Uzun süre yazmayınca, bloguna bile yabancılaşıyor insan (yani ben:). Ama tabi yazma yazma nereye kadar...İçimdeki yazma meraklısı Füs, yazmayınca homurdanıyor. En iyisi, geçen ay yazdığım birkaç yazıyla başlayayım ısınmaya...İlk yazı, zaman içinde biraz değişti ama yazma amacım aynı...
*
Annem çalıştığı için, çocukluğum daha çok anneannemlerde geçti. O zamanlar, çocuklar için şimdiki gibi renkli, resimli, eğlenceli kitaplar, dergiler yoktu. Vardıysa da, anneannemlerde yoktu. Dedem, Cumhuriyet gazetesi alırdı. Cumhuriyet, az fotoğrafı bol yazısıyla, bir çocuk için son derece sıkıcı bir gazeteydi. Neyse ki, imdadıma, dayımın aldığı "Gırgır" dergileri yetişiyordu. Karikatürlerin bazılarını elbette anlamıyordum ama o çizgiler bile, beni bambaşka dünyalara götürmeye yetiyordu.
Bir çocuğu mizahla tanıştırmak, çocuğa hayat için verilebilecek en güzel, en değerli hediyelerden biri bence...Dayım, belki bana verdiği hediyenin çok farkında değildi ama şu an hayatta daha çok gülebiliyor, hayata farklı açılardan bakabiliyor, daha çok "insan" hissedebiliyorsam, dayıma ve mizaha çok şey borçluyum...
*
Kendi çocukluğumdan Defne'nin çocukluğuna hızlı bir geçiş yapayım.
Defne de, eve aldığımız Penguen'i, zaman zaman bize çaktırmadan okumaya çalışıyordu. Bu durum hoşuma gidiyordu ancak yaşına uygun olmadığını düşündüğüm bölümleri, tek kişilik sansür kurulu olarak uçuruyordum önünden. Tabi bu zangoçluk işi de hoşuma gitmiyordu. (Nerede benim çocukluğumdaki özgür günler...) Neyse ki; Penguen çocuklara bir güzellik yaptı ve "Süper Penguen" dergisini çıkardı!
*
Açıkçası 3. sayısında(Ocak 2015) yakalayabildim dergiyi. Defne dergiyi aldığımda, benden önce okumuş ve "güzel bir dergiymiş, sevdim" demişti. Sonra bir gün, Defne'yi dersi sırasında beklerken, göz gezdirmeye başladım dergiye, bazı esprilerde öyle çok güldüm ki, bazı karikatürleri çevremdeki insanlarla bile paylaştım. Yazılar da matrak. Bırakın çocukları, bence bizim için bile, gayet keyifli bir dergi olmuş Süper Penguen. Bir kere, çocuk dilinden konuşan bir dergi! Şahane esprilerinin yanında, öğretmeye çalıştığı konuları da, hiçbir didaktikliğe kaçmadan, eğlenceli bir yoldan veriyor.
okuduğum ocak sayısı, bulursanız kaçırmayın!
henüz okumadım ama defne beğenmiş gene:)
Kendime not: Her ay bir tane Defne'ye, bir tane Efe'ye, Süper Penguen alınacak.
1 rüya:
Çok oldu ama yazacağım dedim diye, yazıyorum. Geçen aylarda bir gün, Özdemir Asaf'ı rüyamda gördüm. Rüya bu ya, sinemaya gidiyormuşum. O da 5-6 yaşlarındaki oğluyla sinemaya gidiyormuş.
Sinemanın önünde "Merhaba, ben Özdemir Asaf" diyerek kendini tanıtıyor. Ben de kendimi tanıtıyorum. Sinemadan önce, hoş sohbet ediyoruz. Sonra film başlıyor, birbirimize "iyi seyirler" diyerek ayrılıyoruz.
Rüya burada bitti, rüyaların bilinçaltımızla yakın bağlantısı olduğunu biliyorum. Ertesi gün biraz şiirlerine baktım bu yüzden. Acaba bana bir mesaj mı var diye:) ama her şiir başka bir dünya haliyle...İşin içinden çıkamadım. Aklıma gelen ilk şiirini yazarak, rüya anlatımımı bitireyim en iyisi... Altıncı Gün "Benim söylemek için çırpındığım gecelerde, Siz yoktunuz." Özdemir Asaf
2 film:
Interstellar
Mit'in oldukça beğendiği, benim için 2. defa seyrettiği Interstellar filmi. Kabul etmeliyim ki, benim için anlaması çok kolay bir film değildi. Filmden sonra Mit, filmdeki zaman geçişlerini gösteren bir şema paylaştı da, film, biraz daha oturdu kafamda:) Ama zamanın göreceliliği, 4. 5. zaman boyutları gibi kavramlar beni oldukça etkiledi. Filme gitmek isteyenler olabilir, o yüzden detaya girmeyeceğim ancak özellikle baş karakterin bir boyutta takılı kaldığı zamanki çaresizliği ve sonrasında geliştirdiği yöntemle, sevdiklerine başka bir boyuttan ulaşabilmesi, aklımda en çok yer eden sahnelerden biri oldu... Words&Pictures
Henüz vizyona girmedi, vizyona girdiği zaman; özellikle edebiyata, resme, sanata düşkün olanlar bu filmi seyretsin isterim...Juliet Binoche, gene döktürüyor ve bu kadın gerçekten güzel yaş alıyor...
Filmden bir kuple... Why art? If our senses and consciousness were entirely in tune with nature, if we could communicate and understand each other, then there wouldn't be any need for art. In fact, we would all be artists. Because we would all be as one!" 1 deney :
Japon araştırmacı Dr. Masaru Emoto'yu bilir misiniz? Su kristallerinin; kendilerine söylenen sözlere, gösterilen görüntülere ve dinletilen müziğe göre nasıl değişim geçirdiğini deneylerle gösteren kişidir kendisi... ("What do we bleep know" filmini seyredenler belki filmdeki kristal sergisini hatırlarlar...)
Bugün bahsedeceğim deney, bu değil. Benzer deneyi pirinçler için de yapmış Emoto. Önce haberini okumuştum bu pirinçlerin, videosu da varmış, buldum, buyrun izleyin, pirinç bile böyle oluyorsa...
Bu takvimi, facebook'tan edebiyatı seven bir arkadaşım önermişti. Ben de takvimi kendime sipariş etmiştim. Edebiyatı seven başka bir arkadaşım da, bana yılbaşı hediyesi olarak bu takvimi almış:) Ben de sipariş ettiğim takvimi, edebiyatı seven başka bir arkadaşıma hediye edeceğim. Edebiyatın gücüne bakar mısınız?:)))
2 şiir:
Seneyi kapatmak öyle kolay değilmiş. Haydi bakalım, sevdiğim 2 şiiri yazıyorum:
1 tiyatro ve 1 şarkı: Kimsenin ölmediği bir günün ertesiydi.
Geçen seneden beri gitmek istiyordum, senenin son günlerinde oyunu yakaladık...Sumru Yavrucuk'un bir transseksüeli canlandırdığı 80 dakikalık oyun, su gibi akıp gidiyor. Tabi verilen mesajlar taş gibi midenize oturuyor, o ayrı, ama otursun zaten...
Anlattığı hikaye hüzünlü de olsa, ülkemde bu konular gündeme getirilebildiği için, Sumru Yavrucuk gibi sanatçılar yetişebildiği için hala umutluyum. Lütfen bu oyunu kaçırmayın. Oyun birçok farklı mekanda oynuyor. Biletix'ten mutlaka size yakın bir tiyatro salonu bulursunuz.
Dün de insandım, bugün de insanım. Sadece insanım. Beraber şarkı söylemek varken, dans etmek varken… Neden bunları giydiriyorsunuz bana? Neden beni hizaya çekiyorsunuz? Neden? Bak, gözlerim gözlerinden farksız, kahkaham şen şakrak… Ben Umut, sen?” Bu oyun, insanlığımızın trans bir kadınla imtihanıdır…
Oyundan, çok sevdiğim bir şarkı ile seneyi kapatayım. Yoksa kapatacağım yok seneyi;)
Şahane kafalar var içinde, mutlaka ilginizi çeken birkaç kafa bulursunuz içinde...
Beni geçen sayıda etkileyen en güzel kafalardan biri "Bedri Rahmi" kafasıydı...Ezgi Cankurtaran "Hangi aşk daha büyük?" adıyla nefis bir yazı yazmış Bedri Rahmi'nin hayat hikayesiyle ilgili...
"Seni kara saplı bir bıçak gibi sineme sapladılar" dediği şiirlerinin ilham perisi Mari'yi, Bedri Rahmi ile Mari'nin müthiş aşkını ve bu müthiş aşktan belki de daha müthiş aşkla, kabullenişle kocasını sevmeye devam eden Eren Eyüboğlu'nun aşkını bir solukta okudum...
Mari, Eren'den sonra Bedri Rahmi'nin hayatına giriyor ama öyle bir giriyor ki, öldükten sonra bile Bedri'nin aklından çıkmıyor...Eren tekrar hayatında olsa bile...
İşte Mari'nin ölümünden 3 yıl sonra, bir davette istek üzerine okuyup yine gözyaşlarını tutamadığı şiiri ve ikisini resmettiği "At üstünde aşıklar" tablosu...Eren'in bu olaydan sonra eşine yazdığı içten mektubunun içeriği de, meraklı okuyucunun araştırma konusu olsun:)
Bedri, Mari'yi kaçırırken...
Karadut
Karadutum, çatal karam, çingenem Nar tanem, nur tanem, bir tanem Agaç isem dalımsın salkım saçak Petek isem balımsın a gülüm Günahımsın, vebalimsin. Dili mercan, dizi mercan, dişi mercan Yoluna bir can koyduğum Gökte ararken yerde bulduğum Karadutum, çatal karam, çingenem Daha nem olacaktın bir tanem Gülen ayvam, ağlayan narımsın Kadınım, kısrağım, karımsın. II Sigara paketlerine resmini çizdiğim Körpe fidanlara adını yazdığım Karam, karam Kaşı karam, gözü karam, bahtı karam Sıla kokar, arzu tüter Ilgıt ılgıt buram buram. Ben beyzade, kişizade, Her türlü dertten topyekün azade Hani şu ekmeği elden suyu gölden. Durup dururken yorulan Kibrit çöpü gibi kırılan Yalnız sanat çıkmazlarında başını kaşıyan Artık otlar göstermelik atlar gibi bedava yaşayan Sen benim mihnet içinde yanmış kavrulmuşum N'etmiş, n'eylemiş, n'olmuşum Cömert ırmaklar gibi gürül gürül Bahtın karışmış bahtıma çok şükür. Yunmuş, yıkanmış adam olmuşum. Karam, karam Kaşı karam, gözü karam, bahtı karam Sensiz bana canım dünya haram olsun.
Geçen ay, 3 konudan bahsedeceğimi yazmışım. Onun üzerine ne konular birikti ama önce onları yazayım...
Önce reklamlar...
*
Uzun yıllar iletişim sektöründe çalıştığım için mi bilmiyorum ancak reklamlara pek dayanamıyorum son zamanlarda... Subniminal subniminal mesajlar gırla gidiyor çoğu reklamda. Hatta subniminali geçtim, markalar, artık insanın gözüne sokarak, açık açık vermeye başladılar mesajlarını...
Beni rahatsız eden 2-3 reklam ve beğendiğim 2 reklam çalışmasını paylaşarak, reklamlar bölümünü geçeceğim.
1-Lav Cam: Olmamış!
Reklamını seyreden var mı? Evdeki eski cam bardağından, cam kabından kurtulmak isteyen ev hanımları, çaktırmadan (sanki kaza ile olmuş gibi) camın olduğu yerden düşmesini sağlıyor, cam tuzla buz tabi... Ee noluyor sonra? Yenisi alınıyor. Yani Lav! Bu mudur vereceğimiz mesaj?
-Sıkıldık mı? Yenilik mi istiyoruz hayatımızda? Kır gitsin, tüket gitsin, yenisi gelir nasıl olsa...
-O zaman o ev hanımının çocuğu da, ayakkabısından sıkıldı diyelim, oh kirlet gitsin, yırt gitsin, yenisi alınır nasıl olsa...
Nasıl bir marka konumlandırmadır bu? Senin diğer markalardan farklılığın bu mudur? Buysa, kusura bakma arkadaş ben senden her daim kaçarım...Haydi ben kaçtım diyelim, diğerleri ne olacak? Önerim: Bu reklamı hayata geçiren reklamcıların ve pazarlamacıların evlerinde bu tarz bir uygulamayı 1 ay süre ile yapalım. Aile bireylerinin(çocuklar dahil) evde memnun olmadıkları her şeyi yok etme, kırıp dökme, atma hakkı olsun...Sonra da yenileri gelsin...Bakalım sonra ne olacak? Özellikle kredi kartı ekstresi geldikten sonra... Bir müsibet bin nasihattan iyidir nasıl olsa...
2-Koton: Hiç olmamıştı!
O zamanlar yazmamıştım ama Koton da tüketimi körükleyen şımarık kampanyasıyla beni sinirlendirmişti. Ne diyordu çocuk manken billboard'da? "Bir sene giydiğimi bir daha giymem!" "Modayı ben belirlerim" tarzında insanı çileden çıkaran sloganları vardı. Tepki sonucu onları yayından kaldırdılar ama bir kere kafaya işlendi. O zaman da; "o reklamcılar, pazarlamacılar; yarattıkları çocuk karakterleriyle 1 hafta vakit geçirseler, nasıl bir tohum attıklarının farkına varırlar mıydı acep?" diye düşünmüştüm...
3-Yapı Kredi: "Sınırsız Ülkeye Sınırsız Hizmet" Olmamış!
Yapı Kredi, bak diğer yazıda, sergi için ellerinize sağlık dedim size. Ama lütfen "sınır"ımızı bilelim! Sınırsız ülke deyip, vermişsiniz coşkuyu reklamlarda...Siz o kadar coşturunca da milleti, millet sınırsız hizmet bekliyor bankaya gidince. Sonra o hizmeti alamayınca, olan o reklam panosunun önünde oturan bankacı kıza oluyor! Tecrübeyle sabit! Lütfen abartmayalım...Sınır çok kötü birşey de değildir.
Şu sıralar çok reklam seyretmediğim için, olumlu reklam örneğini bizden bir markadan veremiyorum ama aklıma yurtdışından 2 tane beğendiğim reklam geliyor. Yapacaksak, böyle reklamlar, böyle pazarlama iletişimi çalışmaları yapalım...Çok etkileyici iki reklam, izleyin, bana hak vereceksiniz...
Dün, Zeki Müren'in Yapı Kredi'deki sergisine gitmek üzere vapura bindim. Vapurun kalkmasını beklerken, martılara takıldı gözüm. Martılar, büyük bir ahenkle denize konup konup, tekrar uçuyorlardı, oyun oynuyorlardı aralarında adeta...Onları seyretmek iyi geldi bana...Koptum bir süreliğine herşeyden...
Vapur hareket ettikten sonra, Ot dergisini okumaya başlamıştım ki, Can Yücel'in "Martılar ki sokak çocuklarıdır denizin..."mısrasıyla karşılaştım...Eşzamanlılık bu olsa gerek. Can Yücel sanki cevap verdi bana öte taraflardan..."Denizin sokak çocukları martılar"...Ne güzel bir tanımlama değil mi?
*
Neyse, girişi martılarla yapmış olalım...Ama asıl anlatacağım Yapı Kredi'deki Zeki Müren sergisi. Serginin süresi yıl sonuna kadar uzatılmış...
*
Kısa kısa yazıyorum...
*
Sergide size Zeki Müren'in taş plak yıllarındaki güzel şarkıları eşlik ediyor. Tüm sergiyi arkılarını mırıldana mırıldana dolaştık arkadaşımla tüm sergiyi...
*
Sene sene kendini ortaya çıkarışı ve kendini ortaya çıkardıkça gerçekten güneş gibi parlaması inanılmaz!
*
1958'de ilk şortlu çılgın sahne kıyafetlerini giymeye başlamış.
Mini etekli uğur duvağını ilk giyişi-1970 Taşlık Gazinosu
*
Türk milleti kendi bastırılmışlıklarını en şık şekilde dışarı vurabildiği için belki de, Zeki Müren'i bu kadar baş tacı edebildi diye düşündüm sergiyi gezerken...
*
Seyirciye daha iyi ulaşabilmek için, T şeklindeki sahne düzenini gazinolara ilk o getirmiş. Onun zamanında gazinolar en şaşaalı dönemini yaşamış.
*
Orkestraya hep çok önem vermiş. Gerçekten konser duyurum ilanlarında hep orkestra isimleri Zeki Müren'in fotoğrafının yanında yer alıyordu. Diğer sanatçı fotoğrafları ilanın daha alt kısımlarındaydı...
*
18 senede 18 filmde oynamış. Yarısını seyretmişimdir sanırım...
*
Sergiyi gezerken, 1980'den sonra fotoğraflarında yüzüne, gözüne düşen bir hüzün gördüm. Belki o yasaklanmalar, belki yaşadığı acılar...Bilmiyorum ama o şen şakrak, dişlerini göstere göstere verdiği neşeli pozlar gitmiş, yerini acı dolu bakışlar almış sanki...Ona biraz üzüldüm...
*
Zeki Müren ayrıca, Robert Anderson'ın cinsel kimliği konu edinen "Çay ve Sempati" adlı bir tiyatro oyununda oynamış. O zamanlar için Broadway'de bile büyük yankı uyandıran bir oyunu Türkiye'de oynamak cesaretli bir işmiş...Helal olsun sana Zeki Müren!
*
Daha çok ayrıntı var da, kısa kesiyorum, sergiye gidip o havayı almak lazım...
*
Özellikle kıyafetlerinin sergilendiği 2. kat çok görkemli...Ellerinize sağlık Yapı Kredi!
*
Ben özellikle Zeki Müren'in ilk yıllardaki sesini, şarkı söyleme şeklini beğenirim. Bir zamanlar "En sevdiğim Zeki Müren şarkıları" gibi bir liste yapmıştım kendime. Ee şimdi zamanı gelmişken, yazıvereyim...
Dost ortamında, 2 kadeh rakıyla iyi gider;) (Daha damardan musiki isterseniz, Zeki Müren'in taş plak kayıtlarını öneririm...)
Top 10 /Zeki Müren
1-Manolya
2-Bir yangının külünü...
3-Ben gamlı hazan
4-Söyleyemem derdimi
5-Beklenen şarkı
6-Bahçevan
7-Ayrılık ateşten bir ok
8-Gülünce gözlerinin içi gülüyor...
9-Geçsin günler haftalar
10-Bir demet yasemen
Peryön'de sevdiğim 2. konuşmacı da, Ümmiye Koçak'tı! Bilenleriniz olabilir. Ümmiye Koçak, Mersin'in Arslanlar köyünde tiyatro kuran, oyunlar yazan, yöneten, oynayan bilge bir kadın!
-İlkokul mezunu. (Kardeşlerinin hepsi okuyamamış, okuyabildiği için, kendini şanslı sayıyor.) -Küçüklükten okumayı seviyor. 8 yaşında, adını bilmeden Maksim Gorki'nin "Ana" romanını okuyor. -Köylerine gelen bir tiyatro grubundan etkileniyor. Sahnede başka isimle oynayan gencin, sahneden indikten sonra başka isimle çağrıldığını duyunca, tiyatronun işlevini anlamaya başlıyor. -"Demek ki, ben de köydeki sorunları insanların isimlerini değiştirerek, biraz da hayal gücümü kullanarak, kendi köylüme verebilirim" diye düşünüyor. -Ama köyde tiyatro grubu kurmak kolay değil haliyle... -Adana'dan gelin gelmiş. Gelin geldiği vakitte, köyde kimse başkasının işini yapmıyor. Öğretmen, doktor... çocuğu olacağı zaman başka yere tayinini istiyor. -Gün geliyor, öğretmene, "gitme ben bakarım çocuğuna" diyor. -Önce çocuk bakıyor, sonra gün geliyor, doktorun evini temizlemeye gidiyor. -Köy halkı, Ümmiye Koçak'ın yaptıklarının kötü olmadığını gördükçe, onlar da çalışmaya başlıyor. -Müdüre tiyatro fikrinden bahsettiğinde "feminist misin sen?" diyor müdür. ("Müdür seviyesinde birine gidip konuşmak bile benim için çok zor birşeydi ama yılmadım" diyor.) -Grubu kurmak için, kapı kapı geziyor köyde. Bazı komşuları, kötü sözler bile söylüyor ona ama "onlar beni kamçıladı, yola devam ettim" diyor. -Kendine katılanlarla ufak ufak oyunlar oynamaya başlıyorlar. Sonra da ünleri çevreye yayılıyor. -Yaptıkları birçok oyunun üzerine bir de film yapıyorlar, hatta ABD'den ödül bile kazanıyorlar. -"Ne içimizi acıtıyorsa, onu işliyoruz oyunlarda" diyor: Kadına şiddet, kadının toplumdaki yeri, küresel ısınma, engelliler... -"Ben bunları kitaplardan öğrenmedim, bunları yaşadım" diyor. -"Bana deli diyenler, bana kötü söz söyleyenler, başardıklarımızdan sonra benden özür dilediler. Köyde çok şey değişti..."diye de ekliyor.
*
O tabi kendi dilinde, çok daha tatlı anlattı hikayesini. Kaderine boyun eğmeyen, savaşcı, sahici bir kadındı. Tüm salon, konuşması bittiğinde ayakta alkışladık kendisini.
*
Oğlu, onun adına açtığı siteyi yönetiyormuş. Sitesini merak ederseniz; tık
Sitedeki tanıtım videosu da, Ümmiye Koçak ile ilgili size fikir verecektir.
*
İsteyen köyde de olsa yapıyor işte...Yılmamak, kendine inanmak, kadının gücüne inanmak, değişime inanmak...Önce kendi evinin önünü süpürmek...Bunlar geliyor benim aklıma, Ümmiye Koçak'ı düşündükçe...Size neler geliyor? (Bu soruları soruyorum, kimse cevap vermiyor ama yılmadan sormaya devam edeceğim:)
Eteğimdeki diğer taşları şimdi yazamayacağım ama konu başlıklarını teaser baabında yazayım en iyisi:
Beyin üzerine kitaplar okuyorum bu ara. "Beyni; bilgiyi depolamak için değil, bilgiyle etkileşime geçmek için kullanın" diyen uzmanları dinleyerek, depoyu biraz boşaltayım istiyorum. Zira onları yazmadıkça, kafamın bir yerinde sırada bekleyip duruyorlar. Dökülsün eteğimdekiler...1.taş...
* 20 Dakika!
Bir işe konsantre olabilmemiz için ihtiyacımız olan minimum süre: 20 dakika! İster yemek yap, ister bir proje üzerinde çalış, ister kitap oku. Bölünürsen (yok telefonun çalması, cep telefonuna gelen uyarı sesi, arada maillere bakmaca...), aptallaşırsın! O zaman da bir cacık olmaz senden...
Bunları, ben söylemiyorum. (Cacık hariç:). Bu seneki Peryön konferansına konuşmacı olarak gelmiş futurist, teknoloji uzmanı, gazeteci... Ben Hammersly söylüyor. (Bu arada adama bayıldım. Konferansın ilk günü benim için, "batı cephesinde değişen birşey yok, her sektör hala aynı tas aynı hamam" şeklinde hayal kırıklığı ile geçmişti. Ertesi gün, "dur bakayım, söylerse bu futurist adam belki iyi birşey söyler" modunda gitmiştim ki, 12'den yakaladı beni!)
Ben Hammersly kim derseniz, buradan detay inceleme yapabilirsiniz ama konuşmasından bende kalanları yazayım kısaca: -Teknoloji şu an fena bir boyutta değil ama çok yakında sizin yaptığınız birçok işi de yapacak boyuta gelecek. -Hala işe robot gibi çalışan insanları alıyorsanız, yanlış yapıyorsunuz! -Romantik birini mi gördünüz, gidip onunla konuşun. -Biri şiir mi yazıyor, onu bulun, çılgınları arayın. (Henüz zombileşmemişleri bulun diye yorumladım.) -"İşbirliği, yaratıcılık, insan psikolojisi, güzellik, sevgi" gibi insani konular geleceğimizi şekillendirecek. -Modern teknoloji şu haliyle çöptür. Cep telefonlarınızın notification kısımlarını kapatın! (Bazıları sessizdeydi ama hepsini sessize aldım, rahatladım:) -Telefonlarınızın, bilgisayarlarınızın ekranı mavi-beyaz rengindedir. Bu renk, beyne her zaman gündüz uyarısını verir. Yani gece bu aletlere baktığınızda da, beyin, zamanı gündüz gibi algılamaya devam eder. Sonra da niye uyuyamıyorum? (Soruyu ben ekledim:). -Teknolojinin kölesi olmayın, teknolojiyi köleniz yapın!
Kölelik sistemine tamamen karşı olsam da, teknolojiyi hayatımı kolaylaştıracak şekilde kullanmak istiyorum ben de...Notification'ları sessize almak bile iyi geldi... Facebook'a, diğer sosyal medya sitelerine girmek için de, belirli zamanlar belirledim kendime. Rahatladım. Hatta ödül gibi oluyor o zamanlar, sen sağ ben selamet...
Tavsiye ederim...