Featured Post

20 April 2012

daldan dala...

Merhaba,
Bir süredir yazmayı düşündüklerimi bugün toparlayım istedim. Daldan dala atlayacağım biras:)

Bir kitap:
Öncelikle bugün bitirmiş olduğum bir kitaptan bahsetmek istiyorum: Serenad-Zülfü Livaneli. Hüzünlü ve oldukça etkileyici bir roman. Çok akıcı bir kitap olduğu için, hızla okuyabiliyorsunuz. Beni kitapta iki şey çok etkiledi. Birincisi; Ermeni, Türk, Yahudi kim olursa olsun, azınlıkta olan halka karşı her zaman bir zulüm olmuş, hem bu topraklarda hem de diğer topraklarda. İnsanoğlunun bu kadar acımasız olabilmesi, beni bir kez daha ürküttü romanı okurken. 
Öyle çok şey var ki, yakın tarihimizle ilgili bilmediğimiz... Mesela 1942 yılında, Romanya'daki Yahudileri Filistin'e taşımak üzere yola çıkan Struma adlı geminin Şile açıklarında Sovyetlerce havaya uçurulduğunu yeni öğrendim. Gemi arızalandığı için, 71 gün boyunca Şile'de bekletilmiş ve kimsenin gemiden çıkarılmasına izin verilmemiş. O gemiden sadece Vehbi Koç, iş ortağı olan bir aileyi patlama öncesi kurtarabilmiş. Olayda esas suçlu Sovyetler gibi görünse de; 768 kişiyi ölüme terkeden İngiltere, Türkiye, Almanya gibi ülkelerin basiretsizliği de affedilir gibi değil. Bu üzücü konu hakkında biraz daha ayrıntı öğrenmek ister misiniz bilmiyorum ama isterseniz: tık
Bu kitapta beni etkileyen ikinci şeyse; roman kahramanı olan kadının(Maya) hikayeyi anlatırken hayatında yaşadığı radikal değişiklikler oldu. 
Belki romanı okumak isteyenler olabilir diyerek çok detaya girmeyeceğim ancak hem yakın tarihimizle ilgili yaşananları öğrenmek hem de iyi kurgulanmış bir roman okumak istiyorsanız, bu kitabı okuyun derim...
Kitabın adına esin kaynağı olan Schubert'in Serenad'ından bir parça ile bu bölümü kapatıyorum (kitabı okuduktan sonra bu müzik daha dokunaklı gelecektir size, klibin görüntülerine çok takılmayın):
***
Film Fest'ten 3 Film:
Film festivalinden ara ara, kısa kısa bilgiler geçeceğimi söylemiştim, ben yazana kadar film fest bitti:)  Neyse, ben gene de festivalde sevdiğim üç filmi yazacağım, belki sonrasında sizin de seyretme şansınız olur bu filmleri:
-Kadınlar: Juliette Binoche döktürmüş gene. Zaten bu kadının her filmini seviyorum ben. Başta, filmin çok basit bir konusu varmış gibi görünüyordu ama o basit gibi görünenin altında yatan gizli ve karmaşık  detaylar, çok güzel su üstüne çıkarıldı ilerleyen dakikalarda. Tam festivallik bir filmdi bence.
-Yalnız Gezegen: Filmi izlerken "Bir Zamanlar Anadolu'da" gibi ağır akan, bu sebeple seyredeni de içine alan bir film diye düşünmüştüm. Bu ağır akışın, filmin etkisini arttırmak için nefis bir yol olduğunu film çıkışında anladım. Gene çok basit bir hikaye var gibiydi görüntüde ancak görünürün arkasındaki insan hallerini vermesi açısından film oldukça çarpıcıydı. Nuri Bilge Ceylan'ın jüri başkanı olduğunu unutmuştum. Onun başkanlığında, Altın Lale Uluslararası Film ödülü verilmiş bu filme. Bu haberi okuduğumda, yüzüme bir gülümseme geldi. Sabırla seyrederim diyorsanız, tavsiye ederim.
Bir anne, 6 yaşındaki 2 çocuğu Fransızca bir animasyona götürürse ne olur? Alt yazı türkçe elbette de, onları kim okuyacak?:) Öncelikle filme girişimizi anlatayım: Tam filme gireceğiz, bizim danaların karnı acıktı. Aç bırakacak değiliz çocukları ama film başlayacak, neyse alelacele aldık tostlarımızı(biri sucuklu!) girdik içeri. Çocuklara dedim ki, "film festivalinde içeriye yiyecek sokulmaz, hışırtıdan felan seyirciler çok rahatsız olur, lütfen çok sessiz yiyin". Gizli birşey yapmanın o tatlı heyecanıyla, minik eller sessiz sessiz kağıtları açtılar, ufak ufak yediler tostlarını. Bravo dedim içimden. Bunu atlattık, peki 76 dk'lık filmi nasıl anlatacağız çocukları sıkmadan, etraftan homurdanma sesleri duymadan, ooof Füs ya, doğru dürüst okusana öncesinde şu kitapçığı...Filmin konusunu öncesinde çocuklara anlatmıştım. Arada fısır fısır biraz daha bilgi verdim. Efe daha cool davrandı, soru sormadı genelde, Defne'nin arada "Anne, ne diyor, peki şimdi ne dedi?" diye sesi yükseldi Rexx'te ama neyse ki kimse birşey demedi. Filme gelince, film enfesti!!! Gerçekten türkçe seslendirme olsaydı, çocuklar filmi bayılarak seyrederdi. Şimdiki haliyle bile sevdiklerini düşünüyorum. Konusu kısaca; ressam tarafından eksik bırakılan resimdeki figürlerin aralarındaki mücadeleyi ve ressamı bulma maceralarını anlatıyordu. Eskizler(en alttakiler) , eksikler ve tastamamlar (renkleri ve çizimleri tamamlanmış figürler) üzerinden tüm sosyal sistemi vermiş yönetmen, hayran oldum kendisine. Bulabilirseniz mutlaka filmi seyredin, çocuklarınıza da seyrettirin derim.
***
Bir insan:
Günlerdir aklım Meral Okay'da, onunla ilgili birçok yazı okudum. Hasta olduğunu bilmiyordum, üzüldüm erken gidişine. Haberi duyunca, yıllar önce ölen sevgili eşi Yaman Okay'a kavuştu diye düşündüm. Yakınen tanımıyorum elbet onları ancak aşkları çok güsel olan bir çiftmiş. Meral Okay'ın eşi için yazdığı mektubu okursanız dediklerime daha çok hak vereceksiniz: tık. Meral Okay'ın eşi hakkında söylediği şu sözler de aklıma çakıldı kaldı:

“Onunla yaşamak bir lunaparkta yaşamak gibiydi. Bir yandan bütün cümbüşü, pırıltısı, eğlencesi ve sürprizleri, öte yandan yüreğinizin ağzınıza geldiği anlarıyla tam bir lunapark gibiydi… Ben Yaman’la birlikte onun kadar temiz, onun kadar beklentisiz, onun kadar masum yaşamayı öğrenmeye çalıştım… O, o kadar ahlâklı ve temizdi ki, yaşam biçimi ve duruşu karşısında başka türlü olamazdınız. Onun yanında kirli kalamazdınız.” 

Karin Karakaşlı güzel bir yazı yazdı bu gözleri gülen kadınla ilgili, orada Meral Okay'ın aşk ve mutlulukla ilgili söyledikleri de aklımın bir köşesinde : 

“Bugün eksik olan ne? Bu topraklarda aşk ve mutluluk kutsanmaz, ayrılık ve acı kutsanmıştır. Birlikteliklerdeki tutku kutsanmaz da, ayrılıktaki tutku kutsanır hep. Yaralarıyla mutlu olmaya daha yatkın bir kültüre aitiz biz” 

"Adı Bende Saklı, Masum Değiliz, Masal," gibi onlarca içimize dokunan şarkıya can veren, İkinci Bahar, Muhteşem Yüzyıl gibi yazdığı muhteşem senaryolarla bize dizileri sevdiren, bu güzel kadın eminim gittiği yere de ışığını götürmüştür. 
Kaç gündür şarkılarını mırıldanıyorum ama çok hüzünlü bir şarkısıyla veda etmeyelim, Masal'la yazımızı bitirelim:

***
Bahçemizde geçen haftasonu yapılan Permakültür çalışmaları ile ilgili Aziz Nesin'lik hikayeyi de sanırım yarın yazabileceğim...

Hepinize iyi geceler...


13 April 2012

istoş'ta bir bahar günü...

Dün işten erken çıktım. Festival filmi öncesi, nereye gidip de kitabımı okusam diye düşünüyordum ki, yollar beni Malta Köşkü'ne daha doğrusu Yıldız Korusu'na götürdü. İyi ki de götürmüş, uzun uzun yürüdüm, bahar kokularını içime çektim, çimenlere uzanıp kuş seslerini dinledim. Aylak aylak dolaşmanın keyfini çıkardım parkta. İstoş bitti filan diyoruz ama hala çok güsel yerleri var. Şehrin kalabalığı içinde sessizliğin keyfini çıkarabilmek hala mümkün imiş...
Bu güzel günle ilgili daha fazla yazmayayım, telefondan da olsa fotolar çektim, onlar anlatsın İstoş'taki baharın güselliğini...
Bu günleri kaçırmayın, kendinizi yeşil yerlere atın derim, inanın hayat çok daha yaşanılası, sevilesi oluyor çayır çimene kavuşunca...

Not: Bu yazımı, bugün doğumgünü olan, benim için çok kıymetli bir arkadaşım için yazıyorum...İyi ki doğdun Clark! Bütün çiçekler sana:)
parkın bekçileri, elbet baharın keyfini de çıkaracak...
mis kokulu sümbüller dedemin bahçesini hatırlattı bana... 
laleler coşmuş! 
ooo papatya...
mest olduğum anlardan biri, bu parkın bahçıvanı olsam daha mutlu biri olur muydum acaba?
lale yolu...
korunun derinliklerine yürümek de hoş, köpeklerden korkmuyorsanız tabi...
benim derin yürüyüşüm kısa oldu biras:)
birkaç sincap bile gördüm, buyrun fotosu!
laleler en fazla bu kadar açsa:) 
bu sene beyaz laleler de çok!
kiraz ağacı
doğa sen ne kadar mucizevisin!
iyi ki varsın bahar!

06 April 2012

festivalden ara ara, kısa kısa...

Festivalde "The Wall-Duvar" filmine gittim geçen günlerde. İlk Emek Sinemasında gösterilmiş film. Gene orada gösterilebilse, ne hoş olurdu...Meraklısı mutlaka seyretmiştir önceden ama depresyon dozu ve etkileyiciliği hayli yüksek bir film imiş. Filmin kurgusuna hayran kaldım. Sadece müziklerle tüm hikayeyi şahane anlatmışlar.
Filmler iyi gidiyor, hadi bakalım...


The Wall 

Pink Floyd, 1977'den beri üzerinde çalıştığı The Wall albümünü Kasım 1979'da EMI'den çıkarttı. Bu albümde "Pink" adındaki bir karakterin doğumundan itibaren olan süreç incelenmiş; savaş, babaya duyulan hasret, eğitim sistemi, aldatma gibi konular işlenmiştir.
Turnede bir hayranıyla kavga eden Roger Waters kafasında seyirciyle kendisinin arasına bir duvar örme düşüncesini yaratmıştı. Daha sonra konsepti geliştirerek bir insanın tüm insanlara karşı olması olarak büyütmüştü.
1982 yılında Alan Parker tarafından albümle aynı isimde bir film çekildi. Soyut bir anlatım tekniğine sahip, simgesel bir anlatım tarzını benimseyen film, Mayıs 1982'de Cannes Film Festivali'nde gösterildi. Film Türkiye'de ilk defa Emek Sineması'nda 1986 kasımında gösterilmiştir.


Not: Serdar Ortaç geldi şimdi aklıma, bilenler bilir, kendisinin de bu şarkıyı icra etmişliği vardır maalesef, acaba filminin de bir versiyonunu yapar mı korkusuna kapıldım bi an için:)

02 April 2012

çok yaşayın!

Burunlara serum fizyolojik uyguladıktan sonra; sıra özel karışım kara burun damlasını uygulamakta:
-Defne, geldi mi burnuna?
-Hı hı...
-Pek akıyo gibi gelmedi bana ama...
-Yok oldu, oldu.
Uygulamayı bitirdikten sonra;
-Aaa Defne kapağı kapalı kalmış damlanın, nasıl burnuna akmış olsun ki?
-Amaaan takma kafana anne.

5 gün süren ağır gripten sonra artık Defne de "yeter!" durumlarına girmiş belli ki... Kendince haklı, çok sevimli uygulamalar değil gerçekten. Gene de bu ağır gribi antibiyotik almadan atlattığımız için mutluyum.

Hastalığımızın iyileşmesinde (ben de Defne'den kaptım biras) en büyük etken, bugün gideceğimiz İstanbul Film Festivali oldu. Düne kadar 39 derece ateşlerle hönkür hönkür öksürüp, her öksürüğüyle içimi cızlatan Defne," hadi gitmiyor muyuz festivale" diye heyecanla ve neşeyle kalktı sabah. Ondaki istek, beni de heyecanlandırdı. Hala öksürüyordu bugün ama en azından diğer günlerdeki gibi öksürüğe takılıp kalmıyordu.

İnsanın iyileşmesinde, onu motive eden birşeylerin olması çok önemli etken zannımca. Bugün vapura  binip geçecektik karşıya. Hem hava durumları hem de bizim durumlar nane molla olunca,  Nişantaşı City's'e arabayla gitmeye karar verdik. Yolda Açık Radyo'yu dinledik. Defne, dinleyici destek programı sebebiyle, sürekli konuşan sunuculara çok söylendi. "Az müzik, çok konuşma, çok sıkıcı" diye hayıflandı. Bana da zaman zaman bu kadar anons fazla gelse de, amaçlarını anlattım Defne'ye. Anladı sanırım? Radyoya destek veren birkaç isim okunurken, kendi tanıdığı ve sevdiği bir kişinin de adı okununca şaşırdı ve çok hoşuna gitti. Kimdi acaba o? :)

Uzatmayayım, Açık Radyo destek programını seviyorum ben, destekçilerin sevdikleri müzikleri çalması da çok güsel. Demin baktım sitelerine; 3000 kişi olmuş destek verenler...Bu yazıyı destek şenliği bittikten sonra yazmak da bi cinslik ama illa bu dönem içinde destek vermek durumunda değilsiniz, her daim destek verebilirsiniz. Destek için: Açık Radyo

Filme dönecek olursak; gideceğimiz "Miyav" filmi, benim de bu sene festivaldeki ilk filmim. Bende şöyle bir düşünce olur her festivalde; "ilk gittiğim film iyi çıkarsa, bu sene festivalde hep iyi filmlere gideceğim". Zallan zort bir düşünce belki ama ööle bir inanışım var işte...
Neyse, film öncesi fest'ten çok tatlı bir kız Lale Kart satmak istedi. Ben de "ilk filmimiz, şimdi salona girsek, çıkışta konuşsak olur mu?" dedim. Tamam dedi, film sonrası için sözleştik.
Filme girmeden önce;

-Anne, patlamış mısır alalım mı?
-Alsak da, festivalde patlamış mısır pek yenmez Defne.
-Aaa niye?
-Festival seyircisinin ilgisi dağılır patlamış mısır sesinden.
-Olsun alalım, öncesinde yerim.
-Olur.

Film, City's de olduğundan mıdır nedir, mısırla salona girmemize izin verdiler. İçeri girdik, film Flamanca olduğu için, içeride seslendirme yapılacaktı. Hem seyirciler, hem yer göstericiler bizi ön tarafa yönlendirdi ama Defne çok öne gitmedi. Ortalarda bir yerde, köşe sıraya oturdu, "burası iyi, görüyorum da" dedi. Çok net konuştuğundan ısrar da edemedim. Ne ilginçtir ki, ben de hep köşelerde oturmayı severim sinema salonlarında. Defne'nin de böyle köşede oturması hoşuma gitti. Film başladı. İçeride bir sürü çocuk olmasına rağmen, çıt yok salonda. İnanılmaz! Film de keyifli, akıcı bir film. Ben de kaptırıp seyrediyorum. Bir sıra;

-Anne ne zaman ara olacak?
-Aa söylemeyi unuttum değil mi? Ara yok festivalde!
-Hımm,tamam.

Film sonunda "Aa güselmiş be film" dedi. Hem Defne'nin festivale ilk defa gelmesi hem de filmi sevmesi beni çok mutlu etti.

O gazla; çıkışta Lale Kartı'nı aldık. Hatta dönüşte, sevdiğimiz biri için de, Açık Radyo'ya destek olduk.

Bugün iyileşmemizi sağlayan; İKSV ve Açık Radyo, çok yaşayın!

27 March 2012

sass

"Daha sade bir hayat" kitabını bitirdim. Yasmin'in dediği gibi, bilmediğim şeyler değildi çoğu ama insanın bilip de uygulamadığı şeyleri, zaman zaman hatırlamasında fayda var...

Kitaptan...
Evimizi (bir yandan büyütürken), hayatımızı (koşuşturmaktan bitap düşüp yeterince uyuyamadığımız halde) ve bilincimizi (24 saatlik haber yayını, bloglar, Blackberry'ler, sürekli değişen gündemle) tıka basa dolduruyoruz. Hayatlarımız bu hıza ayak uyduracak şekilde hızlandıkça, sadece çocuklarımızı yanımızda sürüklemekle kalmıyor, aynı zamanda bu hızla ilgili endişelerimizi onlara da yansıtıyoruz.
...Oysa endişelerimiz yerine tutkularımızla (mesela dünyayı koruma arzusu gibi) motive olsak, hareketlerimiz daha tutarlı ve sürekli olabilir.
konuya sert girdik, baharla yumuşatalım:)
"Kıssadan hisse, bu kitaptan neleri uyguladın hayatına?" diyecek olursanız, buyrun...
-Defne'nin oyuncaklarının çoğunu çıkardım odasından. Zaten birçoğunu uzun süreden beri gözü görmüyordu. Bir kısmını, daha küçük çocuğu olan arkadaşlarıma ayırdım, bir kısmını da ihtiyacı olabileceğini düşündüğüm birilerine verdim. Aslında çocukların pek oyuncağa ihtiyacı olduğunu da düşünmüyorum ya neyse, 1-2 şey ilgilerini çekerse, bir süre onunla oyalanabiliyorlar o kadar. Özellikle yaş büyüdükçe, oyuncak iyice anlamını yitiriyor. Defne de oyuncağa çok düşkün bir çocuk olmadı hiçbir zaman. Odadan gereksiz oyuncakları çıkarınca, ondan önce ben rahatladım,...oooh be!

-Sıra geldi Defne'nin kitaplarına. Kitaplığındaki kitapların içinden, aradığımı ben bile bulmakta zorlanır duruma gelmiştim. Defne nasıl bulsun? Kitaplıktaki kitapların 3'te 1'ini; gelecek sene kendi okumak isteyebilir diye ayırdım, diğer 3'te 1'ini; freecycle'dan bir üniversite öğrencisine verdik, meğer o da Van'a gönüllü giden öğrencilerden biriymiş, sevindim kitapların işe yaramasına... Kalan kitaplarla, kitaplık nefes aldı şu an. Okumak istediğimiz kitapları rahatça seçiyoruz, kafamız karışmadan, temiz!

-Defne'nin DVD ve VCD'lerine gelince... Bazıları seyredilmekten bozulmuş, iflah olmaz, at gitsin. (Bu CD ve DVD'lerin geri dönüşümü var mı acaba? Çünkü çok büyük çöplük bu bozuk DVD'ler). Sağlam olanların çoğunu da seyretmiyor artık. Hepsini yokedemedim Defne'nin gözü önünde ancak ufak ufak ortadan kaldırıyorum seyretmediklerini. Mesela seyretmediği 2 DVD'yi okulun kütüphanesine bağışladık. Onun da hoşuna gitti. Her hafta düzenli olarak okulun kütüphanesinden; kitap ve DVD alıyor. Kendi de alıştı bu düzene. Artık her kitapçıya gittiğimizde, illa kitap ve DVD alalım diye ısrar etmiyor. Hepimiz rahat bir nefes alıyoruz:) Ooh ki ne oh!

-Defne'nin kıyafetlerini zaten uzun bir süredir abartmadan alıyorduk. Giyeceği kadar, ee ablamlardan da geliyor az çok kıyafet, tamamdır. Küçülen kıyafetlerinin de, arkadaşlarımın çocuklarında işe yaradığını görmek keyifli:)

-Yazar(lar)ın çocuğa sorumluluk verme önerilerinden bazılarını da denedim. Mesela çorap söküğünü Defne'ye diktirmek hiç aklıma gelmemişti önceden, düğme dikmişliği vardı kızımın, "çorabını diker misin?" dediğimde, öyle keyifle dikti ki, ikimizin de işi görülmüş oldu. Şimdi de güsel güsel giyiyor kendi diktiği çorabı.

Bir de boncuktan kolye yapma hikayemiz var ki...Defne boncuklarıyla meşgul, mutlu mesut kolye yaparken, ben de diğer odada, rahat rahat kıyafetleri elden geçiriyordum. Oh ne güsel, koptu gitti boncuklarla diye seviniyordum. Defne güsel kolyeler yapmış olmanın keyfiyle, boncuk dolu kutuyu artık kaldırıyor olmalıydı ki, birden yüzlerce boncuğun, pıt pıt pıt, pıtpıtpıtpıtpıt.... diye kutudan düşme seslerini duydum yandaki odadan...Eee bu da işin cilvesiydi, odanın dört bir yanına dağılan boncukları tek tek toplayarak, pilates'in ileri seviyesini de yapmış olduk:)

-Hep Defne'yi yazdım ama biz de zaman zaman hayatımızda bazı sadeleştirmeler yapıyorduk. Uzun süredir, okuduğumuz çoğu kitabı başkalarına veriyoruz. Seyrettiğimiz DVD'leri de aynı şekilde, tutmuyoruz. Bir daha dönüp seyretmiyoruz, okumuyoruz ki, çok nadir oluyor o tür geri dönüşler, işte o kıymette gördüklerimi saklıyorum bir tek. Uzun süredir pek kıyafet de almıyoruz üstümüze. Kilo almadığımız sürece, bu kıyafetler yıllarca işimizi görür diye düşünüyorum:)

-Bu sadeleşme işinde aslında yaptığım en önemli şey, yaptığım programları azaltmak oldu! Şimdi beni tanıyanlar "hadi canım, sen de füs" diyeceklerdir. Ama gerçekten... Program azalttığımda, o bir yerlere yetişme stresi de azaldı içimde, daha huzurlu bir insan oldum:)

-Zaten iş gereği, ister istemez Blackberry canavarına maruz kalıyorum, en azından onun dışında kalan zamanlarımı(!) daha özgür geçireyim. Mesela, son yıllarda hafta sonları spor merkezine gidiyordum. Normalde bu mekanları çok ruhsuz bulurum ancak toplu derslere katıldığım zamanlarda, itiraf etmeliyim ki, hareket etmenin güzelliğini yaşadım. Sporla yetişen bir insan olmadığım için de, kendimi disipline etmek için uzun bir süre spora gittim, faydasını da gördüm ama yeter artık, yeterince disipline oldum. Derse yetişeceğim diye koştur, Defne'yi bir yere bırakmak ya da spora götürmek için düşün dur, dönüşte trafiğe takıl, eee ne anladık bu spordan? Biraz geç bir uyanış oldu ama uyandım:) Yürüyüş yapmak da güsel, Defne ile koşmak da, hem de evin etrafında arabaya binmeden gidilebilecek yerler var. "İnsanın kendine ettiğini kimse etmezmiş" diye bir söz var, ne doğru...

-Facebook gibi sosyal paylaşım sitelerinden de mümkün mertebe uzak durmakta fayda var. Twitter'la zaten işim olmaz. Bakmayın bugün bu kadar uzun yazdığıma, kısa ve duru yazılar yazmak istiyorum aslında... Blog dolaşmalarını da sınırlamak lazım. Herşey kararında güsel...

-Evde hiçbir program yapmadan oturmak da çok rahatlatıcı. Kitapta sevdiğim şeylerden ikisi de; yazarın çocukların can sıkıntısı yaşamalarını hararetle tavsiye etmesi ve sıradanlığa övgüde bulunması oldu.

-Benim Sass tanımlamamla birebir ters bir açıklaması var bu kitabın yazarının:) Bir gün aktif(A) geçirdiyseniz, ertesi günü sakin(S) geçirin diyor haklı olarak. Bir günü çok aktif(A+) geçirdiyseniz, 2 günü sakin(SS) geçirin diyor. Hepimize iyi geliyor bu reçete...

-Kendimle ilgili bir başka dikkat ettiğim konu da, "daha az konuşmaya çalışmak!" Defne'ye yıllarca tane tane herşeyi anlatmaya çalıştım, ama zaten Defne beni çoktan çözmüş durumda. (Çok konuşan bir insan olduğumu düşünmesem de, aynı durum Mit ve diğer yakınlarım için de geçerli sanırım:) Daha az ve net konuşunca, hayat da daha basit. Sen sağ ben selamet...

Bu sadeleştirme harekatının film festivali zamanına denk gelmesi çok iyi olmadı tabi benim açımdan ama onda da yapacak birşey yok, sade sade gideceğiz artık filmlere...

Hadi hepinize iyi geceler...

20 March 2012

bahar kıyağı

Tersten gidiyorum, bir önceki günü yazacağım.
Dün Defne ile ana-kız kendimize bir bahar kıyağı çektik! Tüm gün dışarda, Bahariye-Moda-Kadıköy'ün altını üstüne getirdik!
Sadeleşme harekatına devam ediyoruz ama dün bütün rutinlere biraz es verdik, bir günlük kaçamak yapalım dedik, kendimize geldik:)

önce park!
"oooh, anne sallan, ferahla sen de, oooh be nefes aldık !"
(ben de baya güsel sallandım, neyse ki salıncak dayanıklıymış:)
"dinleniyorum"
o kadar hareket edince acıktık!
bahariye/pita
"mantı da yerim, hemi de beyaz ekmekle!"
moda'ya tramvay ile geliş!
ali usta dondurmacısı
"çok da özel değilmiş dondurması, niye bu kadar uzun sıra var anne?"
bu günleri de görmek varmış:)
rexx'ten ist film fest kitapçığını aldık ve filmleri birlikte seçtik!
biraz hızlı ve sallamasyon bir seçim oldu ama olsun, Defne de 2 filme gidiyor!
biri çocuk filmi-miyav, diğeri animasyon-mutlulukla boya beni
(ama şaşkın anne anime filmin fransızca olduğuna bakmadan(sadece türkçe altyazı) alıyor biletleri,
 efelere de alıyor üstelik, neyse tercüme ederim, sıkılırlarsa da çıkarız:)


Sonrası, Kadıköy'e yürüyerek iniş ve Mit'le buluşma, 1-2 kitapçı dolaştıktan sonra, Kadıköy sebze-meyve pazarından alışveriş, arabada Defne nakavt! Ve sonrasında 12 saatlik uyku! 
Oh be, iyi ki bahar geldi!

güne erken başlamak...

Bugün sabah, ailecek güne erken başladık. Sabahçı bir insan olmamama rağmen, evdekilerin enerjisiyle, bana da bir enerji geldi, bir de sabah erken kahvaltıya misafirim vardı. O da bana bir şevk verdi. Oh ne güsel masayı hazırladım, çayı demledim, portakal suyu bile sıktım. Bir de müzik...Üzerine sıcak poğaçalar gelince de; sabahın bütün sevimsizliği bu sabaha özel, benim için kayboldu:)
Can Yücel boşuna yazmamış aşağıdaki şiiri, var bi bildiği...
Güne erken başlamak aslında keyifli, arada bir de olsa, rutinin dışına çıkıp, işten önce Emirganlara, Çengelköylere kaçmalı ya da erken kalkıp çok yol olan bir arkadaşı kahvaltıda ağırlamalı:)
cemal süreya'nın dediği gibi; "kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı"

Öyle sabah uyanır uyanmaz yataktan fırlama
Yarım saat erkene kurulsun saatin.
Kedi gibi gerin, ohh ne güzel yine uyandım diye sevin..
Pencerini aç, yağmur da olsa, fırtına da olsa nefes al derin derin…
Yüzüne su çarpma, adamakıllı yıka yüzünü serin serin…
Geceden hazır olsun, yarın ne giyeceğin.
Ona harcayacağın vakitte bir dilim ekmek kızart,
Çek kızarmış ekmek kokusunu içine,
Bak güzelim kahvaltının keyfine.

Ayakkabıların boyalı olsun, kokun mis,
Önce sana güzel gelsin aynadaki siluetin..
Çık evinden neşeyle, karşına ilk çıkana gülümse, aydınlık bir gün dile.
Sonra koş git işine, dünden, önceki günden,
Hatta daha da eskiden yarım ne kadar işin varsa hepsini tamamla,
Ohhh şöyle bir hafifle
Bir güzel kahve ısmarla kendine,
seni mutlu eden sesi duymak için “alo “de
Hiç işin olmasa da öğle üzeri dışarı çık
Yağmur varsa ıslan, güneş varsa ısın, hatta üşü hava soğuksa…
Yürü, yürürken sağa sola bak, öylesine değil, görerek bak
Çiçek görürsen kokla ,köpek görürsen okşa ,
Çocuk görürsen yanağından makas al.
Sonra,şöyle bir düşün, kimler sana yol açtı,
Sen çok darda iken kimler seni ferahlattı,
Hani kapını kimsenin çalmadığı günlerde kimler kapını tıklattı?
Ne kadar uzun zamandır aramadın onları değil mi?
Hadi hemen uğrayabilirsen uğra, arayabilirsen ara
Hatırlarını sor, öyle laf olsun diye değil, kucaklar gibi sor..
Bu sadece onların değil, senin de yüreğini ısıtacak,
yüzünde güller açtıracak.
Günün güzeldi değil mi? Akşamın da güzel olsun..
Yemeğin ne olursa olsun, masanda illaki kumaş örtü olsun..
Saklama tabakları, bardakları misafire
Sizden ala misafir mi var bu dünyada
Ailecek kurulun sofraya, öyle acele acele değil,
vazife yapar gibi hiç değil,
Şöyle keyife keyif katar gibi, lezzete lezzet katar gibi,
eksik bıraktıklarını tamamlar gibi tadına var akşamının..
Gece evinde, dostların olsun
Sohbetin yemeğin, kahkahan olsun..
Arkadaşım,
hayat bu daha ne olsun?
Ama en önce ve illa ki sağlık olsun!
Can Yücel