerinden(daha doğrusu Tolkien'in karakterleriyle) yapıyor ve gerek Tolkien gerek fantaziler gözümde daha da anlamlı hale geliyor.
Kitaptan birkaç alıntı yaparsam, kitapla ilgili daha çok fikir verebilirim size...
Büyümemiz için bize gereken gerçekliktir, insan erdemini ya da kötülüğünü aşan bir bütünlük. Bilgiye, kendimizi bilmeye ihtiyacımız var. Kendimizi ve gölgemizi görmemiz gerekir. Çünkü gölgemizle yüzleşebiliriz; onu kontrol edebilir, onun rehberliğini kabul edebiliriz; böylece belki de büyüdüğümüzde, güçlenip toplum içinde sorumlu yetişkinler olduğumuzda, dünyada yapılan kötülükler, katlanmak zorunda olduğumuz adaletsizlikler, azap ve acı karşısında ve o en sondaki nihai gölge karşısında, çaresizlikle teslim olmaya ya da gördüklerimizi inkar etmeye daha az eğilimli oluruz. (*Kitabın kapağındaki metin)
Hayal gücünün bastırılabileceğinden emin değilim. Eğer çocuktaki hayal gücünün kökünü gerçekten kazıyabilirseniz, o çocuk büyüyünce bir patates olur:)
Fantazi elbette hakikidir. Olgulara dayanmaz ama hakikidir. Çocuklar bilir bunu. Yetişkinler de bilir, zaten çoğu bu yüzden fantaziden korkar. Fantazideki hakikatın, yaşamaya mecbur edildikleri ve kabullendikleri hayatın sahteliğine, kofluğuna, gereksizliğine, sıradanlığına karşı bir meydan okuma hatta tehdit oluşturduğunu bilirler. Ejderhalardan korkarlar, çünkü özgürlükten korkarlar. Çocuklarımıza güvenmemiz gerektiğine inanıyorum. Normal çocuklar, gerçeklikle fantaziyi birbirinden ayırt etmeyi gayet iyi becerir. Çocuk tek boynuzlu atların gerçek olmadığını tabii ki bilir, ama öte yandan tek boynuzlu atlar üzerine yazılan bir kitabın, eğer yeterince iyiyse, hakiki bir kitap olduğunu da bilir.
Jung der ki; "Herkes bir gölgeye sahiptir, bu gölge bireyin bilinçli yaşamında ne kadar az içeriliyorsa, o kadar kara ve yoğun olur." Başka bir deyişle, gölgenize ne kadar az bakarsanız, o kadar güçlenir, sonunda bir tehlikeye, kaldırılamaz bir ağırlığa, ruhunuzun içindeki bir tehdide dönüşür. Bilince kabul edilmeyen gölge, dışarı, ötekilere yansıtılır. Benim bir kusurum yok-sorun onlar...
Eğer gerçek dünyada yaşamak istiyorsam, bu yansıtmalarımdan vazgeçmek zorundayım; nefret edilesi olanın, kötünün içimde olduğunu kabul etmeliyim. Bu kolay değildir. Suçu başkalarına atamamak zor. Ama buna değer. Eğer birey, diyor Jung "Kendi gölgesiyle hesaplaşmayı öğrenirse, dünya için gerçek birşey yapmış olur. Günümüzün devasa, çözülmemiş toplumsal sorunlarının hiç olmazsa minicik bir parçasını sırtlanmayı başarmıştır."
Ağır gittim değil mi?:) Neyse, derin ama güzel konular bence...
Yazıyı, güzel bir şarkıyla noktalayayım. Dün bu şarkıyı bir arkadaşım yolladı bana, yıllardır bildiğim ve nakaratını ezbere söylediğim şarkıyı, ilk defa sözlerine dikkat ederek dinledim ve çok sevdim. Bazı şarkılar zamanı gelince, gerçekten dinleniyor sanırım...
Hepinize iyi günler...
Kitap, herkesin ilgisini çeker mi bilmiyorum, çok kolay okunur bir kitap değil bana göre, ama; yazmaktan, gölgesiyle yüzleşmekten, fantazilerden, mitlerden, Jung'dan hoşlananlar için keyifli bir kitap olduğunu düşünüyorum. ("İnsan gölgesiyle yüzleşmekten hoşlanır mı?" diye sorabilirsiniz bana, sorar iseniz; "hoşlanmak biraz abartı olabilir ama gölgemizin varlığını kabul edip onunla yüzleşmeden de, tam olmuş olmuyoruz bence" derim.). Le Guin, çok bilgece anlatmış gölgemizin varlığını...
Bu kitabı okurken; önceki yıllarda "Yüzüklerin Efendisi" serisini seyrettiğime de ayrıca sevindim. Zira, yazar bazı "gölge" analizlerini bu filmdeki karakterler üzerinden(daha doğrusu Tolkien'in karakterleriyle) yapıyor ve gerek Tolkien gerek fantaziler gözümde daha da anlamlı hale geliyor.
Kitaptan birkaç alıntı yaparsam, kitapla ilgili daha çok fikir verebilirim size...
Büyümemiz için bize gereken gerçekliktir, insan erdemini ya da kötülüğünü aşan bir bütünlük. Bilgiye, kendimizi bilmeye ihtiyacımız var. Kendimizi ve gölgemizi görmemiz gerekir. Çünkü gölgemizle yüzleşebiliriz; onu kontrol edebilir, onun rehberliğini kabul edebiliriz; böylece belki de büyüdüğümüzde, güçlenip toplum içinde sorumlu yetişkinler olduğumuzda, dünyada yapılan kötülükler, katlanmak zorunda olduğumuz adaletsizlikler, azap ve acı karşısında ve o en sondaki nihai gölge karşısında, çaresizlikle teslim olmaya ya da gördüklerimizi inkar etmeye daha az eğilimli oluruz. (*Kitabın kapağındaki metin)
Hayal gücünün bastırılabileceğinden emin değilim. Eğer çocuktaki hayal gücünün kökünü gerçekten kazıyabilirseniz, o çocuk büyüyünce bir patates olur:)
Fantazi elbette hakikidir. Olgulara dayanmaz ama hakikidir. Çocuklar bilir bunu. Yetişkinler de bilir, zaten çoğu bu yüzden fantaziden korkar. Fantazideki hakikatın, yaşamaya mecbur edildikleri ve kabullendikleri hayatın sahteliğine, kofluğuna, gereksizliğine, sıradanlığına karşı bir meydan okuma hatta tehdit oluşturduğunu bilirler. Ejderhalardan korkarlar, çünkü özgürlükten korkarlar. Çocuklarımıza güvenmemiz gerektiğine inanıyorum. Normal çocuklar, gerçeklikle fantaziyi birbirinden ayırt etmeyi gayet iyi becerir. Çocuk tek boynuzlu atların gerçek olmadığını tabii ki bilir, ama öte yandan tek boynuzlu atlar üzerine yazılan bir kitabın, eğer yeterince iyiyse, hakiki bir kitap olduğunu da bilir.
Jung der ki; "Herkes bir gölgeye sahiptir, bu gölge bireyin bilinçli yaşamında ne kadar az içeriliyorsa, o kadar kara ve yoğun olur." Başka bir deyişle, gölgenize ne kadar az bakarsanız, o kadar güçlenir, sonunda bir tehlikeye, kaldırılamaz bir ağırlığa, ruhunuzun içindeki bir tehdide dönüşür. Bilince kabul edilmeyen gölge, dışarı, ötekilere yansıtılır. Benim bir kusurum yok-sorun onlar...
Eğer gerçek dünyada yaşamak istiyorsam, bu yansıtmalarımdan vazgeçmek zorundayım; nefret edilesi olanın, kötünün içimde olduğunu kabul etmeliyim. Bu kolay değildir. Suçu başkalarına atamamak zor. Ama buna değer. Eğer birey, diyor Jung "Kendi gölgesiyle hesaplaşmayı öğrenirse, dünya için gerçek birşey yapmış olur. Günümüzün devasa, çözülmemiş toplumsal sorunlarının hiç olmazsa minicik bir parçasını sırtlanmayı başarmıştır."
Ağır gittim değil mi?:) Neyse, derin ama güzel konular bence...
Yazıyı, güzel bir şarkıyla noktalayayım. Dün bu şarkıyı bir arkadaşım yolladı bana, yıllardır bildiğim ve nakaratını ezbere söylediğim şarkıyı, ilk defa sözlerine dikkat ederek dinledim ve çok sevdim. Bazı şarkılar zamanı gelince, gerçekten dinleniyor sanırım...
Hepinize iyi günler...
20 May 2015
4 kitap
Kafamda Bir Tuhaflık ve Orhan Pamuk:
Okuduğum sürece, bana Mevlüt ve ailesiyle yaşıyormuşum hissi veren
Her karakterin iç dünyasını benimle paylaşarak, onları derinden anlamamı sağlayan
Baharda okumama rağmen, sürekli bana Karakedi bozacısından boza aldırtan
Mevlüt'ün hayat hikayesi üzerinden yakın tarihimizi usulcacık önüme seriveren
Kitap okuma hazzını, romanı okuduğum sürece en yüksek seviyede yaşatan
Ve son cümlesiyle gecenin 2'sinde beni dağıtan enfes yazar...
Orhan Pamuk, iyi ki varsın!
Bize İki Çay Söyle-Elif Key
Mayıs başında 2 günlüğüne Urla'nın bir köyüne gitmiştik. Orada, akşam vakti okumaya başladım kitabı. Defne ile Mithat bir mizah dergisine bakıp kıkırdarken, yanlarında ilk bölümü okudum. "Aa noluyor yaa, daha ilk bölümde gözümden yaş geldi be Mithat, anneannesini yazmış". "Hadi ikinciyi okuyayım, aa gene gözlerim yaşardı, bu sefer de kardeşini yazmış. Her bölümde böyle ağlayacaksam işim var. Zırlak zırlak ortalıkta okumayayım bari kitabı..." diyip odaya gittim. Odada ağlamalı kısımlar bitti ama kitapla başbaşa kalmak bana iyi geldi.
Su gibi akıp gidiyor yazıları...Bizim yaşlarda, dobra, çok doğal yazıyor. Dili keyifli; güldürüyor bazen, bazen de lafı zort diye gediğine oturtuyor. Yazılarında ben de kendi çocukluk, gençlik, yakın geçmiş anılarımı buldum. Hatta kitabın yanına notlar düştüm bol bol. Kitabı okurken, yazarla karşılıklı konuşuyor gibi hissettim. Sunay Akın'a laf çarptığı kısım hariç, kendime çok yakın buldum Elif Key'i. (Hatta bu bölümde bile, onunla konuştum.) Anlayacağın, seninle karşılıklı çay içip sohbet etmiş gibi oldum Elif Key, eyvallah! Bir dahakine çaylar benden olsun;)
Sakin Olmak-Yaşlanırken Kazandıklarımız
Geçenlerde bir gece uykum kaçtı. Dön sağa, dön sola, yok, erken kalkacağım sabaha, "uyursun uyursun" diye yatakta kendime telkinlerde bulundum, ı ıh, yok ortada. Ortada olmadığı gibi, gecenin tüm huzursuzluğunu da üstüme bırakıp gitmiş durumda...
Çaresiz kalktım. Salona gelip birkaç kitap karıştırdım ve aradığım kitabı buldum: Sakin olmak-Yaşlanırken Kazandıklarımız
O kadar müthiş bir kitap ki...Bu incecik kitap, hayatın bütün evrelerini büyük bir bilgelikle anlatıyor. Telaşa mahal yok! Her yaş dönemi, kendine has özellikleriyle yaşanıyor. Şu ana kadar yaşadığım dönemleri okumak keyifli ancak, esas yaşamadığım dönemleri de anlamaya çalışmak, büyüklerin gözünden hayatı yorumlamaya çalışmak iyi geldi bana. Hayatı bir bütün olarak değerlendirince, ister istemez sakinleşiyor insan(yani ben). Bu kitap sayesinde, geceyi; süt liman bir ruh halinde, tatlı bir uyku ile kapadım. (Sadece kitap çizimleri biraz karamsar geldi bana, söylemeden geçemeyeceğim.)
Yaşamda çok şey talihe bağlıdır ve talihsizliğe; her ikisinin sebeplerini de kesinkes söyleyemezsiniz. Olmaması gereken bir şey olduğunda, kendini, başkalarını, hayatı ve dünyayı suçlamanın bir anlamı yoktur. Her zaman bir talihsizlik olabilir, bir hastalık girebilir yaşamınıza, emin olduğunuz bir gerçeklik çökebilir. Niye benim başıma geldi? Bunu sahiden açıklamak mümkün değildir. Neden şimdi başıma geldi bu? Tamamen tesadüf olabilir. Ne zaman kurtulacağım? Belki de artık hiçbir zaman. O zaman ne olacak? O zaman olabildiğince iyi baş etmeye bakmak kalır geriye, mesela kendime şöyle demek: Şimdi hayatın önüme koyduğu ödev budur; tesadüfen ya da bilinçli, kim bilebilir. Ödevi kabul ediyorum, elimden geleni yapacağım, çünkü öyle ya da böyle bir işe yarayacak olmalı. Olup biten her şey, eninde sonunda birşey için iyi değil midir? Mutlaka önceden belirlenmiş bir iyi olmayabilir bu, her zaman ilgili kişinin yararına olmayabilir, çok defa ancak geriye dönüp bakınca onun için iyi olan yanı anlaşılır. Zamanın akışı içinde, bireyin ömür süresinin çok ötesinde, belki bir anlam, olup bitenlerin oturduğu bir bağlam anlaşılır hale gelebilir, belki önceden de varolan bir anlamdır bu, belki de sonradan erişilmiştir. (Kitaptan bir bölüm)
Masal Terapi- Judith Malika Liberman
Daha önceden yazmıştım sanırım, bu sene Judith Liberman'ın masal yazma atölyesine katılmıştım. Hikaye anlatıcısı kendisi, masalcı. Çok da tatlı, gerçek bir kadın. Kırık türkçesiyle şahane masallar anlatıyor. "Dünyada çok fazla kötü, karanlık hikayeler anlatıldı, onlara inanıldı, şimdi de iyi hikayelerin yayılma zamanı olsun" diyor...
Neden olmasın? İnsanoğlunun içindeki iyiliği ortaya çıkaracak her eylem, bence yayılmaya değer...Zaten hayat masallarla, oyunlarla daha güzel...
Judith, atölye sırasında bize kitabının çıkacağından bahsetmişti. Çıkınca aldım. Okumaya başladım ama kitap öyle hemen bitmiyor. Kitabı okuma şekli oyuncaklı, her gün(ya da okumak istediğin zamanlarda), kitaptan rastgele bir sayfa seçiyorsun ve karşına çıkan masal, genelde o günlerde senin kafanı meşgul eden birşeyle ilgili çıkıyor, ya da sen ona yoruyorsun çıkanları:)
Sonuçta hayattaki sorularımızın cevaplarını bulma işini masallara yükleyecek değiliz ama masallar üzerinden hayatla ilgili güzel çıkarımlar yapmak da mümkün. Üstelik dışavurumcu sanatların desteğini de alarak, pek güzel alıştırmalar koymuş her masalın sonuna...
Alıştırmaları yaparsınız, yapmazsınız bilemem ama sırf masalları için bile okunur bu kitap, benden söylemesi...
Hepinize iyi okumalar...
Okuduğum sürece, bana Mevlüt ve ailesiyle yaşıyormuşum hissi veren
Her karakterin iç dünyasını benimle paylaşarak, onları derinden anlamamı sağlayan
Baharda okumama rağmen, sürekli bana Karakedi bozacısından boza aldırtan
Mevlüt'ün hayat hikayesi üzerinden yakın tarihimizi usulcacık önüme seriveren
Kitap okuma hazzını, romanı okuduğum sürece en yüksek seviyede yaşatan
Ve son cümlesiyle gecenin 2'sinde beni dağıtan enfes yazar...
Orhan Pamuk, iyi ki varsın!
Bize İki Çay Söyle-Elif Key
Mayıs başında 2 günlüğüne Urla'nın bir köyüne gitmiştik. Orada, akşam vakti okumaya başladım kitabı. Defne ile Mithat bir mizah dergisine bakıp kıkırdarken, yanlarında ilk bölümü okudum. "Aa noluyor yaa, daha ilk bölümde gözümden yaş geldi be Mithat, anneannesini yazmış". "Hadi ikinciyi okuyayım, aa gene gözlerim yaşardı, bu sefer de kardeşini yazmış. Her bölümde böyle ağlayacaksam işim var. Zırlak zırlak ortalıkta okumayayım bari kitabı..." diyip odaya gittim. Odada ağlamalı kısımlar bitti ama kitapla başbaşa kalmak bana iyi geldi.
Su gibi akıp gidiyor yazıları...Bizim yaşlarda, dobra, çok doğal yazıyor. Dili keyifli; güldürüyor bazen, bazen de lafı zort diye gediğine oturtuyor. Yazılarında ben de kendi çocukluk, gençlik, yakın geçmiş anılarımı buldum. Hatta kitabın yanına notlar düştüm bol bol. Kitabı okurken, yazarla karşılıklı konuşuyor gibi hissettim. Sunay Akın'a laf çarptığı kısım hariç, kendime çok yakın buldum Elif Key'i. (Hatta bu bölümde bile, onunla konuştum.) Anlayacağın, seninle karşılıklı çay içip sohbet etmiş gibi oldum Elif Key, eyvallah! Bir dahakine çaylar benden olsun;)
Sakin Olmak-Yaşlanırken Kazandıklarımız
Geçenlerde bir gece uykum kaçtı. Dön sağa, dön sola, yok, erken kalkacağım sabaha, "uyursun uyursun" diye yatakta kendime telkinlerde bulundum, ı ıh, yok ortada. Ortada olmadığı gibi, gecenin tüm huzursuzluğunu da üstüme bırakıp gitmiş durumda...
Çaresiz kalktım. Salona gelip birkaç kitap karıştırdım ve aradığım kitabı buldum: Sakin olmak-Yaşlanırken Kazandıklarımız
O kadar müthiş bir kitap ki...Bu incecik kitap, hayatın bütün evrelerini büyük bir bilgelikle anlatıyor. Telaşa mahal yok! Her yaş dönemi, kendine has özellikleriyle yaşanıyor. Şu ana kadar yaşadığım dönemleri okumak keyifli ancak, esas yaşamadığım dönemleri de anlamaya çalışmak, büyüklerin gözünden hayatı yorumlamaya çalışmak iyi geldi bana. Hayatı bir bütün olarak değerlendirince, ister istemez sakinleşiyor insan(yani ben). Bu kitap sayesinde, geceyi; süt liman bir ruh halinde, tatlı bir uyku ile kapadım. (Sadece kitap çizimleri biraz karamsar geldi bana, söylemeden geçemeyeceğim.)
Yaşamda çok şey talihe bağlıdır ve talihsizliğe; her ikisinin sebeplerini de kesinkes söyleyemezsiniz. Olmaması gereken bir şey olduğunda, kendini, başkalarını, hayatı ve dünyayı suçlamanın bir anlamı yoktur. Her zaman bir talihsizlik olabilir, bir hastalık girebilir yaşamınıza, emin olduğunuz bir gerçeklik çökebilir. Niye benim başıma geldi? Bunu sahiden açıklamak mümkün değildir. Neden şimdi başıma geldi bu? Tamamen tesadüf olabilir. Ne zaman kurtulacağım? Belki de artık hiçbir zaman. O zaman ne olacak? O zaman olabildiğince iyi baş etmeye bakmak kalır geriye, mesela kendime şöyle demek: Şimdi hayatın önüme koyduğu ödev budur; tesadüfen ya da bilinçli, kim bilebilir. Ödevi kabul ediyorum, elimden geleni yapacağım, çünkü öyle ya da böyle bir işe yarayacak olmalı. Olup biten her şey, eninde sonunda birşey için iyi değil midir? Mutlaka önceden belirlenmiş bir iyi olmayabilir bu, her zaman ilgili kişinin yararına olmayabilir, çok defa ancak geriye dönüp bakınca onun için iyi olan yanı anlaşılır. Zamanın akışı içinde, bireyin ömür süresinin çok ötesinde, belki bir anlam, olup bitenlerin oturduğu bir bağlam anlaşılır hale gelebilir, belki önceden de varolan bir anlamdır bu, belki de sonradan erişilmiştir. (Kitaptan bir bölüm)
Masal Terapi- Judith Malika Liberman
Daha önceden yazmıştım sanırım, bu sene Judith Liberman'ın masal yazma atölyesine katılmıştım. Hikaye anlatıcısı kendisi, masalcı. Çok da tatlı, gerçek bir kadın. Kırık türkçesiyle şahane masallar anlatıyor. "Dünyada çok fazla kötü, karanlık hikayeler anlatıldı, onlara inanıldı, şimdi de iyi hikayelerin yayılma zamanı olsun" diyor...
Neden olmasın? İnsanoğlunun içindeki iyiliği ortaya çıkaracak her eylem, bence yayılmaya değer...Zaten hayat masallarla, oyunlarla daha güzel...
Judith, atölye sırasında bize kitabının çıkacağından bahsetmişti. Çıkınca aldım. Okumaya başladım ama kitap öyle hemen bitmiyor. Kitabı okuma şekli oyuncaklı, her gün(ya da okumak istediğin zamanlarda), kitaptan rastgele bir sayfa seçiyorsun ve karşına çıkan masal, genelde o günlerde senin kafanı meşgul eden birşeyle ilgili çıkıyor, ya da sen ona yoruyorsun çıkanları:)
Sonuçta hayattaki sorularımızın cevaplarını bulma işini masallara yükleyecek değiliz ama masallar üzerinden hayatla ilgili güzel çıkarımlar yapmak da mümkün. Üstelik dışavurumcu sanatların desteğini de alarak, pek güzel alıştırmalar koymuş her masalın sonuna...
Alıştırmaları yaparsınız, yapmazsınız bilemem ama sırf masalları için bile okunur bu kitap, benden söylemesi...
Hepinize iyi okumalar...
1 Film: Toprağın Tuzu-Sebastiao Salgado'nun Hayatı
Toprağın Tuzu
Festivalde kaçırmıştım bu muhteşem filmi ama iyi ki baskasinema var. Filmin son gösterim gününde, son seans için sinemaya gitmeye niyetlendik. Şans bu ya, o günün akşamı İstoş'ta hava döndü, yola çıktığımızda hafiften yağmur yağmaya, şimşekler çakmaya başlamıştı. Yolda yağmur şiddetini arttırıp fırtınayla beslenince, gök de şimşekten tam randımanlı floresan lamba kıvamına dönünce, hafif tırsıp "eve mi dönsek acaba?" dedik ama vazgeçmedik. Arabadan sinemaya yürüdüğümüz 5 dakika içinde sırılsıklam ıslandık. Sinemaya vardığımızda, çok şey başarmışız gibi kendimizle gurur duyduk ama filmi izlemeye başlayınca, bu film için herşeye değer diye düşündük...
Film; Brezilyalı ünlü fotoğrafçı Sebastiao Salgado'nun hayatı hakkında, insana her duyguyu yaşatan sarsıcı bir belgesel. (Salgado'yu duymuşluğum vardı ancak, fotoğraflarını hayat felsefesiyle birleştirerek okuyabildiğim zaman, nasıl bir fotoğrafçı olduğunu anlayabildim.)
Salgado'nun fotoğrafları o kadar çok şey anlatıyor ki...Salgado; yıllar boyunca, dünyanın dört bir yanında; zorluk, sıkıntı, açlık, savaş yaşayan insanların fotoğraflarını çekerek, bu gerçekleri dünya ile paylaşmış. Dünya ile bu fotoğrafları paylaşırken, insanların bu acılardan birşeyler öğreneceğine ve birşeylerin değişeceğine hep inanmış. Peki birşeyler değişmiş mi? İşte hikayenin beni en çok etkileyen ikinci kısmı bu noktada başlıyor. (Hikayenin beni etkileyen birinci kısmı, fotoğrafların insanı sarsan gerçeklikleri idi.) İkinci kısımda, Salgado'nun farklı bir şekilde dünyayı değiştirme öyküsü başlıyor...
Filmin DVD'si çıktığında, filmi kaçırmayın derim.
(Not: Filmi Wim Wenders ve Salgado'nun oğlu yönetmiş. Wim Wenders, Pina Bausch'un hayat hikayesinin anlatıldığı "Pina" filminin de yönetmeni. Meraklısına...)
Festivalde kaçırmıştım bu muhteşem filmi ama iyi ki baskasinema var. Filmin son gösterim gününde, son seans için sinemaya gitmeye niyetlendik. Şans bu ya, o günün akşamı İstoş'ta hava döndü, yola çıktığımızda hafiften yağmur yağmaya, şimşekler çakmaya başlamıştı. Yolda yağmur şiddetini arttırıp fırtınayla beslenince, gök de şimşekten tam randımanlı floresan lamba kıvamına dönünce, hafif tırsıp "eve mi dönsek acaba?" dedik ama vazgeçmedik. Arabadan sinemaya yürüdüğümüz 5 dakika içinde sırılsıklam ıslandık. Sinemaya vardığımızda, çok şey başarmışız gibi kendimizle gurur duyduk ama filmi izlemeye başlayınca, bu film için herşeye değer diye düşündük...
Film; Brezilyalı ünlü fotoğrafçı Sebastiao Salgado'nun hayatı hakkında, insana her duyguyu yaşatan sarsıcı bir belgesel. (Salgado'yu duymuşluğum vardı ancak, fotoğraflarını hayat felsefesiyle birleştirerek okuyabildiğim zaman, nasıl bir fotoğrafçı olduğunu anlayabildim.)
Salgado'nun fotoğrafları o kadar çok şey anlatıyor ki...Salgado; yıllar boyunca, dünyanın dört bir yanında; zorluk, sıkıntı, açlık, savaş yaşayan insanların fotoğraflarını çekerek, bu gerçekleri dünya ile paylaşmış. Dünya ile bu fotoğrafları paylaşırken, insanların bu acılardan birşeyler öğreneceğine ve birşeylerin değişeceğine hep inanmış. Peki birşeyler değişmiş mi? İşte hikayenin beni en çok etkileyen ikinci kısmı bu noktada başlıyor. (Hikayenin beni etkileyen birinci kısmı, fotoğrafların insanı sarsan gerçeklikleri idi.) İkinci kısımda, Salgado'nun farklı bir şekilde dünyayı değiştirme öyküsü başlıyor...
Filmin DVD'si çıktığında, filmi kaçırmayın derim.
(Not: Filmi Wim Wenders ve Salgado'nun oğlu yönetmiş. Wim Wenders, Pina Bausch'un hayat hikayesinin anlatıldığı "Pina" filminin de yönetmeni. Meraklısına...)
Subscribe to:
Posts (Atom)