Beyin üzerine kitaplar okuyorum bu ara. "Beyni; bilgiyi depolamak için değil, bilgiyle etkileşime geçmek için kullanın" diyen uzmanları dinleyerek, depoyu biraz boşaltayım istiyorum. Zira onları yazmadıkça, kafamın bir yerinde sırada bekleyip duruyorlar. Dökülsün eteğimdekiler...1.taş...
*
20 Dakika!
Bir işe konsantre olabilmemiz için ihtiyacımız olan minimum süre: 20 dakika! İster yemek yap, ister bir proje üzerinde çalış, ister kitap oku. Bölünürsen (yok telefonun çalması, cep telefonuna gelen uyarı sesi, arada maillere bakmaca...), aptallaşırsın! O zaman da bir cacık olmaz senden...
Bunları, ben söylemiyorum. (Cacık hariç:). Bu seneki Peryön konferansına konuşmacı olarak gelmiş futurist, teknoloji uzmanı, gazeteci... Ben Hammersly söylüyor. (Bu arada adama bayıldım. Konferansın ilk günü benim için, "batı cephesinde değişen birşey yok, her sektör hala aynı tas aynı hamam" şeklinde hayal kırıklığı ile geçmişti. Ertesi gün, "dur bakayım, söylerse bu futurist adam belki iyi birşey söyler" modunda gitmiştim ki, 12'den yakaladı beni!)
Ben Hammersly kim derseniz, buradan detay inceleme yapabilirsiniz ama konuşmasından bende kalanları yazayım kısaca:
-Teknoloji şu an fena bir boyutta değil ama çok yakında sizin yaptığınız birçok işi de yapacak boyuta gelecek.
-Hala işe robot gibi çalışan insanları alıyorsanız, yanlış yapıyorsunuz!
-Romantik birini mi gördünüz, gidip onunla konuşun.
-Biri şiir mi yazıyor, onu bulun, çılgınları arayın. (Henüz zombileşmemişleri bulun diye yorumladım.)
-"İşbirliği, yaratıcılık, insan psikolojisi, güzellik, sevgi" gibi insani konular geleceğimizi şekillendirecek.
-Modern teknoloji şu haliyle çöptür. Cep telefonlarınızın notification kısımlarını kapatın! (Bazıları sessizdeydi ama hepsini sessize aldım, rahatladım:)
-Telefonlarınızın, bilgisayarlarınızın ekranı mavi-beyaz rengindedir. Bu renk, beyne her zaman gündüz uyarısını verir. Yani gece bu aletlere baktığınızda da, beyin, zamanı gündüz gibi algılamaya devam eder. Sonra da niye uyuyamıyorum? (Soruyu ben ekledim:).
-Teknolojinin kölesi olmayın, teknolojiyi köleniz yapın!
Kölelik sistemine tamamen karşı olsam da, teknolojiyi hayatımı kolaylaştıracak şekilde kullanmak istiyorum ben de...Notification'ları sessize almak bile iyi geldi... Facebook'a, diğer sosyal medya sitelerine girmek için de, belirli zamanlar belirledim kendime. Rahatladım. Hatta ödül gibi oluyor o zamanlar, sen sağ ben selamet...
Tavsiye ederim...
Featured Post
26 November 2014
21 November 2014
Modern Bir "Eşeği Kaybedip Bulma" Hikayesi
Kırmızı çantalı kız, o gün yine köyünden çıkıp, az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmişti. Çantasındaki minik hediyeleri gün boyunca çeşitli köylerde dağıtmış, artık evine dönüş yoluna koyulmuştu. Köylüsüyle bindiği at arabası onu eve bırakmak üzereydi ki, kırmızı çantasının yanında olmadığını farketti. Önce çantasının yanında olmadığına inanamadı, acaba kötü kalpli kurt mu peşindeydi? Eğer kurt, at arabasına gizlice gelip çantasını almışsa yapabileceği hiçbir şey yoktu.
Ama "bir ihtimal daha var, o da sevmek mi dersin?" şarkısı bu telaşlı anında bile aklına takıldı. Hemen at arabasından indi. O sırada köyün en iyi at binen gençlerinden birini atıyla gördü, ona durumunu anlattı. Karşı köyden geçtiği o eski gemide, kırmızı çantasını unutmuş olabilir miydi? Gemideki zamanını hatırlamaya çalıştı. (Evet o gün çok yorulmuştu ama gemideki tatlı çalgıcıların müziği ruhuna iyi gelmişti. Sadece unutuvermişti çantasını, olan buydu...)
Delikanlı, küçük kızı hemen atının arkasına bindirip, gemilerin yanaştığı limana yol aldı. Hikaye bu ya, o sırada da aynı gemi gene karşı köyden gelmek üzereydi... Küçük kız, delikanlıya teşekkür ederek, gemicilerin yanına koştu. Liman görevlisi amca, sakin bir şekilde "bakarız kızım çantana, gemideyse bulunur" dedi. Gemi yanaştığında, görevli amca gemiye gitti.
Küçük kız, geçimini sağlayan bu kırmızı çantanın bulunacağına inanmak istiyordu. O sırada aklına, köylerine uğrayan perinin sihirli sözleri geldi: "Bu hayatta herşey mümkün! Eğer birşeyin mümkün olmadığını düşünüyorsanız, hemen onu mümkünmüş gibi düşünün!". Perinin söyledikleri o sırada küçük kıza güç verdi.
"Kırmızı çantam gemide. İnsanlar iyiler, onlar çantamı bulmuşlar ve şimdi görevli amcaya veriyorlar..." diye düşünürken, görevli amcanın elinin boş geldiğini gördü, kalbindeki camlar kırılmak üzereyken; "Tamam kızım, bulmuşlar çantanı, kaptan seninle görüşmek istiyor!" dedi görevli amca. Küçük kız, hayalle gerçek arasında hızlı bir yolculuk yaptıktan sonra, sevinçle görevli amcaya sarıldı.
Sonra koşarak gemiye bindi. Gemideki mürettebattan biri, küçük kıza bir şemsiye uzatarak, "bu muydu aradığınız?" dedi. Orada hafif bir şok yaşasa da, diğer görevli, gülümseyerek kıza kaptanın yerini tarif etti. Gemi tekrar karşı kıyıya geçeceği için, küçük kız koşarak merdivenleri çıktı. Hayatında ilk defa kaptan köşküne çıkacağı için de, hafif heyecanlandı. Karşısına hayalindeki gibi, Hulusi Kentmen görünümünde bir kaptan çıkmadı ama kaptanın "endişe etme kızım, sen gemiden çıkmadan, limandan ayrılmayacağız" demesi, küçük kızın gözünde kaptanı Hulusi Kentmen'leştirdi.
Küçük kız gemiden ayrılırken, tüm mürettebata teşekkürlerini çiçek saçar gibi dağıttı. Herkes yine filmlerdeki gibi iyi ve yardımseverdi...Belki de onlar hep öyleydi...Değişen sadece onun düşünceleriydi...
Gemiden ayrılıp yürürken; köyünde büyüklerin anlattığı, eşeğini kaybedip bulma hikayesi geldi aklına....Belki o da bir gün torunlarına, çantasını kaybedip bulan kızın hikayesini anlatırdı...Ama öncelikle yapacağı, çantasını boynuna asabileceği bir askı örmek olacaktı...
Not: "Bir ihtimal daha var o da ölmek mi..." şarkısı, masalda "bir ihtimal daha var, o da sevmek mi..." olmuş, anlatıcı öyle hatırlamış, öyle yorumlamış, hoş görünüz:)
Ama "bir ihtimal daha var, o da sevmek mi dersin?" şarkısı bu telaşlı anında bile aklına takıldı. Hemen at arabasından indi. O sırada köyün en iyi at binen gençlerinden birini atıyla gördü, ona durumunu anlattı. Karşı köyden geçtiği o eski gemide, kırmızı çantasını unutmuş olabilir miydi? Gemideki zamanını hatırlamaya çalıştı. (Evet o gün çok yorulmuştu ama gemideki tatlı çalgıcıların müziği ruhuna iyi gelmişti. Sadece unutuvermişti çantasını, olan buydu...)
Delikanlı, küçük kızı hemen atının arkasına bindirip, gemilerin yanaştığı limana yol aldı. Hikaye bu ya, o sırada da aynı gemi gene karşı köyden gelmek üzereydi... Küçük kız, delikanlıya teşekkür ederek, gemicilerin yanına koştu. Liman görevlisi amca, sakin bir şekilde "bakarız kızım çantana, gemideyse bulunur" dedi. Gemi yanaştığında, görevli amca gemiye gitti.
Küçük kız, geçimini sağlayan bu kırmızı çantanın bulunacağına inanmak istiyordu. O sırada aklına, köylerine uğrayan perinin sihirli sözleri geldi: "Bu hayatta herşey mümkün! Eğer birşeyin mümkün olmadığını düşünüyorsanız, hemen onu mümkünmüş gibi düşünün!". Perinin söyledikleri o sırada küçük kıza güç verdi.
"Kırmızı çantam gemide. İnsanlar iyiler, onlar çantamı bulmuşlar ve şimdi görevli amcaya veriyorlar..." diye düşünürken, görevli amcanın elinin boş geldiğini gördü, kalbindeki camlar kırılmak üzereyken; "Tamam kızım, bulmuşlar çantanı, kaptan seninle görüşmek istiyor!" dedi görevli amca. Küçük kız, hayalle gerçek arasında hızlı bir yolculuk yaptıktan sonra, sevinçle görevli amcaya sarıldı.
Sonra koşarak gemiye bindi. Gemideki mürettebattan biri, küçük kıza bir şemsiye uzatarak, "bu muydu aradığınız?" dedi. Orada hafif bir şok yaşasa da, diğer görevli, gülümseyerek kıza kaptanın yerini tarif etti. Gemi tekrar karşı kıyıya geçeceği için, küçük kız koşarak merdivenleri çıktı. Hayatında ilk defa kaptan köşküne çıkacağı için de, hafif heyecanlandı. Karşısına hayalindeki gibi, Hulusi Kentmen görünümünde bir kaptan çıkmadı ama kaptanın "endişe etme kızım, sen gemiden çıkmadan, limandan ayrılmayacağız" demesi, küçük kızın gözünde kaptanı Hulusi Kentmen'leştirdi.
Küçük kız gemiden ayrılırken, tüm mürettebata teşekkürlerini çiçek saçar gibi dağıttı. Herkes yine filmlerdeki gibi iyi ve yardımseverdi...Belki de onlar hep öyleydi...Değişen sadece onun düşünceleriydi...
Gemiden ayrılıp yürürken; köyünde büyüklerin anlattığı, eşeğini kaybedip bulma hikayesi geldi aklına....Belki o da bir gün torunlarına, çantasını kaybedip bulan kızın hikayesini anlatırdı...Ama öncelikle yapacağı, çantasını boynuna asabileceği bir askı örmek olacaktı...
Not: "Bir ihtimal daha var o da ölmek mi..." şarkısı, masalda "bir ihtimal daha var, o da sevmek mi..." olmuş, anlatıcı öyle hatırlamış, öyle yorumlamış, hoş görünüz:)
19 November 2014
Hayalle...Herşey Mümkün...
Dün bir masal anlatma atölyesine katıldım. Hayallerimizi serbest bıraktığımız, uçtuğumuz bir çalışmaydı...
Çalışmalardan birinde; hoca bize birtakım kağıtlar dağıttı. Burada cümlelerin başını yazmıştı, cümlelerin geri kalanını biz aklımıza ilk gelen şeyle tamamlayacaktık.
Ne nefis anlatımlar çıktı. Bana gelen ilk çağrışımlar genelde yakın çevremle ilgili şeylerdi. Kendimle ilgili çok hayalden hayale zıplamadığımı farkettim.
Mesela;
Kanatlarım olsaydı...Kızımı uçururdum. (Çünkü kızımın en büyük dileği uçabilmek!)
İnsanları uykuya daldıran bir tarağım olsaydı...Fırat'ın saçını tarardım, sonra da uykuya dalamayan çocukların saçına dokunurdum. (Fırat çok yakın arkadaşım ve uykuyla ilgili biraz sıkıntısı var şu ara da...)
Başkalarının anlatımlarını dinlemek de keyifliydi... Tüm evrene kafa tutan bok böcekleri, şişedeki cinle çilingir sofrası kuran kadın, zehirli elmayı toprağa gömen kız, yağmuru durdurup şemsiyesini açan hayalci, yüzükleri isyana kalkmış öykücü...
Mesela;
Aramızdan biri, şöyle birşey yazmıştı;
İnsanları uykuya daldıran bir tarağım olsaydı...üzüldüğümde saçımı tarardım.
Güzel değil mi? Sizi bilmem ama bu anlatımıyla kendisi beni kalpten etkiledi.
Sonra, hocamız; paylaştığımız imece cümlelerden birini alıp "6 dakika"da bununla ilgili bir masal-hikaye yazmamızı istedi. 6 dakika ile amaç; zihni işe karıştırmadan, içimizden ne çıkarsa onu kağıda dökmeyi sağlamak...
İşte 6 dakikada çıkan masal-hikayem...Olduğu haliyle yazıyorum, kurgu, türkçe yazım kurallarına uygunluk vs. gibi şeyler aramayın...
Sihirli bir tarağım olsaydı, her üzüldüğümde saçımı tarardım. Bu sihirli tarak üzüntümü çabucacık giderir, yapmak istediklerime zaman bırakmamı sağlardı. Çünkü üzülmek, çok üzülmek, sadece boşa giden vakitti.
Ne zaman üzülsem bu tarak yardımıma koşuyordu. İstiyordum ki, bu tarağı bu kadar çok kullanmayayım. Tarak da biraz dinlensin, uçları kırılmasın. Zira tarağın uçları kırılmıştı saçlarımı sürekli taramaktan. Hem saçlarıma da yazık değil miydi? Evet ara sıra yardımı iyi oluyordu ama ona bu kadar çok ihtiyacımın olması hoşuma gitmiyordu. İstiyordum ki sihir olmasın! Aklımdan geçen onu da kendimi de özgürlüğe kavuşturmaktı. Belki onu denize atıp, saçlarımı özgürce rüzgara savurduğum gün, benim kurtuluşum olacaktı.
Şimdilik sadece hayalini kuruyordum. Ama hayalini kurabilmek bile bana güç veriyordu.
Düşünsene, ada vapuruna binmişim, martılar eşliğinde tıngır mıngır Burgazada'ya gidiyorum. Vapurda tarak satan amcaya gülümsüyorum. Sonra dışarı çıkıyorum. Dışarısı soğuk ama hiç etkilemiyor beni...Kendimdem memnun, hafif gururlu bir eda ile hafifçe bırakıyorum tarağı denize...
İstersem, 6 dakikada da birşeyler yazabiliyormuşum demek. Hocanın bize dediği, atölye boyunca zırvalamamızın serbest olduğu! Bize, kafalarımızdaki tüm yargıçları dehleyip, sadece 5 yaşındaki küçük yargıcımızı dinlememizi salık verdi. O ne derse doğru der! diye...Ah ki ah, çocukluğumuzdaki şahane hayal gücümüzü, eğitim sistemimizin yardımıyla yerle bir ediyoruz, sonra da eski halimize dönebilmek için, 40'lı yaşlarda tekrar kurslara gidiyoruz. Ne ironik...
Neyse, kısaca diyeceğim o ki;
Hayaller kurabilmek, hayallerini yaşatabilmek, mümkün olmayanı hayalle mümkün kılmak harika bir şey! Hayal kurmak kendini kandırmak değil, aksine kendi dünyanı yaratmak!
Bakın böyle hayallerle yatınca, nasıl bir müzikle uyandım sabaha...Hatta bu sabahki yürüyüşümde, her sabah karşılaştığım ve yanımdan günaydın demeden yürüyüp geçen okul öğretmeni bile "günaydın" dedi bana:) Haydi good morning hepinize...
Çalışmalardan birinde; hoca bize birtakım kağıtlar dağıttı. Burada cümlelerin başını yazmıştı, cümlelerin geri kalanını biz aklımıza ilk gelen şeyle tamamlayacaktık.
Ne nefis anlatımlar çıktı. Bana gelen ilk çağrışımlar genelde yakın çevremle ilgili şeylerdi. Kendimle ilgili çok hayalden hayale zıplamadığımı farkettim.
Mesela;
Kanatlarım olsaydı...Kızımı uçururdum. (Çünkü kızımın en büyük dileği uçabilmek!)
İnsanları uykuya daldıran bir tarağım olsaydı...Fırat'ın saçını tarardım, sonra da uykuya dalamayan çocukların saçına dokunurdum. (Fırat çok yakın arkadaşım ve uykuyla ilgili biraz sıkıntısı var şu ara da...)
Başkalarının anlatımlarını dinlemek de keyifliydi... Tüm evrene kafa tutan bok böcekleri, şişedeki cinle çilingir sofrası kuran kadın, zehirli elmayı toprağa gömen kız, yağmuru durdurup şemsiyesini açan hayalci, yüzükleri isyana kalkmış öykücü...
Mesela;
Aramızdan biri, şöyle birşey yazmıştı;
İnsanları uykuya daldıran bir tarağım olsaydı...üzüldüğümde saçımı tarardım.
Güzel değil mi? Sizi bilmem ama bu anlatımıyla kendisi beni kalpten etkiledi.
Sonra, hocamız; paylaştığımız imece cümlelerden birini alıp "6 dakika"da bununla ilgili bir masal-hikaye yazmamızı istedi. 6 dakika ile amaç; zihni işe karıştırmadan, içimizden ne çıkarsa onu kağıda dökmeyi sağlamak...
İşte 6 dakikada çıkan masal-hikayem...Olduğu haliyle yazıyorum, kurgu, türkçe yazım kurallarına uygunluk vs. gibi şeyler aramayın...
Sihirli bir tarağım olsaydı, her üzüldüğümde saçımı tarardım. Bu sihirli tarak üzüntümü çabucacık giderir, yapmak istediklerime zaman bırakmamı sağlardı. Çünkü üzülmek, çok üzülmek, sadece boşa giden vakitti.
Ne zaman üzülsem bu tarak yardımıma koşuyordu. İstiyordum ki, bu tarağı bu kadar çok kullanmayayım. Tarak da biraz dinlensin, uçları kırılmasın. Zira tarağın uçları kırılmıştı saçlarımı sürekli taramaktan. Hem saçlarıma da yazık değil miydi? Evet ara sıra yardımı iyi oluyordu ama ona bu kadar çok ihtiyacımın olması hoşuma gitmiyordu. İstiyordum ki sihir olmasın! Aklımdan geçen onu da kendimi de özgürlüğe kavuşturmaktı. Belki onu denize atıp, saçlarımı özgürce rüzgara savurduğum gün, benim kurtuluşum olacaktı.
Şimdilik sadece hayalini kuruyordum. Ama hayalini kurabilmek bile bana güç veriyordu.
Düşünsene, ada vapuruna binmişim, martılar eşliğinde tıngır mıngır Burgazada'ya gidiyorum. Vapurda tarak satan amcaya gülümsüyorum. Sonra dışarı çıkıyorum. Dışarısı soğuk ama hiç etkilemiyor beni...Kendimdem memnun, hafif gururlu bir eda ile hafifçe bırakıyorum tarağı denize...
İstersem, 6 dakikada da birşeyler yazabiliyormuşum demek. Hocanın bize dediği, atölye boyunca zırvalamamızın serbest olduğu! Bize, kafalarımızdaki tüm yargıçları dehleyip, sadece 5 yaşındaki küçük yargıcımızı dinlememizi salık verdi. O ne derse doğru der! diye...Ah ki ah, çocukluğumuzdaki şahane hayal gücümüzü, eğitim sistemimizin yardımıyla yerle bir ediyoruz, sonra da eski halimize dönebilmek için, 40'lı yaşlarda tekrar kurslara gidiyoruz. Ne ironik...
Neyse, kısaca diyeceğim o ki;
Hayaller kurabilmek, hayallerini yaşatabilmek, mümkün olmayanı hayalle mümkün kılmak harika bir şey! Hayal kurmak kendini kandırmak değil, aksine kendi dünyanı yaratmak!
Bakın böyle hayallerle yatınca, nasıl bir müzikle uyandım sabaha...Hatta bu sabahki yürüyüşümde, her sabah karşılaştığım ve yanımdan günaydın demeden yürüyüp geçen okul öğretmeni bile "günaydın" dedi bana:) Haydi good morning hepinize...
13 November 2014
31 October 2014
Cuma Film Geceleri
Birkaç ay önce, facebook'ta "çocuklarınızla seyredebileceğiniz 50 film" gibi bir liste hazırlanmıştı. Listeyi ben de sevip, kendi duvarımda paylaşmıştım. Sonra ne olduysa, o haber duvarımdan kayboldu. Herneyse, aklımda kalan birkaç film vardı, gerisini de kendimize göre oluştururuz dedik ve ailecek cuma akşamı filmlerimize başladık!
*
Defne için özellikle ilk haftalar, oyun tadında geçti. Biz onun oteline kalmaya gelmişiz de, otel aktiviteleri arasında film gösterimi de varmış gibi çeşitli mizansenler hazırladı. Hatta bir hafta biz turist olduk, bu vesileyle ingilizce konuşabildiğini de anlamış olduk:)
*
Filmlerimize gelince...Her hafta birimizin film seçme şansı var. Seçilen filme, film çok abuk subuk olmadığı sürece müdahale etmiyoruz. Film arasında; patlamış mısır, kestane kebap, meyve salatası gibi atıştırmalıkları hazırlamak benim görevim!
*
Sözü uzatmadan seçtiğimiz filmlere geçiyorum.
Amelie: Bu film hayatımın filmidir. Mithat'ın olmadığı bir akşam ana-kız seyretmiştik, tabi bazı sahneleri atlayarak...
Ama esas listemiz şöyle başladı:
1-Roma Tatili: Defne, "ben siyah-beyaz film seyretmem" diye önce çok nazlandı ama film başlayınca sardı tabi. Bir prensesin hikayesi ne de olsa...Ertesi gün, google'da Audrey Hepburn hakkında bilgi bakıyordu...
2-Tiffany'de Kahvaltı: Bu film, hasta olduğum için idareten seyredildi, pek de sarmadı Defne'yi zaten.
3-Pıtırcık: Pıtırcık filmlerini seviyoruz. Bu sene sinemada da Pıtırcık Tatilde'yi seyretmiştik. Keyifli filmler...
4-The Kid: Charlie Chaplin'in hem siyah-beyaz hem de sessiz filmi. 1921'lerde nasıl güzel bir film çekmiş. Sevginin bu kadar tatlı anlatılabildiği film azdır. Defne, çocuk oyuncuya bayıldı. O çocuğun yaptığı gibi, şapur şupur öptü filmin sonunda bizi.
5-Grease: Büyük mücadeleler sonucu bu filmi seyredebildik. Defne başta acayip ayak diredi (kime çekmiş bu huyu acaba?:) ama sonra ayıla bayıla seyretti tabi filmi...Bazı sahneler gene hızlı geçildi ama dans sevildi hatta dans edildi...
6-Maleficent: Bu filmi Defne ile Mithat önceden izlemişti, benim için bir daha izlediler. Masalımsı bir filmdi. Çizgi filmlerin bile duygusal sahnelerinde gözleri dolan ben, tabi ki bu filmde de ağladım bir parça ama genel olarak filmi beğendim. "Herşey göründüğü gibi değildir"i iyi vermiş.
7- The Sound of Music (Neşeli Günler): Bu filmin bir parçasını, okulda müzik hocaları Defneler'e seyrettirmiş. Defne de okul kütüphanesinden almış gelmiş filmi. (Filmlerin bazılarını kütüphaneden seçiyoruz, çok iyi oluyor.) Küçükken de müzikalleri pek sevmezdim. Filmin en dramatik veya duygusal sahnesinde, artistlerin şarkı söylemeye başlamaları çok komik gelirdi bana. Gene o günleri hatırladım filmi seyrederken. Adam tam kadını öpecek, kadın şarkı söylemeye başlıyor...Oldu mu şimdi?
Film 167 dakikaymış. Unutmuşum:) Mit arada uyukladı ama Defne memnundu halinden. Sadece Hitler'le ilgili bölümde, kafası karıştı. "Almanlar kötü mü anne? Aslında futbolda şampiyon da olmuşlardı...""Yok canım kötü değiller, sadece bir sıra kötü bir yöneticileri oldu ve baskıyla yönetilip kötü şeyler yaptılar ama sonra dünyadan özür dilediler...vs vs..." Söylediklerim biraz rahatlattı sanki onu ama gene de kafası fena takıldı Hitler'e...
Bu listede baktım da, hiç türk filmi yok. Hababam filmlerini seyretmiştik ama Neşeli Günler, Süt Kardeşler, Mavi Boncuk gibi türk filmlerini de listeye katmak iyi olur...
Aklımızda; Cazcı Kardeşler, E.T. , Back to the Future, The Karate Kid gibi filmler var...
Başka önerisi olan?
Bir film müziği ile yazıyı bitireyim, iyi seyirler...
*
Defne için özellikle ilk haftalar, oyun tadında geçti. Biz onun oteline kalmaya gelmişiz de, otel aktiviteleri arasında film gösterimi de varmış gibi çeşitli mizansenler hazırladı. Hatta bir hafta biz turist olduk, bu vesileyle ingilizce konuşabildiğini de anlamış olduk:)
*
Filmlerimize gelince...Her hafta birimizin film seçme şansı var. Seçilen filme, film çok abuk subuk olmadığı sürece müdahale etmiyoruz. Film arasında; patlamış mısır, kestane kebap, meyve salatası gibi atıştırmalıkları hazırlamak benim görevim!
*
Sözü uzatmadan seçtiğimiz filmlere geçiyorum.
Amelie: Bu film hayatımın filmidir. Mithat'ın olmadığı bir akşam ana-kız seyretmiştik, tabi bazı sahneleri atlayarak...
Ama esas listemiz şöyle başladı:
1-Roma Tatili: Defne, "ben siyah-beyaz film seyretmem" diye önce çok nazlandı ama film başlayınca sardı tabi. Bir prensesin hikayesi ne de olsa...Ertesi gün, google'da Audrey Hepburn hakkında bilgi bakıyordu...
2-Tiffany'de Kahvaltı: Bu film, hasta olduğum için idareten seyredildi, pek de sarmadı Defne'yi zaten.
3-Pıtırcık: Pıtırcık filmlerini seviyoruz. Bu sene sinemada da Pıtırcık Tatilde'yi seyretmiştik. Keyifli filmler...
4-The Kid: Charlie Chaplin'in hem siyah-beyaz hem de sessiz filmi. 1921'lerde nasıl güzel bir film çekmiş. Sevginin bu kadar tatlı anlatılabildiği film azdır. Defne, çocuk oyuncuya bayıldı. O çocuğun yaptığı gibi, şapur şupur öptü filmin sonunda bizi.
5-Grease: Büyük mücadeleler sonucu bu filmi seyredebildik. Defne başta acayip ayak diredi (kime çekmiş bu huyu acaba?:) ama sonra ayıla bayıla seyretti tabi filmi...Bazı sahneler gene hızlı geçildi ama dans sevildi hatta dans edildi...
6-Maleficent: Bu filmi Defne ile Mithat önceden izlemişti, benim için bir daha izlediler. Masalımsı bir filmdi. Çizgi filmlerin bile duygusal sahnelerinde gözleri dolan ben, tabi ki bu filmde de ağladım bir parça ama genel olarak filmi beğendim. "Herşey göründüğü gibi değildir"i iyi vermiş.
7- The Sound of Music (Neşeli Günler): Bu filmin bir parçasını, okulda müzik hocaları Defneler'e seyrettirmiş. Defne de okul kütüphanesinden almış gelmiş filmi. (Filmlerin bazılarını kütüphaneden seçiyoruz, çok iyi oluyor.) Küçükken de müzikalleri pek sevmezdim. Filmin en dramatik veya duygusal sahnesinde, artistlerin şarkı söylemeye başlamaları çok komik gelirdi bana. Gene o günleri hatırladım filmi seyrederken. Adam tam kadını öpecek, kadın şarkı söylemeye başlıyor...Oldu mu şimdi?
Film 167 dakikaymış. Unutmuşum:) Mit arada uyukladı ama Defne memnundu halinden. Sadece Hitler'le ilgili bölümde, kafası karıştı. "Almanlar kötü mü anne? Aslında futbolda şampiyon da olmuşlardı...""Yok canım kötü değiller, sadece bir sıra kötü bir yöneticileri oldu ve baskıyla yönetilip kötü şeyler yaptılar ama sonra dünyadan özür dilediler...vs vs..." Söylediklerim biraz rahatlattı sanki onu ama gene de kafası fena takıldı Hitler'e...
Bu listede baktım da, hiç türk filmi yok. Hababam filmlerini seyretmiştik ama Neşeli Günler, Süt Kardeşler, Mavi Boncuk gibi türk filmlerini de listeye katmak iyi olur...
Aklımızda; Cazcı Kardeşler, E.T. , Back to the Future, The Karate Kid gibi filmler var...
Başka önerisi olan?
Bir film müziği ile yazıyı bitireyim, iyi seyirler...
Ot, candır!
Memleketle ilgili birşeyler yazmaya başlayınca, o kadar derin kuyulara giriyorum ki, adeta kör kuyularda merdivensiz kalıyorum...Yazmaya çalıştıkça, tıkanıp kalıyorum, boğazım düğümleniyor, hiçbirşey yazamıyorum.
*
O yüzden, beni hayatta ve ayakta tutan şeyleri yazmaya çalışmak, belki de yapabildiğim...
Mesela, bu ülkede OT gibi bir derginin basılabilmesi, bu topraklara inanmamda benim için hala bir umut! Ekim sonu geldi ama ancak okuyabildim OT'u. Dergiden, teaser niyetine, "bir tat bir doku" kıvamında birkaç söz yazıyorum...Belki ilginizi çeker, bi OT'lanmak istersiniz? Olmadı Kasım'a...
*
Şimdi soruyorum size, bu yazarlar pamuklara sarılıp sarmalanmaz da ne yapılır?
Sıddık Akbayır'dan Aylak Adam
"Yusuf Atılgan, karşıdaki geçitte bekleyecek, Serpil de tramvaydan inecektir. Havada, sevilmiş bir kadın güzelliği vardır..."
(17 yaşındaki Serpil, 39 yaşındaki Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam kitabını okur ve kitaptan çok etkilenerek yazarın peşine düşer ve hikayeleri başlar...)
(17 yaşındaki Serpil, 39 yaşındaki Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam kitabını okur ve kitaptan çok etkilenerek yazarın peşine düşer ve hikayeleri başlar...)
Ercan Mehmet Erdem ve Nejat İşler'den su gibi akan harbi bir muhabbet...
Muhabbetin arasına; yazarlardan, düşünürlerden de güzel sözler serpiştiriveriyorlar, okumanın tadına doyum olmuyor. Mesela, Hemingway'in şu sözünün güzelliğine bakınız:
"Hayat hakkında yazabilmen için, önce onu yaşaman gerekir!"
Murat Menteş'ten savaş, barış ve hayatla ilgili güzel bir yazı... Şimdi o silahı yavaşça yere bırak!
"İslam'ı küçültüp küçültüp cüzdanına veya şarjörüne doldurmak...İşte asıl alçaklık ve ihanet budur!"
Angutyus'dan inci taneleri...
Unutma! Ne yaparsan yap, neyi başarırsan başar, nerelere gelirsen gel, en nihayetinde götüne pamuk tıkıyorlar bu hayatın sonunda!( pamuklara sarma sözüm biraz ironik oldu bu durumda ya, neyse:)
Gündüz Vassaf'tan hayat ile ilgili anektodlar...
"...30'lu yıllar...Babam, çiçeği burnunda bir psikiyatrist. Akşam gazetesinin birinci sayfasında aşk konusunda röportajı var. Gazeteci soruyor, " Doktor bey, aşk hastalığının tedavisi nasıl olur? " Aşık olmak değil, olmamak hastalıktır" diye cevap vermiş babam."
Ertuğrul Mavioğlu'ndan "kaybolan vicdanımız" üzerine... Vicdanımızı tekrar hatırlatan taş gibi ağır bir yazı...
"Ey insan Kaf Dağı kadar yüksek olsan da, kefene sığacak kadar küçüksün. Unutma her şeyin bir hesabı var, üzdüğün kadar üzülürsün. (Mevlana)"
Met-Üst'den Cem Yılmaz ile daldan dala bir röportaj
Ergen kelimesi mesela...Çok duyuyoruz. İnsanlar birbirlerine sürekli "ergen" diye hitap ediyorlar. "Ergen kafası" diye bir tanım var. Ergen kafası kıymetli bir şeydi yahu, ben bütün önemli kararlarımı ergen kafasıyla aldım. 15 yaşında bir çocuk bir başka arkadaşına " hadi ulan ergen" diyor...Twitter'da birbirlerine "ergen kafası" diye hakaret ediyorlar. Twitter'ı bulan çocuk ergen kafasıyla buldu, bilgisayarı bulan adam ergen kafasıyla buldu, hepsi ergen kafasıyla bulunmuş şeyler. Ergen kafası oldu sana hakaret!
(Hakkaten öyle, ben de dikkat edeyim bu kıymetli ergen kafasına)
Hakan Bıçakcı'dan -Başka Biri Mi Var? Sonu incelikle bağlanmış buruk bir hikaye...
"Erkekler bir kadının ilk sevgilisi olmak isterler, kadınlar ise bir erkeğin son sevgilisi" Oscar Wilde
Candaş Tolga- "Bırakınız İçsinler, Bırakınız Kurtarsınlar" Hem güldüren hem hüzünlendiren rakı tadında bir hikaye...
"En güzel rakı muhabbeti, hiç konuşmadan susarak yapılandır."
Maksat yeşillik olsun, haydi iyi okumalar...
Maksat yeşillik olsun, haydi iyi okumalar...
15 October 2014
Alain de Botton ile Trajediden Yaşama Sanatına...The School of Life!
Kitaplarını severek okuduğum Alain de Botton'u, dün İstanbul'da konuşmacı olarak izledim. İstanbul'da Bilgi Üniversitesi ortaklığıyla, The School of Life'ın bir şubesini açıyorlar. Onu tanıtmak amacıyla gelmiş. Karamsarlık bulutları üzerimize çökmüşken, Alain de Botton gibi farklı bakış açısına sahip insanları dinlemek, okumak iyi geliyor bana.
Amerikalıların abartılı optimist yaklaşımlarını tiye alan, hayatı daha çok bir "trajedi" olarak tanımlayan ve bu kabulle hayatı "yaşam sanatı"na dönüştüren bir adam bence Alain de Botton. (Alain de Botton hakkında daha fazla bilgi edinmek isterseniz, bu ay kendisiyle yapılan bir röportaj size fikir verebilir.)
The School of Life ne ola ki derseniz, "Alain de Botton öncülüğünde, "gündelik yaşam için parlak fikirler" sloganıyla yola çıkmış, iş hayatından mutluluğa, felsefeden, sosyalleşmeye, cinsellikten psikolojiye, çeşitli konularda seminerlerin verildiği ve sıradışı aktivitelerin gerçekleştirildiği bir kuruluş" olarak tanımlıyorlar kendilerini.
Amerikalıların abartılı optimist yaklaşımlarını tiye alan, hayatı daha çok bir "trajedi" olarak tanımlayan ve bu kabulle hayatı "yaşam sanatı"na dönüştüren bir adam bence Alain de Botton. (Alain de Botton hakkında daha fazla bilgi edinmek isterseniz, bu ay kendisiyle yapılan bir röportaj size fikir verebilir.)
The School of Life ne ola ki derseniz, "Alain de Botton öncülüğünde, "gündelik yaşam için parlak fikirler" sloganıyla yola çıkmış, iş hayatından mutluluğa, felsefeden, sosyalleşmeye, cinsellikten psikolojiye, çeşitli konularda seminerlerin verildiği ve sıradışı aktivitelerin gerçekleştirildiği bir kuruluş" olarak tanımlıyorlar kendilerini.
Dünkü konuşması, aslında okul olarak çıkardıkları kitapların bir özeti gibiydi. Şu an bu okulun türkçeye çevrilmiş 6 kitabı var. Şu an dördüncü kitabı okuyorum, çok samimi yazılmış, keyifli kitaplar. Konu başlıkları sizin de ilginizi çekecektir. Ama içerikleri de bence gayet iyi, severek okuyorum...Tavsiye ederim.
Okulun bu tarz konularla ilgili eğitimleri, atölye çalışmaları da olacak. Kadroda Yankı Yazgan, Ece Temelkuran, Alper Hasanoğlu, Serra Yılmaz gibi beğendiğim isimler var ancak bütçemi Alain de Botton ve kitaplarla doldurmuş bulunmaktayım:) Çalışmaları incelemek isterseniz: Program
Hepinize esenlikler...
![]() |
bilgi |
![]() |
bilgi |
![]() |
bilgi |
![]() |
bilgi |
![]() |
bilgi |
![]() |
bilgi |
Okulun bu tarz konularla ilgili eğitimleri, atölye çalışmaları da olacak. Kadroda Yankı Yazgan, Ece Temelkuran, Alper Hasanoğlu, Serra Yılmaz gibi beğendiğim isimler var ancak bütçemi Alain de Botton ve kitaplarla doldurmuş bulunmaktayım:) Çalışmaları incelemek isterseniz: Program
Hepinize esenlikler...
Subscribe to:
Posts (Atom)