Featured Post

06 April 2014

33. İstanbul Film Festivali Koşturması Başladı:)

33. İstanbul Film Festivali dün başladı! Ben de festivale 3 filmle biraz bodoslama daldım!
*
İlk film, çocuk menüsünden "Amazonia" idi. Belgesel tadındaki filmde, insanlar tarafından büyütülmüş bir maymunun, kaza ile Amazon ormanına düşmesi ve sonrasında vahşi hayattaki yaşam mücadelesi anlatılıyordu. Filmde hiç seslendirme yoktu, tamamen doğadaki hayvanların seslerini, iletişim şekillerini izleyerek filmi anlamaya çalışmak gerekiyordu. Film, çocuk menüsünde yer aldığından, "bir parça seslendirme desteği olsa, çocukların ilgisi daha yukarıda tutulabilirdi belki?" diye düşünmeden edemedim. Kolaya da kaçıyor olabilirim. Bir sıra uyukladığım için de bunu söylemiş olabilirim. Siz benim uyuklamama bakmayın, doğal yaşam ile ilgili belgesellere düşkünseniz, iyi bir filmdi diyebilirim. Çocuklar sevdi mi derseniz, "biraz sıkıcıydı ama heyecanlı yerleri de vardı" dedi bizimkiler...
*
Diğer 2 film, akşam karşı yakadaydı. Akşamüstü Defne'yi dayımlara bıraktıktan sonra, kendimce karşıya geçişle ilgili iyi bir plan yapmıştım. Daha tamamen iyileşmediğim için, hadi dedim, şimdi metro, metrobüs uğraşmayayım, arabayla Üsküdar'a ulaşıp, oradan vapur sefası yaparak karşıya geçeyim. Fikrimi beğendim ve uygulamaya koydum. Üsküdar'a geldiğimde saat 18.00 idi. Filmimiz saat 19.00'da İstanbul Modern'de olduğuna göre, vakit olarak iyi bir zamanlama yapmıştım. Afferimdi bana. Arabayı parkettikten sonra, pıt diye karşıya geçecektim...Tabi arabayı parkettikten sonra! Sahilde, fenerin olduğu alanda, İspark'ın otoparkını gözüme kestirmiştim ama bir vardım ki, görevliler nayır kafa hareketleriyle, bana "DOLU" yazısını gösteriyor. Nikah dairesi varmış meğer otoparkın yakınlarında. Bütün düğüncüler toplanmış, otopark zıngazınk! Başka bir yerde elbet otopark bulurum diye düşündüm. Zor bulursun Füs! Korkunç bir trafik içinde, 2 kere Üsküdar'da tur attım. Sonra tekrar sahildeki otoparka geldim ve "kusura bakmayın, yer açılıncaya kadar burada beklemek istiyorum, başka yer bulamıyorum" dedim. Neyse ki görevliler anlayışlı çıktılar ve kenarda beklememe izin verdiler. Bu sırada saat 18.40 oldu mu? Ooooof of! Saat 19.00'da İstanbul Modern mi demişti birisi? Neyse ki, bir araba çıktı o sırada otoparktan. Ben arabayı geri geri parkettikten sonra(hayatta yapmakta en çok zorlandığım şeylerden biridir), Üsküdar motor iskelesine doğru depar koşusuna başladım. Heyhaaaat, yaş  oldu 40, 20 senedir değişen birşey yok. Her film fest'e koşarak gidiyorum...Mecazi anlamda değil, baya bayaa koşuyorum... Koş Füs koş!
*
Soluk soluğa Üsküdar-Kabataş motoruna yetişiyorum. Saat 18.50! Bu sırada zaten karşıda olan Mit, çoktan sinemaya varmış. Dur diyorum "sana biletin fotosunu çekip göndereyim, sen gir içeri, ilk 10 dk reklam nasıl olsa. Yetişirim elbet?"
*
Saat 19.00. Kabataş'tayım. Bir yandan da "dıdın dııııın, dıdın dıııııın, dıdın dııııın, dıdın dıııııın, dırı dıt dıt dırııııt!..." diye içimden iç ses müzik yapıyorum, halaa sinemaya yetişme umudum var! Ancak tramvayla felan yetişmeme imkan yok. Neyse ki, Tophane tarafına trafik açık! Taksici kafa biri çıkıyor, tüm ışıklar şansıma yeşile dönüyor. Mit'e telefon ediyorum, "yetişiyorum!" diye. Kaptan bu kadar telaşla neye yetişmeye çalıştığımı soruyor, "filme" deyince gevrek gevrek gülüyor. "İyi seyirler" diyor arabadan inerken arkamdan:)
*
Gelin görün ki, İstanbul Modern'in otopark girişindeki görevliden tut, güvenlik geçişindeki görevliye kadar "film başlamıştır, boş yere gitmeyin" geciktirme sohbetleriyle birkaç dakika daha vakit kaybediyorum...
*
Pancarlaşmış halimle soluk soluğa sinemaya varıyorum. İKSV'nin 20 yaşında ha var ha yok görevli çocukları "film başladı, maalesef alamıyoruz" diyor. Kendilerince çok haklılar tabi. Ama saat 19.10! "Siz gençsiniz, 20 küsur senedir ben bu fest'e geliyorum, karşıdan geliyorum. Reklamlar yeni bitti, biliyorum, ayrıca koltuklar da numarasız, içerde eşim var. Emek zamanında, Emek'in emektarları bizi içeri alırdı usulcacık, Emek gidince çok şey değişti hayatımızda çooook..." hanımteyze konuşmalarına geçiyorum. "Evet öyle efendim ama bit bit bit..." Neyse ki, bu konuşmaların arasında Mit'e "içeri almıyorlar" diye bir mesaj gönderiyorum. Mit hemen kapıdan çıkıp,  nezaketle "benim eşim, film şimdi başladı, içeri gelebilir değil mi?" diyor. Görevliler hafif bir "ne yapsak acaba?" duraksaması yaşıyor ama hızlı, sessiz bir göz temasıyla çocuklarla anlaşıyoruz ve Mit beni içeri alıveriyor. İşte o an, Mithat gözümde bir kahramana dönüşüyor:))
*
Bu arada filme girdiğimde saat 19.12. Salon çok dolu değil, kenar koltuklara sessizce yerleşiveriyoruz. Ben de filme geç gelenleri sevmem ama bu kadarlık kaçağa da birşey demem. Siz de demeyin lütfen:). (Ben de bir daha arabayla yola çıkmayayım:)
*
Eee filmler neydi diyecek olursanız, bu sene Türk Sineması'nın 100. yılı imiş. Bunun şerefine, festivalde "Bu İkiliye Dikkat" adıyla Türk Sinemasının çeşitli sebeplerle kült olmuş filmleri gösteriliyor. Bizim cumartesi gittiğimiz iki filmde de tema, ünlü kişilerin kendilerini beyazperdede oynamalarıyla ilgiliydi. İlk filmde; Zeki Müren "Beklenen Şarkı" ile, diğerinde Emel Sayın "Mavi Boncuk" ile karşımızdaydı.
*
"Beklenen Şarkı", 1950'li yıllarda Zeki Müren'in yaptığı ilk filmmiş. Ne güzel şarkıları varmış bilmediğim...Zeki Müren'in o ilk yıllardaki sesini daha çok seviyorum. Film türü itibariyle, dram olarak adlandırılabilir ancak 1950'li yılların Türkiye'sinden bu zamana o kadar çok şey değişmiş ki, en dramatik sahnelerde bile seyirciler olarak güldüğümüz durumlar oldu. O yılların naifliğini kaybetmek üzücü, öte yandan oyunculukların yıllar içinde geliştiğini görmek de sevindirici. Beklenen şarkı hangi şarkıymış diye merak eder misiniz?  Youtube'tan filmin şarkısını birebir koyayım isterdim. Gelin görün ki, youtube, yalnız ve güzel ülkeme yassah!!! Elbet açılır yakında ve orijinalini koyarım. Şimdilik dailymotion ile yetineceğiz maalesef, ben de severim bu şarkıyı...


Zeki Müren - Beklenen Şarkı paylaşan: girlinterrupted_168
*
Emel Sayın'ın Mavi Boncuk'u ise, Hababam kadrosu ve Ertem Eğilmez ile seyredilir oluyor. Onun da orijinal müziğini youtube açılınca ekleyeyim.
*
Türk filmleriyle yetişen bir nesildenim. Bu sene biletlerimin bir bölümünü bu tarz filmlerden aldım. Sanırım o dönemlerin masumiyetini hatırlamak iyi geliyor bana...
*
Son olarak kendime kıssadan hisse: Günde bir film iyidir Füscüm:)
*
Hepinize film tadında güzel günler dilerim...


04 April 2014

Sanatçının Yolu-Julia Cameron

İki gündür gripten yatıyorum. İnsan hasta olduğuna sevinir mi? Sevinmez elbet ama bu sefer çok ağır geçirmiyorum gribi ve fakat yataktan çıkacak da enerjim yok. Yani bir nevi olana teslim olma halindeyim. Bu da iyi geldi.
Ev, yapılacak işler bekliyor. Beklesinler bakalım biraz.
Bir tek Defne'yi okula bırakıp alma durumum var. 2 gündür de arkadaşlarına gidiyor okul çıkışı, o da şahane oldu!
*
Bu iki gündür yatakta "Sanatçının Yolu" adlı kitabı 2. defa okuyorum. Çok enteresan, kitabı ilk okuyuşum, gene hasta olduğum bir güne denk gelmişti. (Baş dönmelerimin olduğu dönem, o sıra nasıl okuduysam?). Kitabı Elif hediye etmişti bana. (Hani bazı insanlar vardır, çaktırmadan, tatlı bir dokunuşla hayatınıza güzellik, yenilik ve bilgelik getirirler. Elif de öyle bir insan işte benim için. Bu kitabı da sakince, iki lafın arasında verivermişti bir gün bana. Kitabı yazarken, onu anmadan geçemedim:)
Kitaba dönersek, itiraf etmeliyim ki, kitabın kırmızı kapağına baktığımda, biraz kuşkulu yaklaşmıştım kitaba ancak okumaya başladıkça çok sevmiştim. İçinde yaratıcı doğamızı ortaya çıkartmamızı sağlayacak birçok alıştırma ve güzel saptamalar var. O dönemde bu kitap çok iyi gelmişti bana. İş hayatıyla ilgili aldığım kararlarda bile, bu kitabın bende etkisi olmuştur.
*
Kitabı bu sefer farklı bir sebepten elime almıştım ancak altını çizdiğim noktalara, aldığım notlara bakmaya başlayınca, kendimi de tekrar gözden geçirme fırsatı buldum:)
*
Kitap aslında öyle pat diye okunacak bir kitap değil, 12 haftalık uygulamalı bir okunuşu var ancak ben kitaba ikinci defa baktığım için; ilk gün okuma, 2. gün de okuduklarımdan kendime not çıkarma yaptım. O dönem beni etkileyenlerle, şimdi okuduğumda bana dokunanları toparlayınca, ortaya 20 sayfalık bir not çıktı. Yazınca, yazmayı ne kadar çok özlemiş olduğumu gördüm. Bir rahatlama, bir güç geldi üzerime.
*
İşte onun gazıyla, bloga da yazayım istedim. Yok yazarım bundan sonra. "Gölgelerin gücü adınaaaa, güüüüç bende artık!!!" kıvamına geldim 2 günlük yoğun temasla:)
*
Hadi kitaptan minicik bir alıntı yapayım da, sonrasında gelsin artık bahar...
*
Her yaratıcı yaşamın kuru mevsimi vardır...Yaşam güzelliğini yitirir, işimiz mekanikleşir, boş ve zorlanmış gözükür. Söyleyecek hiçbir şeyimizin kalmadığını hissederiz ve hiçbir şey söylemek istemeyiz. Böyle zamanlarda sabah sayfalarını yapmak çok zordur ve çok yararlıdır. (Füs not:Sabah sayfaları, her gün kendinizle ilgili içinizden ne geliyorsa yazacağınız 3 sayfa)
Kuraklık sırasında Tanrı ile mücadele etmekteyiz...
Kuraklık sırasında duygular kurur. Su gibi altta bir yerlerdedirler ama onlara ulaşamayız... Kuraklık, gözyaşı içermeyen bir keder dönemidir...
Kuraklık korkunçtur. Kuraklık incitir...
(Ama) kuraklıklar da sona erer.
Kuraklık sayfaları yazdığımız için sona erer. Umutsuzluk içinde yere kapaklanmadığımız ve yerde kalmadığımız için sona erer. Kuşku duyduk, evet ama sendeleyerek devam ettik.
Yaratıcı yaşamda kuraklık gereklidir. Çölde geçirdiğimiz zaman bize belirginlik ve merhamet kazandırır. Kuraklıkta iseniz, bilin ki bunun bir anlamı vardır! 












25 March 2014

Jung ile Dengelendim de Duruldum!

Yarım kalan yazılardan biri de Carl Jung ile ilgiliydi.
Art terapi ile ilgili bir eğitim alıyorum. Bu modülün konusu da Jung idi. Modülden sonra, Jung'un hastası oldum diyebilirim:).

Jung için, daha çok başlangıç aşamasındayım ancak küçük bir bilgi bile, bana kendimle ilgili kuvvetli bir mesaj verdi. Jungcu psikoloji diyor ki; her erkekte feminen taraf olduğu gibi(anima), her kadında da erkek taraf(animus) vardır. Salt masculine(eril) ve feminine(dişil)'in belirli ayırtedici özellikleri bulunmaktadır.
Hocamız bize bu özellikleri özetledi ancak internette bulduğum grafik de benzer özellikleri kapsadığı için, bu grafiği bloga koyayım dedim. Bizim çalışmamızda masculine özellikler içinde ; linear, rationale, speed, feminine özellikler içinde de; emotion, mother, darkness, instinct de bulunmaktaydı.

http://www.normanchorn.com/future-strategy/good-leadership-feminine-thing#!prettyPhoto
Kadın ve erkeğe bu şekilde bilimsel bakınca, karşı cinse daha anlayışlı yaklaşabiliyor insan. Ama bu tablonun benim için en anlamlı yanı şu oldu: Doğam gereği feminine özelliklerim baskın ancak çok yoğun feminine özelliklerle yaşamak, dengeyi bozuyor. Son dönemlerde masculine tarafıma biraz haksızlık ettiğimi farkettim. İçimde eril bir tarafın olduğunu hatırlamak, onun özelliklerinden de yararlanarak, eril-dişil Füs arasında bir denge bulmaya çalışmak bana iyi geldi.
Hayat da bunun dengesini bulmaya çalışmakla geçmiyor mu zaten? Olsun, arada grafiklerle hatırlatılması fena olmadı:)


Son günlerde biriktirdiklerim...

Bu günlerde yazamıyorum. Kaç yazıya başladım, hep yarım kaldı ama bir yerden başlamam gerek...Önce yarım kalan yazılar...
*
Memlekette zor günler geçiriyoruz. Olanları yazmaya elim varmıyor. Ölümün olduğu yerde zaten kelimeler anlamını yitiriyor. Ama bu topraklarda Berkin'in, Burakcan'ın, Ahmet'in yürekleri yanan babaları, acılarına rağmen, topluma sağduyu çağrısı yapabiliyorsa, bizim "umudumuzu yitirdik" deme hakkımız yok gibi geliyor bana. Bu günlere nasıl geldiğimizi, öncelikle takkeyi kendi önüme koyarak düşünüyorum...Ne de olsa, Dante'nin dediği gibi; "Her karanlık, kendisini sonlandıracak şafağın tohumlarını içinde taşır."
*
"En büyük dileğim, insanın sorumluluk taşıması ve akıntıya karşı yüzmeyi de bilmesi. Demokratik rejimlerde bu daha kolay. Ama görüldüğü kadar da kolay değil. En çok ve özellikle de dikta rejimlerde gerçekleştirilmesi gereken insanlık görevi. İnsanlara 3 çağrım var. Her bireyi insanlığa ihanet etmemeye çağırıyorum. Bugünün insanının 3 uzvuna gereksinimi var:
1-Akıl için kafaya
2-Duygu için yüreğe
3-Omurgaya: Bu da kimse önünde sürünmemek için"

Hilde Domin
(Hitler faşizmi yıllarında yaşamış, şiir, roman, deneme yazarı; 1979 yılında Tezer Özlü'nün yazarla yaptığı röportajdan bir bölüm-Yeryüzüne Dayanabilmek İçin s.30)

"Bireysel kurtuluş diye bir yaşam biçimi yoktur. İnsan, her zaman toplumsal bir yaratık olduğunu kavrayıp kendi sınıfının bilinçlenmesi ve daha insancıl koşullara kavuşması için çaba gösterdikçe mutlu olabilecek, yaşamını değerlendirecektir. Yaşam, şöyle bir yaşanıp geçmek için varolmak değildir. Aksine insanları, en insancıl yaşamlara ulaştırmanın mücadelesinin verildiği bir olgudur. Bilinçsiz bir yaşam, insan yaşamı değildir."

(Tezer Özlü- Yeryüzüne Dayanabilmek İçin s.45)





11 March 2014

Tezer Özlü - Yeryüzüne Dayanabilmek İçin


Tezer Özlü "Yeryüzüne Dayanabilmek İçin" kitabında ne güzel demiş;

"Kanımca yazı yazmak, coşku, hafif melankoli, taşkınlık gibi psikolojik bir semptomdur. İnsan yazarlık hastalığını-az da yazsa-sürekli olarak içinde taşır. Ben, bu hastalığa ancak dayanamayacak hale gelince, neredeyse psikoza girecek duruma geldiğimde yazabilen bir hastayım.

"Dünya acılı olduğu için yazılır. Duygular taştığı için yazılır. İnsanın kendi zavallılığından sıyrılması çok güç bir işlemdir. Ama insan bir kez bu zavallılıktan sıyrılmayagörsün, o zaman yaşamı kendi egemenliği altına alabilir. İşte böylesi bir egemenliği bir iki kişiye daha anlatmak için yazı yazılır(ya da kendi kendine kanıtlamak için). Çünkü insanın kişisel özgürlüğü, kendi dünyasına egemen olmasıyla başlar."

Füs, kelimelerin hoyratça savrulduğu bir ortamda, senin kelimelerin niye kozasında ki? Bilesin ki, o kelimelerin yarası yazdıkça geçecek. İçinde tuttukça değil...

Bu yazıyı kendime yazmış olayım:)

Hadi iyi geceler...


03 March 2014

İyi ki Doğmuşum Dedirten 40 Yaş Hediyelerim:)

Evet memleketin çivisi çıktı. Murathan Mungan'ın pek doğru dediği gibi "her şeyin normalleşmesi, Türkiye'yi açık tımarhaneye çevirdi". Canımız sıkkın. Ama bugün olsun, memleket gündeminden uzaklaşmak istiyorum.
*
Güzel birşeyler yazmak istiyorum. 40 yaşına girdim geçen hafta. Çevremdeki kadınlardan da gördüğüm kadarıyla, kadınlar için önemi var bu 40 yaşın. "30 yaşını geçince hayat hızlanır, 40'ı geçince kanatlanır" derlermiş ya...Uçacağımız bir döneme giriyoruz sanırım:) 
Konu 40 yaş olunca, yakın arkadaşlarımız arasında, zihni sinir bir fikir ortaya atıp, "bu sene, el emeği, göz nuru bir hediye yapalım birbirimize" demiştim. Atıp tutması kolay da, iş uygulamaya gelince, o kadar kolay değil, gerçekten düşünmek gerekiyor. Ama insan sevdikleri için düşünmeyecek de, kimin için düşünecek? 40 yılda bir üstelik:)
*
Doğumgünümden birkaç gün önce, yakın arkadaşlarımdan Banu'nun doğumgünü vardı. O sıralar ruhen çok parlak durumda hissetmiyordum. Ta ki, Banu'nun hediyesini hazırlamaya başlayana kadar...Hediye fikrini kafamda oluşturduktan sonra bir heyecan geldi üzerime. Bütün fotoğraf albümlerimi indirdim. 22 senelik arkadaşlığımızın fotoğraflarını taradım, aralarından fotoğraflar seçtim, onlarla ilgili hatırladığım anılarımızı bir deftere yazdım. Ortaya tarihimiz çıktı. "Eee boşa yaşamamışız şu hayatı" oldum foto-anı albümünü bitirdiğimde...
Aaa daldım, Banu'nun hediyesini anlatıyorum. Esas ben doğumgünümde bana gelen nadide hediyeleri yazacaktım. Tamam başlıyorum! Alfabetik gideyim, kimseye hak geçmesin. Zira bu hediyelerin hepsi benim için birbirinden değerli...

1-Banu'nun kanaviçe tablosu:
Bilenler bilir, Banu pek beceriklidir. Birkaç sene önce yazdığım bloga, bana ördüğü battaniyenin fotosunu koymuştum, belki hatırlayanlar olacaktır. Banu'nun şu an 2 küçük çocuğu olduğunu düşündüğümde, hangi arada derede bu kanaviçe tabloyu yapabildiğine hala şaşıyorum ama Banu bu, yapar mı yapar!. 2 ayda bitirmiş. Ellerin dert görmesin Banum. Bir de güzel yazı yazmış. Minicik bir parçasını buraya da yazayım: "Tependen güneş ve ay, yüzünden tatlı meltemler, ayaklarının altından yemyeşil çimenler hiç eksik olmasın." Bunları yaşarken senin de başın gerek Banum:) (Bu sözü ilk defa duyanlar için, söz ürkütücü gelebilir ama Banumuzun uydurduğu, bizim de pek sevdiğimiz bir sözdür "başın gerek" sözü!)


2-Fulya'nın tasarladığı ilk bluzu:
Fulya kuzenim. Ve artık bir tasarımcı. Vero Moda için yurtdışına tasarladığı ve dikimi onaylanan ilk tasarım bluzunu bana hediye etmiş kuzum. Üstelik elindeki tek örnek! Ee biz de modelliğini yapacağız artık:) (Bu arada, Fulya'nın bu el emeği göz nuru saplantımdan haberi yoktu:)

3-Sibel'in 7 dileği:
Yazdığı yazıyla beni ağlatan ama aynı zamanda da, seçtiği dilekler&hediyelerle beni güldüren Sibelim, sen de hiç değişme ve hep ol hayatımda:). Yazıyı yazmayacağım ama dilekleri yazmazsam olmaz:) 
-Tüm dileklerinin yeşermesi için "kır çiçekleri" tohumu
-40 yaşında çok güzel sürprizlerle karşılaşman için "kinder sürpriz yumurta"
-İçindeki kız çocuğunun hep canlı kalması için "pembe tokalar"
-Sevgi dolu, aşk dolu, mutlu bir kadın olmaya devam etmen için "kırmızı oje"
-Cesaretle çıktığın coaching yolunda başarıların için Jung'dan "Dört Arketip"
-Varlığınla ne kadar değerli olduğunu hatırlaman için "el aynası"
-Tüm güzel seyahat notların için "life is compared to a voyage" defteri

Kinder Sürpriz'den uçak çıktı! 40'lı yaşlarda gerçekten uçacağız galiba:))
4-Şebnem'in Füs ile ilgili gelecek 40 yaş hedefleri:
Beni yakından bilenler sevdiğim şeylerle ilgili liste yapmayı sevdiğimi bilir. Sevdiğim yerler, bir gezide en sevdiğim yemekler, meyveler, sevdiğim şarkılar...Ee Edim de Büdü'sünü bildiği için, "Füs'e gelecek 40 yıl seyahat hedefleri" yapıvermiş müthiş bir teknoloji kullanarak...Gitmek istediğim yerleri de nasıl bilirmiş...2 senede bir gideceğiz artık bir yere...Fotoları da resimlere cuk oturtmuş, en çok Stockholm'e güldüm ama her baktığımda farklı farklı fotolara da gülüyorum:) En çok güldüklerimin listesini yapayım mı?:) Beni yıllardır güldürüyorsun Edim. Önümüzdeki 40 yılda da birlikte gülelim inşallah...

Click to play this Smilebox slideshow
Create your own slideshow - Powered by Smilebox
Customize a free photo slideshow


Ne kadar şanslı bir insanım ben. Böyle sevenlerim olduktan sonra, karada ölüm yok bana. İyi ki varsınız, burada yazmadığım diğer sevenlerim gücenmesin. Bu yazı, "el emeği göz nuru" saplantımı dikkate alan, "delidir ne yapsa yeridir" şeklinde beni kabul eden arkadaşlarımla ilgili kişisel tarihime düştüğüm bir yazıydı...Yoksa hepinizin yeri ayrı gönlümde...
Dünyada çirkinlikler çok ama güzel şeyleri yaratabilenler, yaşatabilenler az. Onca yaşanan yıldan sonra ne kalıyor geriye? Bana göre sadece anılar...Güzel anıları da çoğaltmak elimizde...
Yaşlandım mı ne, lafı uzattıkça uzatıyorum:) Hepinizin çevresinde güzellikler olsun, siz de size doğuştan verilen hediyelerinizi başkalarıyla paylaşmaktan sakınmayın, kendinizi sakınmayın  diyesim geldi son söz olarak...
Hadi esen kalın!

02 March 2014

Bir Demet Montaigne

Montaigne'den bir demet söz yazacağımı söylemişim şubat ayında, yazıyı yazmaya başlamış ancak bitirememiştim. Öncelikle onu bitireyim...

Buyrun bir demet Montaigne...İki söz başkalarından ama olsun, onları da Montaigne kitabına almış, kitabında bu sözlerle ilgili yorumlar yapmış... Buraya, kendisinin kısa sözlerini yazıyorum. Uzun sözlerin büyüsü kitapta...

-Ruhumuz yapacağını gösteriş için yapmamalı, her şey içimizde, hiçbir gözün görmediği en gizli yerimizde olup bitmelidir.

-Ne kadar az korkarsak o kadar az tehlikedeyiz. (Bunu Titus-Livius söylemiş.) 

-İnsan sevincini büyülterek anlatmalı, üzüntülerini kısaltarak. 

-Ben ne isem, ne durumdaysam, eylemlerim de ona göre, ona uygun olur.

-Gereğinden önce dertlenmek, gereğinden fazla dertlenmektir. (Bunu Seneca söylemiş.)

-Hiçbir şey, kendiliğinden ne o kadar üzücüdür, ne de zor. Bizim gevşekliğimiz, güçsüzlüğümüzdür ona bu niteliği veren. Büyük ve yüksek şeyleri görebilmek için onlara göre bir ruhumuz olması gerekir, yoksa kendi çamurumuzu görürüz onlarda. Önemli olan bir şeyin görülmesi değildir yalnız, nasıl görüldüğü de önemlidir.

-İnsanın kendini anlatmasından daha zor ve daha yararlı hiçbir şey yoktur.

-Filanca hayatını işsiz güçsüz geçirdi, deriz; bugün hiçbir şey yapmadım, deriz- Birşey yapmadım ne demek? Yaşadınız ya! Bu sizin yalnız başlıca işiniz değil, en parlak, en onurlu işinizdir!

-Yüksek ve ince felsefi düşünceler iş görmeye elverişli değildir. Dünya işlerini daha hoyratça, daha gelişi güzel yürütmeli ve her zaman talihe büyük bir pay bırakmalıdır.

-Düşüncelerimizin en iyi aynası, yaşamlarımızın akışıdır. 

Montaigne

Dün, Fazıl Say'ın konserine gittik. Chopin'in doğumgünüymüş birkaç gün önce, programda yer almasa da, bir parçasını çaldı. Ne de güzel çaldı... Montaigne'ye iyi gider diye onu da ekleyiverdim yazının sonuna...