Featured Post

12 June 2012

3 kitap

Bu sıralar Ece Temelkuran'ın "Kayda Geçsin" kitabını okuyorum. Tatsız şeylerin iyice ayyuka çıktığı bugünlerde, kitabı okudukça, içim daha da bir sıkışıyor. Ama olsun sıkışşın, daha çok okuyayım, daha çok farkına varayım çevremizde olup bitenlerin, bi dürteyim kendimi, çevremi, daha çok insan uyansın derin uykusundan...
Bu kitaptan ve daha önce okuduğum 2 kitaptan, birkaç alıntı yapacağım. Farklı konular gibi görünse de, hepsi insanın doğasıyla ilgili durumlar, haller...Kafamı bu düşünceler meşgul ediyor bu sıra...
Ece Temelkuran/Kayda Geçsin 
"Faşizm, iki kişilik ilişkilerde başlar."(Ingerborg Bachman)
"Faşizm, kötü adamların aniden gelip iyi adamların ağzını burnunu kırması değildir. Faşizm, insanlığın insanlıktan ağır ağır sıyrılarak çıkmasıdır. Gözle görülemeyecek kadar ağır ağır ve küçük küçük işleyen bir süreçtir..."
"Faşizm, zamana yayar kendini. Kar uykusu gibi bir tereddüt yaratarak yapar bunu. "Acaba mı?" "Dur biraz daha bekleyelim", "Belki de korktuğumuz kadar kötü olmayabilir." cümleleri yavaş yavaş uyuşturur insanı. Çağımızın en büyük ilüzyonistidir; kötülüğü iyilik gibi gösterme becerisine sahiptir... "
"Faşizm insanları öncelikle öldürmez, dönüştürür. Faşizmin zaferi insanın hamurunu değiştirebilmedeki becerisidir. Önce yavaş yavaş insanlık haysiyeti ortadan kaldırılır. Rıza üreten ve zulmü katlanabilir hale getiren meşrulaştırma mekanizması çoğunluğun kafasına yerleştirildiğinde başlar oyun. Rızanın üretilmesi için ülkedeki insan hamurunun delilik yönünde değişmiş olması gerekir. Ve dünya tarihinden biliyoruz ki, insan hamuru yeterince tarumar edildiğinde, bir ülke delirebilir, toplumlar hastalanabilir ve hatta yatalak olup bir daha ayağa kalkamayabilir..."
"İnsanın, yine de, her şeye rağmen iyi olabileceğine, bu ülkenin içinde, dövüldükçe içinin çok derinine kaçmış bir iyilik tohumu olduğuna dair bir inatçı imanım var..."  
Not: Benim de umudum var, olmalı, kendimiz için olmasa bile en azından çocuklarımız için bu umudu korumalı, dişe dokunur birşeyler yapmalıyız...

Defne Suman/Mavi Orman
Yasmin'in "oku bak, seversin sen bu kitabı Füs" dediği bir kitap, bir yoga hocasının yoga ve hayat hakkında yazdıkları, bizim kuşaktan yazarı, sevdim kitabı, blogunu da okuyorum yazarın ara ara...Aşağıdaki alıntı, kitabın özü hakkında biraz fikir verecektir size diye düşünüyorum...
"Hocalarımın pek çoğundan da duydum: Yoganızın işe yarayıp yaramadığını anlamak için en yakınınızdaki ilişkilerinize bakın. Yogaya başladıktan sonra anne babanızla, eşinizle, çocuğunuzla, sevgilinizle ilişkileriniz daha dürüst, daha samimi, daha anlayışlı, daha sevecen bir yere geldi mi? Ötekinin duygularını anlıyor, ihtiyaçlarına saygı gösteriyor muyuz? Peki kendi ihtiyaçlarımızı, samimiyetle dile getirebiliyor, duyguları karıştırmadan rica etmeyi becerebiliyor muyuz? Öyle ise, yaptığımız yoga bize hizmet ediyor demektir. Yoksa bacağımızı omzumuzun üzerinden atmışız veya lotus pozunda hareketsiz iki saat oturmayı becermişiz, bunlar değil iyi yoganın ölçüsü."
Yani yaptığımız şeyi içselleştiremiyorsak, hepimize geçmiş olsun. Bu yoga olsun, meditasyon, spor, kişisel gelişim kitapları vs olsun... Sular seller gibi okusak da, sabahtan akşama koşsak da, saatlerce yazsak da, meditasyon yapsak da; işin özünü kavrayamadığımız, kendimizi dinleyip anlamadığımız, farkına varıp değişmediğimiz sürece, debelenmeye devam...

Victor Ananias/Yaşam Dönüşümdür

"...Hayatta olanlar karşısında kendinizi sık sık çaresiz, güçsüz ve umutsuz hissediyorsunuz. Ya da canınızı acıtan, çaresiz hissettiren bir olayla karşılaştığınızda, yalnızlık hissediyorsunuz. Ben bunları yazarken kendimden yola çıkıyorum, sıkça kendimi düşürdüğüm durumlardan...
Aile, tatil, içki, tv, bir sigara...Herhangi bir uyuşturucu giriyor devreye bu noktada ve zihin rahatlıyor, ta ki bir sonraki yeni debdebesi başlayana dek. Doğanın, başkalarının, hatta zihnimizin değil, bu bizim kısırdöngümüz.
Bu durumda ne yapılabilir? Ben ne yapıyorum? Zihnimin bir yerinden bu oyunlara girdiğini fark ettiğim anda, ona gülümsüyorum. "Seni seni" diyorum içimden yaramazın birini paylar gibi ve şımartmamak için hemen gerçek bir meşgaleye yöneltiyorum kendimi o anda, koşullar neye izin verirse...gerçek ve inanç ile yapılan bir iş ise, faydalı tohumlar veriyor zihnimde, bedenimde, ruhumda, çevremde yeşerecek..."

"...Özümüzde hepimiz doğada var olan bilimi anlayıp ilişki kurabilecek algı ve yetilere sahibiz. Bir küçük kuş, bir çiçek ya da bir bebeğe baktığımızda ihtiyacımız olan tüm sevgi, umut ve zenginliğin farkına varabiliriz."

"...Okuyarak, öğrenerek varamayacağım bilgeliğe, çıraklık ederek, inançla, teslimiyetle ve her seferinde "hayırlısı" için niyet ederek yaklaşabileceğimi keşfettim."

"...Kendini gerçekten iyi hissetmenin, sağlıklı olmanın, iletişim kurmanın, gelişmenin, topluma faydalı olmanın ve birçok aradığımız meziyetin en etkin aracı hizmet etmek.

"...Ne zaman kısa vadeli, kendi aklımla sınırlı hesap kitap yapsam, garantiye almaya çalışsam kazanmayı, başarılı olmayı ve kaybetmemeyi, işte o zaman en fazla kan kaybına uğruyorum yolumda yürürken. Oysa, ne zaman hizmet aşkım dorukta olsa, teslimiyet, birliğin farkındalığı duygum güçlü bir şekilde motive oluyor olsa, akıl edemeyeceğim boyutta ve güzellikte sonuçlarla ödüllendiğimi hissediyorum:)"

Not: Melek gibi bir adammış Victor. Melih Cevdet Anday çok güsel bir söz söylemiş. "Hayatın bütün zorluğu, çok basit olmasında"diye. Victor bunu görmüş bilgelerdenmiş bana göre...

Hayatın basitliğini her daim görmemiz ve buna göre yaşamamız dileğiyle, iyi geceler...





28 May 2012

story of stuff

Haftasonu Mithat'la "Permakültür'e Giriş" adlı bir eğitimine katıldık. Permakültür neymiş derseniz; ilk etapta anladığım şu oldu: Dünyanın tepetaklak gidişatına; felsefesi ve ekolojik yaşam yaklaşımıyla, farklı çözümler getirmeye çalışan faydalı bir oluşum!
Detaylarını bilahare yazacağım, oldukça derin bir konu ama öncelikle; kursta tanıştığımız, üniversite 1. sınıf öğrencisi bir arkadaşın önerdiği videoyu sizinle paylaşmak istiyorum. Videoda; dünyada şu an yaşadığımız sistemin arızaları çok basit bir dille, çarpıcı şekilde veriliyor. Permakültürcüler diyor ki; "Sorun, çözümün ta kendisidir." Sorunun bir parçası olabiliyorsak, çözümün de bir parçası olabiliriz gibi geliyor bana...
Lütfen sakin bir zamanınızda izleyin...İyi geceler...





20 April 2012

daldan dala...

Merhaba,
Bir süredir yazmayı düşündüklerimi bugün toparlayım istedim. Daldan dala atlayacağım biras:)

Bir kitap:
Öncelikle bugün bitirmiş olduğum bir kitaptan bahsetmek istiyorum: Serenad-Zülfü Livaneli. Hüzünlü ve oldukça etkileyici bir roman. Çok akıcı bir kitap olduğu için, hızla okuyabiliyorsunuz. Beni kitapta iki şey çok etkiledi. Birincisi; Ermeni, Türk, Yahudi kim olursa olsun, azınlıkta olan halka karşı her zaman bir zulüm olmuş, hem bu topraklarda hem de diğer topraklarda. İnsanoğlunun bu kadar acımasız olabilmesi, beni bir kez daha ürküttü romanı okurken. 
Öyle çok şey var ki, yakın tarihimizle ilgili bilmediğimiz... Mesela 1942 yılında, Romanya'daki Yahudileri Filistin'e taşımak üzere yola çıkan Struma adlı geminin Şile açıklarında Sovyetlerce havaya uçurulduğunu yeni öğrendim. Gemi arızalandığı için, 71 gün boyunca Şile'de bekletilmiş ve kimsenin gemiden çıkarılmasına izin verilmemiş. O gemiden sadece Vehbi Koç, iş ortağı olan bir aileyi patlama öncesi kurtarabilmiş. Olayda esas suçlu Sovyetler gibi görünse de; 768 kişiyi ölüme terkeden İngiltere, Türkiye, Almanya gibi ülkelerin basiretsizliği de affedilir gibi değil. Bu üzücü konu hakkında biraz daha ayrıntı öğrenmek ister misiniz bilmiyorum ama isterseniz: tık
Bu kitapta beni etkileyen ikinci şeyse; roman kahramanı olan kadının(Maya) hikayeyi anlatırken hayatında yaşadığı radikal değişiklikler oldu. 
Belki romanı okumak isteyenler olabilir diyerek çok detaya girmeyeceğim ancak hem yakın tarihimizle ilgili yaşananları öğrenmek hem de iyi kurgulanmış bir roman okumak istiyorsanız, bu kitabı okuyun derim...
Kitabın adına esin kaynağı olan Schubert'in Serenad'ından bir parça ile bu bölümü kapatıyorum (kitabı okuduktan sonra bu müzik daha dokunaklı gelecektir size, klibin görüntülerine çok takılmayın):
***
Film Fest'ten 3 Film:
Film festivalinden ara ara, kısa kısa bilgiler geçeceğimi söylemiştim, ben yazana kadar film fest bitti:)  Neyse, ben gene de festivalde sevdiğim üç filmi yazacağım, belki sonrasında sizin de seyretme şansınız olur bu filmleri:
-Kadınlar: Juliette Binoche döktürmüş gene. Zaten bu kadının her filmini seviyorum ben. Başta, filmin çok basit bir konusu varmış gibi görünüyordu ama o basit gibi görünenin altında yatan gizli ve karmaşık  detaylar, çok güzel su üstüne çıkarıldı ilerleyen dakikalarda. Tam festivallik bir filmdi bence.
-Yalnız Gezegen: Filmi izlerken "Bir Zamanlar Anadolu'da" gibi ağır akan, bu sebeple seyredeni de içine alan bir film diye düşünmüştüm. Bu ağır akışın, filmin etkisini arttırmak için nefis bir yol olduğunu film çıkışında anladım. Gene çok basit bir hikaye var gibiydi görüntüde ancak görünürün arkasındaki insan hallerini vermesi açısından film oldukça çarpıcıydı. Nuri Bilge Ceylan'ın jüri başkanı olduğunu unutmuştum. Onun başkanlığında, Altın Lale Uluslararası Film ödülü verilmiş bu filme. Bu haberi okuduğumda, yüzüme bir gülümseme geldi. Sabırla seyrederim diyorsanız, tavsiye ederim.
Bir anne, 6 yaşındaki 2 çocuğu Fransızca bir animasyona götürürse ne olur? Alt yazı türkçe elbette de, onları kim okuyacak?:) Öncelikle filme girişimizi anlatayım: Tam filme gireceğiz, bizim danaların karnı acıktı. Aç bırakacak değiliz çocukları ama film başlayacak, neyse alelacele aldık tostlarımızı(biri sucuklu!) girdik içeri. Çocuklara dedim ki, "film festivalinde içeriye yiyecek sokulmaz, hışırtıdan felan seyirciler çok rahatsız olur, lütfen çok sessiz yiyin". Gizli birşey yapmanın o tatlı heyecanıyla, minik eller sessiz sessiz kağıtları açtılar, ufak ufak yediler tostlarını. Bravo dedim içimden. Bunu atlattık, peki 76 dk'lık filmi nasıl anlatacağız çocukları sıkmadan, etraftan homurdanma sesleri duymadan, ooof Füs ya, doğru dürüst okusana öncesinde şu kitapçığı...Filmin konusunu öncesinde çocuklara anlatmıştım. Arada fısır fısır biraz daha bilgi verdim. Efe daha cool davrandı, soru sormadı genelde, Defne'nin arada "Anne, ne diyor, peki şimdi ne dedi?" diye sesi yükseldi Rexx'te ama neyse ki kimse birşey demedi. Filme gelince, film enfesti!!! Gerçekten türkçe seslendirme olsaydı, çocuklar filmi bayılarak seyrederdi. Şimdiki haliyle bile sevdiklerini düşünüyorum. Konusu kısaca; ressam tarafından eksik bırakılan resimdeki figürlerin aralarındaki mücadeleyi ve ressamı bulma maceralarını anlatıyordu. Eskizler(en alttakiler) , eksikler ve tastamamlar (renkleri ve çizimleri tamamlanmış figürler) üzerinden tüm sosyal sistemi vermiş yönetmen, hayran oldum kendisine. Bulabilirseniz mutlaka filmi seyredin, çocuklarınıza da seyrettirin derim.
***
Bir insan:
Günlerdir aklım Meral Okay'da, onunla ilgili birçok yazı okudum. Hasta olduğunu bilmiyordum, üzüldüm erken gidişine. Haberi duyunca, yıllar önce ölen sevgili eşi Yaman Okay'a kavuştu diye düşündüm. Yakınen tanımıyorum elbet onları ancak aşkları çok güsel olan bir çiftmiş. Meral Okay'ın eşi için yazdığı mektubu okursanız dediklerime daha çok hak vereceksiniz: tık. Meral Okay'ın eşi hakkında söylediği şu sözler de aklıma çakıldı kaldı:

“Onunla yaşamak bir lunaparkta yaşamak gibiydi. Bir yandan bütün cümbüşü, pırıltısı, eğlencesi ve sürprizleri, öte yandan yüreğinizin ağzınıza geldiği anlarıyla tam bir lunapark gibiydi… Ben Yaman’la birlikte onun kadar temiz, onun kadar beklentisiz, onun kadar masum yaşamayı öğrenmeye çalıştım… O, o kadar ahlâklı ve temizdi ki, yaşam biçimi ve duruşu karşısında başka türlü olamazdınız. Onun yanında kirli kalamazdınız.” 

Karin Karakaşlı güzel bir yazı yazdı bu gözleri gülen kadınla ilgili, orada Meral Okay'ın aşk ve mutlulukla ilgili söyledikleri de aklımın bir köşesinde : 

“Bugün eksik olan ne? Bu topraklarda aşk ve mutluluk kutsanmaz, ayrılık ve acı kutsanmıştır. Birlikteliklerdeki tutku kutsanmaz da, ayrılıktaki tutku kutsanır hep. Yaralarıyla mutlu olmaya daha yatkın bir kültüre aitiz biz” 

"Adı Bende Saklı, Masum Değiliz, Masal," gibi onlarca içimize dokunan şarkıya can veren, İkinci Bahar, Muhteşem Yüzyıl gibi yazdığı muhteşem senaryolarla bize dizileri sevdiren, bu güzel kadın eminim gittiği yere de ışığını götürmüştür. 
Kaç gündür şarkılarını mırıldanıyorum ama çok hüzünlü bir şarkısıyla veda etmeyelim, Masal'la yazımızı bitirelim:

***
Bahçemizde geçen haftasonu yapılan Permakültür çalışmaları ile ilgili Aziz Nesin'lik hikayeyi de sanırım yarın yazabileceğim...

Hepinize iyi geceler...


13 April 2012

istoş'ta bir bahar günü...

Dün işten erken çıktım. Festival filmi öncesi, nereye gidip de kitabımı okusam diye düşünüyordum ki, yollar beni Malta Köşkü'ne daha doğrusu Yıldız Korusu'na götürdü. İyi ki de götürmüş, uzun uzun yürüdüm, bahar kokularını içime çektim, çimenlere uzanıp kuş seslerini dinledim. Aylak aylak dolaşmanın keyfini çıkardım parkta. İstoş bitti filan diyoruz ama hala çok güsel yerleri var. Şehrin kalabalığı içinde sessizliğin keyfini çıkarabilmek hala mümkün imiş...
Bu güzel günle ilgili daha fazla yazmayayım, telefondan da olsa fotolar çektim, onlar anlatsın İstoş'taki baharın güselliğini...
Bu günleri kaçırmayın, kendinizi yeşil yerlere atın derim, inanın hayat çok daha yaşanılası, sevilesi oluyor çayır çimene kavuşunca...

Not: Bu yazımı, bugün doğumgünü olan, benim için çok kıymetli bir arkadaşım için yazıyorum...İyi ki doğdun Clark! Bütün çiçekler sana:)
parkın bekçileri, elbet baharın keyfini de çıkaracak...
mis kokulu sümbüller dedemin bahçesini hatırlattı bana... 
laleler coşmuş! 
ooo papatya...
mest olduğum anlardan biri, bu parkın bahçıvanı olsam daha mutlu biri olur muydum acaba?
lale yolu...
korunun derinliklerine yürümek de hoş, köpeklerden korkmuyorsanız tabi...
benim derin yürüyüşüm kısa oldu biras:)
birkaç sincap bile gördüm, buyrun fotosu!
laleler en fazla bu kadar açsa:) 
bu sene beyaz laleler de çok!
kiraz ağacı
doğa sen ne kadar mucizevisin!
iyi ki varsın bahar!

06 April 2012

festivalden ara ara, kısa kısa...

Festivalde "The Wall-Duvar" filmine gittim geçen günlerde. İlk Emek Sinemasında gösterilmiş film. Gene orada gösterilebilse, ne hoş olurdu...Meraklısı mutlaka seyretmiştir önceden ama depresyon dozu ve etkileyiciliği hayli yüksek bir film imiş. Filmin kurgusuna hayran kaldım. Sadece müziklerle tüm hikayeyi şahane anlatmışlar.
Filmler iyi gidiyor, hadi bakalım...


The Wall 

Pink Floyd, 1977'den beri üzerinde çalıştığı The Wall albümünü Kasım 1979'da EMI'den çıkarttı. Bu albümde "Pink" adındaki bir karakterin doğumundan itibaren olan süreç incelenmiş; savaş, babaya duyulan hasret, eğitim sistemi, aldatma gibi konular işlenmiştir.
Turnede bir hayranıyla kavga eden Roger Waters kafasında seyirciyle kendisinin arasına bir duvar örme düşüncesini yaratmıştı. Daha sonra konsepti geliştirerek bir insanın tüm insanlara karşı olması olarak büyütmüştü.
1982 yılında Alan Parker tarafından albümle aynı isimde bir film çekildi. Soyut bir anlatım tekniğine sahip, simgesel bir anlatım tarzını benimseyen film, Mayıs 1982'de Cannes Film Festivali'nde gösterildi. Film Türkiye'de ilk defa Emek Sineması'nda 1986 kasımında gösterilmiştir.


Not: Serdar Ortaç geldi şimdi aklıma, bilenler bilir, kendisinin de bu şarkıyı icra etmişliği vardır maalesef, acaba filminin de bir versiyonunu yapar mı korkusuna kapıldım bi an için:)

02 April 2012

çok yaşayın!

Burunlara serum fizyolojik uyguladıktan sonra; sıra özel karışım kara burun damlasını uygulamakta:
-Defne, geldi mi burnuna?
-Hı hı...
-Pek akıyo gibi gelmedi bana ama...
-Yok oldu, oldu.
Uygulamayı bitirdikten sonra;
-Aaa Defne kapağı kapalı kalmış damlanın, nasıl burnuna akmış olsun ki?
-Amaaan takma kafana anne.

5 gün süren ağır gripten sonra artık Defne de "yeter!" durumlarına girmiş belli ki... Kendince haklı, çok sevimli uygulamalar değil gerçekten. Gene de bu ağır gribi antibiyotik almadan atlattığımız için mutluyum.

Hastalığımızın iyileşmesinde (ben de Defne'den kaptım biras) en büyük etken, bugün gideceğimiz İstanbul Film Festivali oldu. Düne kadar 39 derece ateşlerle hönkür hönkür öksürüp, her öksürüğüyle içimi cızlatan Defne," hadi gitmiyor muyuz festivale" diye heyecanla ve neşeyle kalktı sabah. Ondaki istek, beni de heyecanlandırdı. Hala öksürüyordu bugün ama en azından diğer günlerdeki gibi öksürüğe takılıp kalmıyordu.

İnsanın iyileşmesinde, onu motive eden birşeylerin olması çok önemli etken zannımca. Bugün vapura  binip geçecektik karşıya. Hem hava durumları hem de bizim durumlar nane molla olunca,  Nişantaşı City's'e arabayla gitmeye karar verdik. Yolda Açık Radyo'yu dinledik. Defne, dinleyici destek programı sebebiyle, sürekli konuşan sunuculara çok söylendi. "Az müzik, çok konuşma, çok sıkıcı" diye hayıflandı. Bana da zaman zaman bu kadar anons fazla gelse de, amaçlarını anlattım Defne'ye. Anladı sanırım? Radyoya destek veren birkaç isim okunurken, kendi tanıdığı ve sevdiği bir kişinin de adı okununca şaşırdı ve çok hoşuna gitti. Kimdi acaba o? :)

Uzatmayayım, Açık Radyo destek programını seviyorum ben, destekçilerin sevdikleri müzikleri çalması da çok güsel. Demin baktım sitelerine; 3000 kişi olmuş destek verenler...Bu yazıyı destek şenliği bittikten sonra yazmak da bi cinslik ama illa bu dönem içinde destek vermek durumunda değilsiniz, her daim destek verebilirsiniz. Destek için: Açık Radyo

Filme dönecek olursak; gideceğimiz "Miyav" filmi, benim de bu sene festivaldeki ilk filmim. Bende şöyle bir düşünce olur her festivalde; "ilk gittiğim film iyi çıkarsa, bu sene festivalde hep iyi filmlere gideceğim". Zallan zort bir düşünce belki ama ööle bir inanışım var işte...
Neyse, film öncesi fest'ten çok tatlı bir kız Lale Kart satmak istedi. Ben de "ilk filmimiz, şimdi salona girsek, çıkışta konuşsak olur mu?" dedim. Tamam dedi, film sonrası için sözleştik.
Filme girmeden önce;

-Anne, patlamış mısır alalım mı?
-Alsak da, festivalde patlamış mısır pek yenmez Defne.
-Aaa niye?
-Festival seyircisinin ilgisi dağılır patlamış mısır sesinden.
-Olsun alalım, öncesinde yerim.
-Olur.

Film, City's de olduğundan mıdır nedir, mısırla salona girmemize izin verdiler. İçeri girdik, film Flamanca olduğu için, içeride seslendirme yapılacaktı. Hem seyirciler, hem yer göstericiler bizi ön tarafa yönlendirdi ama Defne çok öne gitmedi. Ortalarda bir yerde, köşe sıraya oturdu, "burası iyi, görüyorum da" dedi. Çok net konuştuğundan ısrar da edemedim. Ne ilginçtir ki, ben de hep köşelerde oturmayı severim sinema salonlarında. Defne'nin de böyle köşede oturması hoşuma gitti. Film başladı. İçeride bir sürü çocuk olmasına rağmen, çıt yok salonda. İnanılmaz! Film de keyifli, akıcı bir film. Ben de kaptırıp seyrediyorum. Bir sıra;

-Anne ne zaman ara olacak?
-Aa söylemeyi unuttum değil mi? Ara yok festivalde!
-Hımm,tamam.

Film sonunda "Aa güselmiş be film" dedi. Hem Defne'nin festivale ilk defa gelmesi hem de filmi sevmesi beni çok mutlu etti.

O gazla; çıkışta Lale Kartı'nı aldık. Hatta dönüşte, sevdiğimiz biri için de, Açık Radyo'ya destek olduk.

Bugün iyileşmemizi sağlayan; İKSV ve Açık Radyo, çok yaşayın!